
”Bir ikondan daha fazlası”: Kalpleri titreten yeni bir Audrey Hepburn belgeseli
Sahip olduğu ikonluk mertebesi gösterişinden ziyade zarafetinden gelen, öyle de zamansız bir kadın. Hakkında çekilmiş sayısız belgesel var. Neredeyse her birkaç yılda bir yeni bir fotoğrafı, daha önce görülmemiş bir sahne arkası görüntüsü ve hakkında hiç bilinmeyen bir bilgi dolanıyor etrafta. Arşivler tekrar tekrar taranıyor onun için. Yeni bir Audrey Hepburn belgeseli daha yayınlandı geçenlerde. Audrey: More than an Icon belgeselinin arkasında BAFTA adayı McQueen’in yapımında görev almış bir ekip bulunuyor. Bir kere daha hiç görülmemiş görüntüleri ve ailesiyle yapılan özel röportajlarıyla Audrey kalpleri yine titretecek gibi gözüküyor.
Bir Hollywood rüyası gibi görünen hayatının ardında karanlıklara açılan hikayelere sahip Audrey Hepburn. Stiliyle, oyunculuğuyla, her şeye rağmen dediğim dedik duruşuyla ikonlaşırken geçmişten getirdikleri onun hikayesine bambaşka anlamlar da katıyor. Hiçbiri yeni değil aslında, o hikayeler onunla birlikte, onun ardından yıllardır anlatılıyor. Ama sıkı da bir ders veriyor herkese. Her şeyin görünenden ibaret olmadığına dair kanıtlar sunar gibi… Tabii, herkesin dersi kendine; hikayeden ne çıkaracağınız size kalmış. Audrey: More than an Icon belgeselinden yola çıkarak dadanıyoruz.
O Hollywood ihtişamını üzerine geçirmeden önce, herkesin de bileceği üzere, Audrey Hepburn’ün hayatı türlü zorluklar üzerinden ilerliyor. İkinci dünya savaşının yarattığı o korkunç atmosferde geçen çocukluk yıllarındaki gibi mesela. Hollanda’da Nazi işgali altında… Çok küçük yaşlarda da babası tarafından terk edilmiş ailesi. O sebeple aslında annesi ile birlikte Hollanda’ya dönmüşler. Gel gelelim eskiden varlıklı bir aile olmalarına rağmen kıtlık baş gösterince onlar da çok zorlanmışlar haliyle. Hatta Audrey’in yetersiz beslenme sebebiyle birtakım rahatsızlıklar bile yaşamış olduğu söyleniyor. Bunun üzerine annesi Ella daha iyi bir geleceğe sahip olsun diye Audrey’yi İngiltere’deki yatılı bir okula göndermeye karar vermiş. Audrey de o zamanlar hem bale yapmayı çok seviyor hem de bir balerin olmak istiyormuş. O kötü zamanlarda hayata bu sayede tutunduğunu da belirtmiş daha sonra. Babası da İngiliz asıllı, İngiltere’de yaşıyor o dönemlerde… Söylenenlere göre dört kere falan görmeye gitmiş kızını. Audrey de daha sonra “Onu daha sık görebilseydim bir babam olduğunu hissederdim belki ama hissedemiyordum” diyerek anlatıyor aslında boşluğa açılan bu ilişkiyi. Öte yandan babasının o zamanların Nazi Almanya’sını, hatta Hitler’i desteklediği söylentileri de var. İşin ”siyasi” boyutu bir yana Audrey’in bale hayalleri çok büyük olsa da maddi sıkıntılar da epey zorluyormuş onları. Annesine destek olmak için çalışmaya karar vermiş o da. Her şey de böyle başlıyor aslında.
Barlarda ve dans gösterilerinde irili ufaklı birkaç iş yaptıktan sonra bir müzikalde yer alıyor ve haliyle birçok kişi arasından kolayca sıyrılıp öne çıkıyor. Keşfedilmesi uzun sürmediği gibi ünlenmesi de uzun sürmüyor. İlk filmi Young Wives Tale’da rol aldıktan sonra Monte Carlo Baby, Lavender Hill Mob ve Secret People filmleri geliyor hemen ardından ama asıl çıkışı hepimizin bildiği üzere 1952’de rol aldığı Roman Holiday sayesinde.
Bu rol ona Oscar ödülü de kazandırınca hem bir sürü sinema filmi hem de Sabrina ve Breakfast at Tiffany’s gibi ikonik rolleri getiriyor ona, kariyer basamaklarını üçer beşer çıkıyor artık.
Başarılı oyunculuk kariyerinin yanında birçok yıldız oyuncu gibi özel hayatıyla da sürekli gündemde tabii. Gerek William Holden ile yaşadığı fırtınalı aşk gerek Mel Ferrer ile yaptığı sorunlu evlilik tüm dünya tarafından mercek altında. Dr. Andrea Dotti’ ile bir evlilik daha yapıyor sonra ama onun da sonu pek mutlu gitmiyor. Mel Ferrer’den Sean adında, Dr. Andrea Dotti’den de Luca adında ikinci bir çocuğu oluyor. Bunlar aslında çoğumuzun bildikleri.
26 yaşındaki İngiliz film yapımcısı Helena Coan’ın yeni belgeseli ise tüm bunların arka planında Audrey hakikatten nasıl biriydi ve tüm yaşadıkları karşısında neler hissetti gibi konulara odaklanacak.
Oğlu Sean Hepburn Ferrer, Givenchy’nin eski sanat yönetmeni Clare Waight Keller ve Tiffany & Co’nun tasarım direktörlüğünden emekli John Loring ile yapılmış özel röportajlar olacak. Hatta bale sevgisine saygı duruşunda bulunan üç ünlü dansçı, onun farklı yaşam evrelerini canlandıracak. Francesca Hayward, şöhretinin zirvesinde ‘Hollywood dönemi Audrey’ini’ oynayacak mesela. Alessandra Ferri ise sonraki yıllarını canlandıracak, genç Audrey olarak da Keira Moore karşımıza çıkacak. İzleyeceğimiz tüm koreografiler ise kendi alanında epey saygıdeğer bir isim olan Wayne McGregor elinden.
Yönetmen Helena Coan; “Film, onu en iyi bilenlerle samimi röportajlar sunuyor. Dans, Audrey’in duygusal manzarasını büyütüyor, yüksek bir drama ve tiyatro duygusunun yanı sıra şimdiye kadar belgeselde henüz kullanılmamış zengin bir görsel dil getiriyor.” diyor.
Araştırmak için üç yıl harcayan Coan, Observer’a yaptığı açıklamada Hepburn’ün imajı ile karanlık günlerinin gerçeği arasındaki zıtlıktan şaşkına döndüğünü de belirtiyor.
“Mükemmelliğin ve güzelliğin bir örneği olarak görülüyordu ama film onun altındaki kişiyi göstermek hakkında. Özellikle erkeklerle ilgili güvensizliklerinden dolayı büyük ölçüde acı çekti ve bunları babasıyla olan ilişkisine ve derin terk edilme sorunlarına bağladığını duymak, bu samimi ayrıntıları duymak çok tuhaftı. Her zaman bu kadar özel olan biri için çok ilginçti” diyor. “1993’te kanserden ölene kadar kişisel sorunlarını sıkı bir şekilde sakladı” diye de ekliyor…
Büyükannesinin ölümünden bir yıl sonra dünyaya gelen en büyük torunu Emma Ferrer ise gerçekten üzüyor: “Audrey hakkındaki en iyi saklanan sır, üzgün olmasıydı” diyor 🙁
Bu arada daha sonra tıpkı Audrey gibi Kıtlık Kışı adı verilen dönemde, Hollanda’da ondan sadece birkaç kilometre uzakta aynı sıkıntıları yaşamış olan aktör Robert Wolders ile tanışmış ve hayatının sonuna kadar birlikte olmuş olsalar da iki zor evliliğin onun üzerindeki etkisi, filmin önemli bir bölümü gibi.
Büyük oğlu Sean “Babam zor ve talepkâr bir adamdı” diyor; “o ise bir baba figürü arıyordu.”
Hepburn’ün hayatının daha az bilinen bir yanını bir araya getirmek için yüzlerce saat arşiv görüntüleri ve materyal üzerinde çalışan Coan; “İkinci kocası, ilişki yaşadığı 200 farklı kadınla fotoğraflandı.” diyerek de şaşırtıyor. Evlilikleri de bilindiği üzere 1980’de sona erdi. İlişkileri hakkında araştırma yapınca da şu açıklama epey etkiliyor bizleri, bir sohbet programına katılan Hepburn, doktorların hastalarına çok iyi davrandığını, ancak asla ailelerine bakmak istemediklerini paylamış…
Yönetmen tüm üzücü olayların onda yarattığı etkilere rağmen; “Hayatı boyunca ister modayı etkilemek ister insani yardım çalışmaları sırasında olsun ününün, gücünün ve ona sağladığı platformun son derece farkındaydı. Bu yardım tutkusu hayatının ilerleyen dönemlerinde uzun süredir hissettiği acıdan kurtulmayı sağladı. Kendi içinde huzuru bulma, Unicef’e katılma ve çocukken yaşadığı gibi savaşın harabeye döndürdüğü ülkelerde çocuklara bakma ve hissetmediği bu sevgiyi geri verme süreci… Pekâlâ döngüsel bir hikaye haline geliyor.” diye son noktayı koyuyor.
Bu arada belgeseli izlemek için Amazon üzerinden sipariş verebilirsiniz. İlerleyen zamanlarda başka platformlardan da izleyebileceğimiz de söylenenler arasında.
Yaşamış olduğu tüm zorluklara rağmen başarılı ve bir o kadar da hatırlanası bir hayat değil mi onunki? Tam olarak ‘kendini başarmak’ dediklerinden sanki.
Audrey Hepburn belgeseli Audrey Hepburn belgeseli Audrey Hepburn belgeseli