20’inci yüzyılın altın çağı: 1920’ler

Durağanlaştığımız bu dönemde, adeta hasretle baktığımız yıllar…

Popüler kültürün eğlence anlayışı, bugünkü şeklini 1950’ler (hatta bunu 1940’lara kadar çekebiliriz) itibariyle almaya başlamış gibi gözükse de hatırlanması ve irdelenmesi gereken bir dönem daha var. Hem “caz çağı” hem de “savurganlığın ve sefanın” temellendirildiği bir on yıl olduğu için… Tabii ki ‘’Deli Yıllardan’’ bahsediyoruz. (“Roaring Twenties” yerine “Les années folles” kavramını tercih etmekte fayda var, çünkü “roaring” dendiği zaman kavram sadece ekonomi ile özdeşleştiriliyor ve bu da 20’lerin sosyo-kültürel boyutunu zaman zaman geride bırakabiliyor.) Haydi yakından bakalım.

Büyük Savaş sonrası

1919’da Versailles Antlaşması imzalandığında tüm dünyaya coşkun bir sevinç hakim olmuştu. 1917’de savaşa girmiş olan Amerika için savaş hali hazırda zaten kârlı bir işti. Müttefik devletlere (Triple Entente) sağlanan ikmal malzemeleri (özellikle tarım ürünleri) Amerikan ekonomisini kalkındırmış ve muazzam bir ekonomik birikime olanak sağlamıştı. Borçlanma ve kredi ile mal sahibi olma konsepti ortaya çıkmış, gökdelenlerin boyları uzamaya başlamış, art-deco dominantlığını konuşturmaya başlamıştı (1931’de yapılan General Electric Binası benim kişisel favorimdir). Şehirler geniş caddelerle dolmuş ve dönemin gençliği yepyeni bir icada kavuşmuştu: Otomobil.

roaring2

Tabii ki otomobil sahibi olmak bir refah göstergesiydi. Hatta ve hatta dönemin New York belediye başkanlarından bir tanesi refahı yüksek Long Island bölgesine sadece zenginlerin ulaşabilmesi adına üstgeçitleri alçak inşa etmişti ki otobüsler ve kamyonlar Long Island’a giremesin. Bulaşık makineleri tarihte ilk defa sokakta satılıyordu. “Harlem Rönesansı” bütün batıyı etkisi altına almıştı. Birçok yazar ve entelektüel Harlem’e geliyordu çünkü buradan müzisyenler, dansçılar, edebiyatçılar ve ressamlar fışkırmaya başlamıştı. Paris, Londra ve New York dönemin kültürel başkentleri olmayı sürdürüyor, revüler ve kabareler sürekli bu üç şehir arasında dolaşıyordu. Aslında dört demek lazım çünkü İstanbul’un da aşağı kalır bir yanı yoktu. Orient Express organizasyonu (ki Pera Palas bunun için inşa edilmişti)  ve devrimden kaçan Beyaz Ruslar sayesinde İstanbul da zengin ve kozmopolit bir kültürel hayata sahipti.

Müzik, eğlence ve devamı

Kayıp jenerasyon henüz tam olarak kaybolmamıştı belki (daha İkinci Dünya Savaşı çıkmamıştı; 1900-1945 arası doğanlar için kullanılır bu tabir) fakat barış ve refah meyvesini, alkol yasağı yürürlükte olmasaydı daha verimli bir şekilde verecekti. Ne yazık ki kırsal Amerika buna izin vermedi. Başkan Wilson’un (Wilson İlkelerinin Wilson’u) vetosuna rağmen 1919’da kongre tarafından kabul edilen “The Noble Experiment” dünyaya yasakların niteliksizliğini ve işe yaramazlığını kanıtlayacaktı. Hükümetin, şehirlerin her yerinde mantar gibi biten speakeasy’leri ne denetleyecek insan gücü ne de buna motivasyonu bulunmaktaydı. Yasağın denetimi için görevlendirilmiş federal ajanların, yaygınlaşan ve güçlenen mafyaya karşı çıkacak gücü yoktu, dolayısıyla birçoğu rüşvet yemeye başlamıştı.

roarinh

İçki ticareti ailelerin tekeline geçerken, Al Capone isimli bir gangster tarihin en zengin ve en güçlü adamlarından biri olacaktı. Hatta ve hatta öyle ki Chicago’da ticaret kongresi yapılacağı zaman organizatörler Al Capone’dan şehrin sakin kalması için ricada bulunurlar. Gerçekten de üç gün boyunca şehir sakin kalır. Rakip gruplar arasındaki çatışmalar, arabalarda ölü bulunan içki kaçakçıları, üç günlüğüne silinip gitmiştir adeta.

Bütün bunlarla beraber caz “deneniyordu”. Coon Sanders, Isham Jones, Bix Beiderbecke, Paul Whiteman, Phil Spitalny, Duke Ellington ve Fletcher Henderson (caz denince akla ilk olarak Bill Evans, Miles Davis gibi isimlerin gelmesi beni biraz üzer) gibi müzisyenler binlere ulaşıyor, salon müziğini caz ile birleştiriyorlardı. Cab Calloway’in sahne aldığı Cotton Club dünyanın en ünlü mekanlarından birisiydi. Charleston (adını Charleston kentinden alır, bizim kaynaklarda “Çarliston” diye geçer. Merhum Turhan Selçuk çok bahsederdi Abdülcanbaz’da), meşhur piyanist, besteci James P. Johnson sayesinde 1923 yılında Broadway’den dünyaya yayılmıştı.

roaring

O anlara kadar kimse beyaz bir kadını bu şekilde dans ederken görmemişti. Etekler diz üstüne yeni yeni çıktığından oldukça hareketli bir dans olan çarliston güzel manzaralar oluşturuyordu. Bu durum bir önceki yüzyılda doğmuş erkekler için fazlasıyla yeni ve tatmin edici bir deneyimdi. Circumfessionist (Yahudilik ve Katolikliğin karışımı referanslar) hareket ve aynı zamanda alkol yasağını yaratan muhafazakarlar bu eğlence biçimlerinin ülkeyi mahvettiğini söylecekti (aynı şey sonrasında Swing için de söylendi). Jack Hylton’un müzik dünyasına tanıttığı ve sonrasında Paul Whiteman’ın da çaldığı, vokallerini Bing Crosby, Al Rinker, Harry Barris’in oluşturduğu Rhythm Boys’un icra ettiği parça kült haline gelecekti. Happy Feet’in bu versiyonu 1930 yılında çekilen King of Jazz’ın en güzel sahnelerinden biridir.

Büyük Buhran’dan bahsedip 20’lere ihanet etmeyeceğim (her güzel şeyin bir sonu vardır lafını nasıl da doğrular ama). Erkeklerin de özel akşamlar için yanaklarına pudra sürdüğü ve gözlerine kalem çektiği bu dönem birçok sanatçıyı yetiştirmiş, yeni kavramlar türetmiş ve modernizmin “ileri ve yukarı doğru ilerlemesini” (ki Zimmel’de çok geçer) kendini aşarak gerçekleştirmişti. Durağanlaştığımız bu yıllarda insan adeta hasretle bakıyor o yıllara.