Bu bir aşk şarkısıdır: Julia Biel, İstanbul’da

Şarkılarında aşkın her halini anlatan Julia Biel, PSM Caz Festivali kapsamında İstanbul’da.

İnsanın ayaklarını yerden kesen sesiyle, Julia Biel ne anlatsa romantik olur ama o zaten aşk şarkılarından hiçbir zaman vazgeçmiyor; insanlık kadar eski bu mevzuyu, cazın bilg sesleri eşliğinde anlatıyor. İlk albümünü 2005 yılında yayınlayan Julia Biel, daha bu ilk çıkışında tüm ilgileri üzerinde toplamış, BBC tarafından Cazın Yükselen Yıldızı ödülüne layık görülmüştü. Aradan geçen süre boyunca yavaş ama istikrarlı adımlarla ilerledi Julia Biel. Bu esnada müziği de caz ve ötesine geçmiş, indie ve elektro akustikle sınırlarını daha da genişletmişti. Etkilendiği isimler arasında Nina Simone da var, Thom Yorke da… Geçtiğimiz yıl yayınladığı ve kendi adını taşıyan üçüncü albümü, Julia Biel’in müzikal evriminde nereye ulaştığını daha iyi anlamızı sağlıyor. Hem bu sefer aşka dair yeni sorular sorsa da, cevaplar konusunda kendinden daha da emin gözüküyor.

Bu akşam Zorlu PSM’de vereceği konser öncesinde müziğe ve elbette ki aşka dair konuştuk…

Üçüncü ve son albümünle girelim konuya… Tek bir tür altında tanımlaması zor bir kayıt; bünyesinde pek çok farklı sesi bir arada bulunduruyor. Bağımlılık yaratacak cinsten 🙂 Albümün kayıt süreci nasıl ilerledi, anlatabilir misin?

Bağımlılık yaratmasını sevdim 🙂 Teşekkür ederim. Her şarkı sanki seçilmiş gibi geliyor; yazılmaya ihtiyacı varmış gibi. Her şey bana ilham verebilir; bir olay veya bir kişi ya da birinden duyduğum bir söz, düşünceleri de seri halinde peş peşe beraberinde getirebiliyor. Genelde her şey böyle başlıyor, tamamen bilinçaltında…

Bu şarkıların çoğunu konserlerimde çalıyordum zaten. Stüdyoya da birlikte turneye çıktığım müzisyenlerle girdiğim için hepimiz aslında albümdeki her bir şarkının nasıl bir şekli olduğunu önceden biliyorduk. Bu bir lüks tabii, her şey belirlendikten sonra sürece başlamak… Ayrıca şarkılara yeni katmanlar eklemek de çok keyifliydi. Yeni renkler, vurgular, melodiler… Yaptığım işlerin üzerinde biraz düşünebilmeyi seviyorum. O yüzden spontane bir şekilde gelişen canlı kayıtların üzerine eklemeler yapabilmek benim açımdan çok iyi işleyen bir formül oldu.

Etkilendiğin gruplar arasında Radiohead ve Pink Floyd gibi isimler olduğunu da söylüyorsun. Bu son albümdeki Say It Out’u dinlerken, Radiohead’in OK Computer dönemini anımsar gibi oldum biraz. Özellikle gitarlarda. Bu iki grubun müziğiyle nasıl bir ilişki kuruyorsun, onlarla yolun ne zaman kesişti?

Jonny Greenwood sıra dışı bir gitarist, her yaptığı istisnasız büyüleyici, o kadar saf, güzel ve duygulu ki. Çok ilginç, gerçekten iyi bir tespit, Radiohead’in OK Computer dönemi benim için müzikal olarak çok önemli. Son zamanlarda onların işlerini dinleme fırsatı bulamadım, dinlemeyi bekleyen o kadar çok şey var ki… Aslında bu biraz da bilinçli, bir başlarsam derinlere dalacağımı biliyorum ve buna hazır olmalıyım. Onları canlı da dinledim, gerçekten muhteşem bir grup, hep sınırları zorluyor, karışımları ile yeni alanlar açıyorlar. Rob Updegraff (bizim grubun gitaristi) ile ortak tutkularımızdan biri İngiliz gitar grupları. Onların etkilerini paylaşmak ve yaptığımız işe katmak gerçekten çok güzel.

Indie rock ve jazz müziği sence nerelerde kesişiyor?

Bence modern müziğin tüm türleri jazz’ın altın çağından geliyor. Jazz çaldığın veya söylediğine karşı bir özgürlük tavrıdır, anda var olmak ve kendini ifade edebilmektir.

Vokallerini Nina Simone ve Billie Holliday gibi efsanelere benzetiyorlar. Büyürken ne tür müzikler dinledin? Şarkı söyleyebildiğini ve müzisyen olmak istediğini tam olarak keşfettiğin an ne zamandı?

Büyürken jazz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Benim geçmişimde ‘ailemin plak koleksiyonuna daldım’ gibi hikayeler yok, bir kere plak koleksiyonları yoktu, hatta radyoda bile müzik dinlemek gibi bir alışkanlıkları yoktu. Nat King Cole’ün varlığının belli belirsiz farkındaydım, ama jazz kelimesinden ve arkasındaki hikayeden haberim yoktu. Ama bu aynı zamanda müziği dilediğim gibi keşfetmekte özgür olmama izin verdi, buna da minnettarım. Önce radyodan dinleyebildiklerimle başladım ve özellikle güçlü kadın sanatçılardan, mesela Neneh Cherry, Sade, Annie Lennox, çok etkilendim. Ama en önemlisi her zaman şarkıydı. Klasik piyano ve keman öğreniyordum ve kilise korosunda söylüyordum. Müzik öğretmenim sesimi fark etti ve kendi zamanından ayırarak benimle çalıştı. Konserlerde falan bana solo kısımlar ayırarak kendime güvenimi oluşturmaya çalıştı. Ama sonra bir gün sesimin uyumlu olmadığını söyleyerek bir koro faaliyetine katılmamı izin vermedi. O zaman bu çok kafamı karıştırmıştı, ama şimdi sesimin niteliğini ayırt edebildiğim için anlayabiliyorum. Tam da o sıralarda klasik piyano çalışmaktan sıkılmıştım ve bir gün Cassandra Wilson’un ‘Blue Light Til Dawn’ şarkısını ve Weather Report’un ‘Birdland’ şarkısını duydum. Bu şarkılarda, anlayamadığım, daha önce hiç hissetmediğim şekilde bana dokunan bir yön vardı ve böylece sonund jazz dünyası önümde açıldı ve onun tüm güzelliklerini keşfetmeye başladım.

Müzisyen olmak bir sonraki aşamaydı ve açıkçası düşündüğüm bir şey değildi. Çevremde bu konuda beni destekleyen olduğunu da söyleyemem. Örnek alacak kimse de yoktu. Üniversiteyi bitirdiğim sıralarda, bu arada bir kaç grupta söylüyordum, beni en çok heyecanlandıran şeyin sözle müziği birleştirmek ve hissettiklerimi başkalarıyla birlikte dışavurmak olduğunu fark ettim. Yine bu sıralarda piyanoya geri dönmüştüm, ama artık bambaşka bir yaklaşımla çalıyordum, harmonik olarak hoşuma giden sesleri keşfediyor ve kendi anlatılarım için kelimelerle oynuyordum. Özgürleştirici, rahatlıcı ve bağımlılık yapıcıydı.

İlk albümün Not Alone’u 2005 yılında çıkardın. O zamandan beri şarkı yazarlığın ve müzik algın nasıl değişti sence?

Kendi şarkılarımı yazıyordum ama onları icra etmeye cesaretim yoktu, çok az müzisyen tanıyordum ve hepsi o kadar ileriydiler ki onların yanında çekingen kalıyordum. Fakat sonunda bir gitarist ile tanıştım, Jonny Phillips, birlikte bir kaç kere jazz çaldıkltan sonra, yazmayı ne kadar sevdiğimizi fark ettik ve birlikte şarkı yazmaya karar verdik. ‘Not Alone’un gövdesini işte bu ortaklık oluşturuyor ve fark ettiğin müzikal etkiler Jonny ile buluştuğumuz ortak noktaları temsil ediyor. Beni biçimlendiren dönemlerden biriydi ve bir grup kurmayı, yürütmeyi, albüm kaydetmeyi ilk kez deneyimlediğim ve muhteşem kimi müzisyenlerle müziğin potansiyelini keşfetme şansını bulduğum bir dönemdi. Bu dönemde çok şey öğrendim ve bir müzisyen olarak kendime güvenim çok gelişti, hemen akabinde de ‘Not Alone’ İngiltere’de çok iyi karşılandı ve bu muhteşemdi.

Ondan sonra sıradaki mantıklı adım kendi şarkılarım için doğru müzikal ortamı bulmaktı ve bu arayış ilk grubun yumuşak akustik tarzının aslında buna uygun olmadığını ortaya çıkardı. Böylece, bir sonraki albümü çıkarmadan önce, doğru müzisyenleri bulmak, gitar çalmayı öğrenmek, albüm kaydı ve yapımı ile ilgili bir ton yeni şey öğrenmek, kendi sesimi keşfetmekle dolu bir dönem başladı. Kolay değildi ama kendi müzikal kimliğimi anlayabilmek için zorunlu bir çalışmaydı. Yine de söyleyebilirim ki, şarkı yazarlığı ve müzik algısı konusundaki bakışım temelde değişmedi – benim için önemli olan söylemeye değer bir söz, şarkının var olması için bir sebep, sonrasında o şarkıyı ifade etmenin milyonlarca yolu var. Önemli olansa incelikler.

Stüdyoya girmeden önce nasıl bir hazırlık aşamasından geçiyorsun? Yeni ilhamları nerelerden topluyorsun?

Şu aralar biraz daha farklı yollar izliyorum ama genelde önce evdeki stüdyomda demo kaydederek işe başlıyorum. Bazen final kayıtlar öncesindeki tüm temeller bu esnada atılıyor; bazen de skeç yapar gibi fikirleri deneyerek, neyin en iyi olacağını anlamaya çalışıyorum. Bir süre böyle kendi başıma takıldıktan sonra, çalmadığım yerleri devralmaları için diğer müzisyenlerle buluşuyorum. Her şarkı, kendi formüllerini dikte ederek tamamlanıyor. O yüzden sonuca nasıl ulaşabileceğinizin tek bir yolu yok, her şeye açık olmanız lazım.

Sence aşk şarkılarının gücü nereden geliyor? Hepsi de teselli vermiyor, malum ama yine de aşk şarkılarının yerini hiçbir şey alamadı. Sence bir gün, aşkla ilgili doğru cevapları bulabilecek miyiz?

Aşk aslında umut demektir; anlaşılmayı ve anlamayı ummak… İnsanlar çok komplike ve sürekli değişen bir dünyada onlar da değişimden geçiyorlar. O yüzden bugün doğru gibi gözüken cevap, yarın çok alakasız kalabilir. Doğru zamanda karşınıza çıkan, ‘doğru’ aşk şarkısı, nerede olduğunuzu anlamanız konusunda size yardımcı olabilir. Aşk şarkıları, duyguların sarhoş edici hissine bir tür zemin yaratıyor ve bence, her daim bu şarkılara ihtiyaç olacak.

Bu senin İstanbul’daki ilk konserin. Neler bekliyor bizi?

Konserlerim sırasında izleyiciyi duygusal bir yolculuğa çıkarmayı seviyorum, o yüzden hazır olun! Eski albümlerden şarkıların yanı sıra, yenileri de çalacağım. Müzik yapıyor olmanın en güzel tarafı tamamen anlara bağlı olması; nereye gideceğimize asla tam olarak karar veremeyiz, o an oradakilerin enerjisine bağlı her şey… İlk kez İstanbul’da çalacağım için çok heyecanlıyım!