Beats By Girlz Türkiye Festivali’nden bize kalanlar: Müzikle dolu hikayelerin peşinde Bade Nosa, Dilhan Şeşen ve Eda Baba’ya dadandık

Bazen önümüzü göremediğimiz, akşamüstü sisli bir yolda yürüyormuşçasına tutunacak duvarlara ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçiyoruz hep beraber. Belki bu hep böyleydi, belki de bazı şeyler artık farklı… Bunlar uzun sohbetlerin konusu olan gerçekliklerimiz fakat hiç değişmeyen bir şey var ise o da ruhumuzun dönemler, koşullar demeden müzik ile beslendiği, iyileştiği. Kültür sanat ile olan etkileşimimizin eridiği, konserlerin erişilebilirliğinin zorlaştığı bugünlerde ise, merkezine müzikte ve teknolojide cinsiyet eşitliğini alan, güçlü duruşuyla sektörde kadın ve LGBTİ+’lara alan açmak için çalışan Beats by Girlz Türkiye imdadımıza koşuyor sanki. 

2013 yılında New York semalarında bir kolektif olarak kendini var eden Beats by Girlz’ün kalbi, Türkiye’de 2021 yılında Beril Sarıaltun’un kuruculuğunda atmaya başladı. Geçen sene ilk defa düzenlenen Beats by Girlz Türkiye Festivali ise atölyelerden konserlere, panellere uzanan etkinlikleriyle yerel ve küresel sahnenin kadın sanatçılarını bir araya getirmişti, hem de ücretsiz olarak! 1-10 Kasım 2023 tarihleri arasında ikincisi düzenlenen Beats By Girlz Türkiye Festivali’nde hem senelerdir bu toprakların dinleyicisine eşlik eden hem de adı yakın bir sürede kulaklara kazınmaya başlayan kadın müzisyenlerle bir araya geldik, festivalde seyirciyle buluşan Dilhan, Eda ve Bade’ye dadanmadan da edemedik.

”Hem homojen değiliz hem de biraz ödleğiz, bunları ifade etmedikçe yolun sonundaki ‘ışık’  sandığımızdan da biraz uzakta maalesef.”

Kendini bir müzisyen olarak taşıyışına bir kere tanık olunca aklımızda yer edinmemesi mümkün olmayan biri bence Dilhan. 90’lar sonu-2000’ler başı küresel müzik sektörünün göz bebeği olan alt-rock janrına, bu sene çıkardığı Kumdan İnşa Putlarla albümü ile “bir de böyle bakın” diyor. “Sindirerek” benimsediği, sesini hem bize tanıttığı hem de kendi hikayesiyle konuşma fırsatı bulduğu yolculuğunu, Müze Gazhane’de bizimle buluşmadan önce anlatıyor bize.

2019da, ilk teklin olan Acıtır Yara ile seninle bir müzisyen olarak tanıştık. 2023te ise ilk albümün Kumdan İnşa Putlarla çıktı. Arada geçen dört sene var, haliyle müzikal bir serüven söz konusu. Senin için bu değişme, öğrenme, sesinle oynama, yani Dilhan Şeşeni yavaş ama emin bir şekilde bizlerle tanıştırma sürecinde en çok ruhuna dokunan şey ne oldu? 

Dilhan: Bir şeyi soğan kabalığında ele tutuşturma fikrine hoş bakmıyorum, duyguların ve düşüncelerin katman katman içimize işlediğini bildiğimden yavaş yavaş soyup, her bir katmanını inceleme fikrinden keyif alıyorum. Yorgun bir günün sabahında kapkaranlık bir odada aniden bir perdeyi sonuna kadar aralamışlar gibi maruz bırakılan o çarpıcılıktan ziyade, uzun soluklu, anlamamıza, bağ kurmamıza, sindirmemize ‘zaman tanıyan’ şeyleri daha yaşanılabilir buluyorum, kendimi de öyle.

Kumdan İnşa Putlarla albümü, vokal ve enstrümantal olarak birbirine sarılan, el ele tutuşan ama farklı bedenlere sahip şarkılardan oluşuyor. Bir araya geldiklerindeki topluluğun dinleyicide uyandırmasını umduğun hikaye nedir? 

Dilhan: Açıkçası bilmiyorum. Kendime fark ettirmem gereken yarım kalmışlıklarım, bunların karın boşluğumda yarattığı his, bu boşluğa duyduğum öfke ve bunlarla baş etmeye çalışma şekilerimi kendime duyurmam gerekiyordu. Burada epey bir süre kaldım, dolayısıyla kendi hikayemin dışına pek dışına çıkamadım. İnsanın insana ihtiyacı var diyerekten, belki de bi yansıtma vesilesiyle dinleyicilerde de kendilerine has bir hikaye oluşuyordur. Çok ölçüp tartmak istediğim bi konu değil fakat ifade şeklin o kadar güzel ki beni çok mutlu etti. Şimdilik hikayeden bana kalanı, senden ve senin gibi güzel duyan insanlardan işittiklerim. Hem homojen değiliz hem de biraz ödleğiz, bunları ifade etmedikçe yolun sonundaki ‘ışık’  sandığımızdan da biraz uzakta maalesef.

Film-sinema okudun ve Lilacnoia ismi ile kendi müzik videolarını çekiyor, bunu bir kariyerden çok seni besleyen bir şey olarak yaptığını da dile getiriyorsun. Müzikle hem yazı, hem ses, hem de görsel olarak çalışıyor olmak, ilk defa bir filmi üç boyutlu gözlüklerle izleme tecrübesi gibidir diye düşünürüm hep. Senin için bu bakış açısı yapım sürecine nasıl bir katman ekliyor dersin?

Dilhan: Sadece işitsel değil bir yandan hem görsel hem de tinsel bir iletişim aracı olduğu için Sinema-Televizyon okumaya ve aynı sebepten dolayı da bir süre sonra okumaya devam etmemeye karar vermiştim. Hakan Taşıyan’ın dediği gibi o kilitli kapıları biraz açmakla mükellefiz. Ben biraz da, hareket eden bir şeyin gerisinde veya çok ilerisinde kalmış olmak gibi bir ihtimalden uzak durma amacıyla fotoğrafa yönelmiştim. Sessiz sağaltım. Bir şey söylemene gerek duymayan bir arkadaş gibi. Siyah-beyaz fotoğraf/video çekimlerinin dramatik yapısının yanı sıra bildiğimi unutup hayal gücümü aktive etmemi tembihleyen bir öğretisi de oldu benim için. Ağaçlar yeşildir, evet bence de yeşildir ama şu an değil. Gibi. Bazen aklım karışır şu an olduğu gibi.

”Kalpten kalbe büyülü bir alışveriş yaşanıyor konserlerde.”

Eda Baba ise Eski Bando grubunun kıvır kıvır saçlı, yüksek enerjili solisti olarak hayatımıza girdi ilk önce. Toplumsal hafızamızda kanıksanamayacak kadar samimi roller üstlenmiş şarkılara yorumlarıyla yeni hayatlar kazandırırken, sahnede dans edip dünyanın uğultulu seslerini birkaç saatliğine hepimiz için yumuşatırken, her yeni şarkısıyla yüzümüze hafif bir tebessüm kondururken senelerdir farklı ışıklar altında kenetleniyoruz Eda’yla.

Seninle ilk önce Eski Bando grubunun solisti olarak tanıştık. Daha sonra radyodan hayranlıkla dinlediğimiz cover’lar, kendi şarkıların, albümler derken gün geçtikçe derinleşen bir müzisyen Eda arşivimiz oldu. Aynı zamanda geçtiğimiz senelerde ailenle beraber kaydettiğin Aile Albümü’nü çıkardın. Seneler içinde tanıştığın, beraber çalıştığın, şarkılarını cover’ladığın müzisyenlerin senin sesinde bıraktığı etkiyi nasıl tanımlıyorsun?

Eda: Şarkı söylediğim anlar inanılmaz özgür hissediyorum. Bazen zaman ve mekan sınırları kalkıyor gibi oluyor o anın içindeyken. Kendi yazdığım bir şarkı da olsa başkalarının şarkılarını da söylüyor olsam sözlerin ve müziğin içinde oluyorum her şeyimle. Müzik yapmanın böyle bir etkisi varken, birlikte çalıştığım ve bir şekilde bana dokunan herkesin anlık da olsa izini taşıyorum elbette. Ama temelde kendimi daha çok keşfedip kendi sesimi bulmaya çalıştığım için etkisinde kaldığım her şey bu işin baharatı oluyor sanırım.

Pandemi döneminde “Sendromsuz Pazartesi” vardı. O belirsiz dönemlerde, eve kapanıp oflayıp pufladığımız akşamlarda seninle dijital bir şekilde zaman geçirebiliyorduk. Birçok kişi için de seninle bu kadar uzaktan fakat bir o kadar da samimi bir şekilde güneşi batırıyor olmak “Eda Baba” ismini ve işlerini kalplere daha yakın bir yere taşıdı bence. Genel olarak da sosyal medyada oldukça aktif olan bir müzisyensin. Müzisyen kimliği, sesini, seyircini bulma ve onların da seni bulması derken, sektör ve dijitalin kesişimini nasıl görüyorsun? Bu kesişim ile olan ilişkini nasıl tanımlardın?

Eda: Her şey bir yana, Sendromsuz Pazartesi’ler benim için de tuhaf ve güzel bir deneyimdi. Sadece dinleyiciye değil kendimize de bu sayede iyi gelebildik pandemi döneminde. Öyle bir dönemde dijital dünyanın avantajlarından faydalanmış olduk. Solo kariyerime başlarken YouTube’a müzik içerikleri üretmek ve kendi seyircimle buluşmak da yine bu dünyanın kariyerime olan faydalarından biriydi. Ama bazen herkesi delice bir rekabete zorluyor gibi geliyor. Bu tuzaklara düşmeden, dijital dünyanın bağımsız bir müzisyene sağlayabileceklerini elimden geldikçe iyi yönde kullanıyorum diyebilirim.

4 Kasım akşamı Beats By Girlz Türkiye Festivali kapsamında seyirci ile buluştun. Konserlerini, sahnedeki heyecanı ve coşkuyu orada olamayanlarla da sosyal medya üzerinden sık sık paylaşıyorsun. Bir dinleyici olarak sahnenin seni ne kadar beslediğini görebiliyoruz diyebilirim bence. Canlı performanslar için nasıl hazırlanıyorsun, dinleyici ile orada olan ilişkini nasıl tanımlıyorsun?  

Eda: Hayatta en keyif aldığım şeylerden biri sahnede olmak. Şarkılarla hikayemizi paylaşmak ve dinleyicinin gözünde tüm bu duyguları görmek tarif etmesi zor bir deneyim. Kalpten kalbe büyülü bir alışveriş yaşanıyor konserlerde. Bu da hayata ve müziğime karşı inancımı ve hevesimi tazeliyor. Konsere çıkmadan önce ekip arkadaşlarıma da söylüyorum “önce biz eğleniyoruz” diye. Bu inançla sahneye çıkınca seyirci de doğallığımızı, içtenliğimizi hissediyor bence.

Bu sene Şapkam Düştü cover’ı, Kim Bilir ve Kaçıyorum teklilerinle karşımızdaydın. Geçen sene de Zerrin Özer, Sezen Aksu ve Akrep Nalan cover’larından oluşan Belki Şimdi Sen EP’si vardı. Ufukta başka yeni projeler var mı acaba? 

Eda: Ufukta harika olacağına inandığım bir albüm var. Benim ve çok sevdiğim müzisyen dostlarımın bestelerinden oluşan bir albüm gelecek. Planımız 2024 başında yayınlamak. Şu sıralar en çok heyecanlandığım şeylerden biri bu albüme çalışmak. Bir aksilik olmazsa sene bitmeden de bir single yayınlayacağız. Sonrasında vizyona girecek bir filmin soundtrack’i olacak bu şarkı. Bu da epey süprizi bir deneyim benim için.

”Ben hemen her şeyimle öncelikle İstanbul’um”

Kendimize sığınak olarak bellediğimiz, dinledikçe iyileştiğimize inandığımız belli parçalar, sanatçılar vardır. “Dinledikçe iyileşmek” dediğim, müzikle kimyasal, duygusal, duyusal olarak, insan olan her şey aracılığıyla gerçekleşen bu bağlanma şekli çoğunlukla kendi kendimize derinleştiğimiz, yazdığımız bir ilişki oluyor. Bade ise hem kişisel hayatında Bade hem de sanatçı kimliğiyle Bade Nosa olarak bu iyileşmeyi sadece ses ve notalar aracılığıyla değil, sakin ve huzurla yürünecek bir yol olarak ele alıyor.

Dinleyiciyle Bade Nosa olarak tanıştığından beri müzisyenliğin senin için doğru koşullara doğru zamanda kavuştuğunda gerçekleşen bir şey olduğunu dile getiriyorsun. Hayata karşı sakin bir bakış açısı edinmek, kendini gerçekten tanımak, bilmek gibi koşullar da buna dahil. Çalkantılı ve ağır şartlar sunan bu hayatta “Çiçek Gibi” gibi şarkılar, başlangıcı ve bitişi olan bir hafiflik sunuyor dinleyiciye. Kendini, etrafını iyileştirdikçe benimsediğin müzisyen kimliğin, şimdi seni nasıl besliyor? 

Bade: Müzisyen kimliğimi çok uzun süre taşıyamadım aslında. Bu kimliğin varlığını yeni yeni benimsiyorum. Belki artık bir albümümün de olması bunu pekiştirir. Ama kendimi iyileştirmeye çalıştığım yıllar baki ve bu yolculuk devam ediyor. Şarkı yapmak ve söylemek de bunun en büyük parçalarından oldu, ilk bestemi yaptığım 12-13 yaşlarımdan beri.  “Çiçek Gibi” şarkım ve onun dayanılmaz hafifliği de aslında diğer şarkıların arasında bir istisna gibi. Ben çok kederli değil ama çok hüzünlü şarkılar yazdığımı düşünüyorum. Ama tüm o hüzün deryası içinde hep bir müzikte ve şiirde huzur bulma ve dinleyene huzur verme teması da var. Hepimizi delip geçen, ölümlü ve sonlu olmanın, zamana mecburiyetin hüznü; varolmanın, bir yanımızla sonsuz olmanın geniş huzuru ile birleştiğinde dinleyicimle aramda çok sağaltıcı bir bağ kuruluyor şarkılar üzerinden gibi hissediyorum. Müzisyen kimliğim işte tam böyle bir yerden yolculuğumu besliyor artık.

Bir yerde “her ayın ruhuna uygun tekli çıkarmak istiyorum” dediğini okumuştum. Bu sene de dört tane tekliyle karşımızdaydın: Sakarmeke, Yangın Yeri, Kalite Bi’ Karanlık ve İkinci Perde. Bu senenin, geçirdiğimiz ayların ruhuyla nasıl konuşurdun? 

Bade: Evet, mümkün oldukça elimizde yayınlanmayı bekleyen şarkıları ayların ve mevsimlerin ruhlarını gözeterek çıkarmaya çalıştık bugüne dek. Sakarmeke, albüm şarkılarından önceki son teklimdi; tam doğum günümde, 7 Nisan’da yayınladık onu. Çünkü Emre Can ile on yıl evvel yaptığımız ilk şarkıydı ve bir nevi yeniden doğmak gibi bir şeydi benim için.

Daha sonra yazdan sonbahara albümden şarkıları tekliler halinde yayınlamaya başladık.  İlk olarak Yangın Yeri’ni seçtik çünkü seçim sonrasıydı ve bu şarkıdan başka hiçbir şarkım, söylediğim hiçbir sözüm henüz anlamlı ve daha önemli gelmiyordu.

Sonrasında, tam sarı yaz başı, Eylül’de Kalite Bi’ Karanlık geldi. Kumsalların boşalmaya başlayıp yerini doğanın sessizliğine ve kalite karanlıklara bırakmaya başladığı o ay, bu şarkının ruhu için biçilmiş kaftandı.

Ekim’de de albümden son tekli İkinci Perde’yi yayınladık. Artık Ekim-Kasım gibi başlayan sonbahar bence tam bir içe dönme, kendine bir bakma, kendi yolculuğunun muhasebesini yapma zamanı. İkinci Perde de otobiyografik temasıyla benim için tam bir sonbahar şarkısı ve klipte de sonbahar renkleri ve temasını çok kullandık.

Bir müzisyen olmak ile beraber “Badecanlar” isimli, zehirsiz doğal ürünlerden oluşan bir markan da mevcut. Temiz yaşamaya, vücudumuzu ne ile beslediğimize, kendimize nasıl baktığımıza, konuştuğumuza önem veren bir insansın. Temiz yaşamanın kişilik gelişimine, kendini iyileştirmeye değinen tarafı üzerine Hindistan’da aldığın eğitimlerden de bahsediyorsun. “Müzik ruhun gıdasıdır” denir hep, ürünlerinle somutlaştırdığın bu bakış açısını şarkılarına nasıl yansıtıyorsun? 

Bade: Hindistan’da aslında tam olarak bunlar üzerine eğitim almadım ama şöyle oldu: Hindistan tüm bu sürecin en başında, Emre Can’la benim tahayyülümüzden bambaşka bir yol çizmemize ilk vesile olan duraklardan oldu. Ve elbette orada katıldığımız ayurveda kursunda beslenme yolu ile iyileşme ve doğal yağların kişisel bakımda kullanılmasına dair bir sürü yeni bilgi öğrenmiş, döner dönmez uygulamaya başlamıştık.

Yıllar içinde ilgi alanımız giderek “Zehirsiz beslenme ve zehirsiz kişisel bakım nasıl mümkün olur, biz ne kadar hayatımızda bunu mümkün kılabiliriz ve doğal yollardan kendimizi güçlendirerek sıkça hastalanmamayı ve hatta kronik hastalıklarımızı iyileştirmeyi nasıl başarabiliriz?” gibi temalara döndü. Badecanlar da tam bu çabanın içinden doğdu zaten, önce kendimize yaptık hep biz ürünlerimizi. Sonrasında böyle bir işin varlığı, bir gelir kaynağımızın olması da bizim bağımsız olarak müzik yapabilmemizi sağlamaya başladı. Şu anda her ikisi de birbirini besliyor resmen. Bir de en tatlısı, hem ürünlerimizi çok seven hem de şarkılarımızı çok seven; ikisiyle de şifa bulduğunu söyleyen insanların varlığı!

“Benim Şehrim, Benim Sesim”, Beats by Girlz projelerinden biri ve festivalde de bu proje üzerine konuşmalara yer veriliyor. Sen İstanbul doğumlusun, daha sonra Ege şehirlerinde bulundun ve Söke’de sabunculuk üzerine çalışma tecrüben var. Senin sesin, hayatına şekil vermiş olan bu şehirler ile nasıl kucaklaşıyor derdin?  

Bade: Evet, ben hemen her şeyimle öncelikle İstanbul’um. Kadıköy civarlarında büyüyüp; üniversiteyle birlikte Hisarüstü-Etiler, Beşiktaş, Taksim-Tarlabaşı ve Kurtuluş civarlarında yaşayarak hem Anadolu hem de Avrupa yakasını uzunca deneyimledim. Tüm bu İstanbul semtleri beni ben yapan temel deneyimleri bana kattı resmen.

Sonra Emre Can ile evlendik ve İstanbul’dan Ege’ye göç ettik. Önce Söke’nin küçücük bir köyü olan Güllübahçe’de 3-4 yıl, sonra Bodrum’da devam eden 6 yıl… Söke/Güllübahçe’de işlettiğimiz küçücük butik oteli zehirsizleştirmeye kafayı takıp kendi sabunlarımızı yapmaya başladık ve oradan Bodrum’a geçtiğimizde Badecanlar doğdu. Yani neredeyse 10 yıldır Ege’de yaşıyoruz, ayağımızı muhakkak toprağa değdiğimiz ve çoğu sobalı olan evlerde… Bu bizi iyiden iyiye şekillendiren Ege ve kasaba/köy hayatı deneyimi bence bir sürü şarkımıza da yansımakta.