
Çocuksu bir neşeyle başlayıp kahredici gerçekliğe bürünen bir film: Roma
Bittiğinde herkesin aklında farklı farklı sahnelerle yer eden, sıradan gibi gözüken detaylar üzerinden kocaman bir hikaye anlatan, hayata dair tüm duyguları bünyesinde barındıran bir film Roma. Yaşattığı hisleri kolay kolay unutmak mümkün değil.
75. Venedik Film Festivali’nde en şanlı ödülü kapınca tüm dikkatleri üzerine çekmişti Roma. Aslında bayağıdır adı dönüyordu: Cannes ve Netflix arasındaki çekişme önümüzdeki yıllara da yansıyacak bazı ciddi mevzuları alevlendirdiği gibi, Netflix’in Roma’yı da Cannes’dan çekmesine sebep olmuştu.
Zira Cannes ekibi, festivalde yarışacak filmlerin Fransa’da da vizyona girmesi gerektiğini ve bu kurallarını bozmayacaklarını söylüyor (ki aslında geçen sene bu kuralı pek umursamamışlardı ama sonrasında başları fena ağrımıştı); Netflix ise dağıtımcısı olduğu filmleri sadece kendi ağı üzerinden yayınlayacağını ısrarla vurguluyordu. İki taraf da geri adım atmadı ve Netflix Roma’yla birlikte tüm filmlerini alıp festivalden çıktı. Festivallerin gelenekçi tavrı ile dijital platformların uzlaşması ise başka bahara kaldı…
Netflix’te buluşalım
Siyah-beyaz ve İspanyolca çektiği bu hiçbir türe sığmayan filminin vizyonda kendisine yer bulmakta zorlanacağını düşünmüş Alfonso Cuarón. Bu açıdan Netflix’in filmine süreklilik sağlaması (yani evet, bir-iki bağımsız sinemada gösterildikten sonra bir köşede unutulup gitmek yerine) ve dilediğini serbestçe uygulama alanı tanıması önemli birer kriter olmuş Cuarón için. (O kadar haklı ki…)
Türkiye’de ilk kez Filmekimi’nde gösterilmişti Roma. Festivalde kaçıranlar ise buluşmayı Netflix’in yayınlayacağı tarihe bırakmıştı; yani 14 Aralık’a, yani geçtiğimiz cuma gününe…
Alfonso Cuarón Roma’yla birlikte, Y Tu Mamá También’den tam 18 sene sonra yeniden Meksika’ya dönüyor. Hatta sadece Meksika’ya değil, büyüdüğü sokağa da dönüyor. Anlattıkları ise, kendi çocukluğundan zihninde kalanlar… Evet, 1970’li yılların başına dönen filmin esas karakteri, Cleo adında, orta sınıf bir ailenin yanında ev işlerini yapmak için çalışan genç bir kadın olabilir ama onun üzerinden kendi hikayesini kusursuzca işlemiş Cuarón: Cleo’nun evdeki hayatı, Cuarón ve ailesinin başından geçenlere odaklanırken, Cleo’nun ev dışında kurduğu hayatı ise Meksika’nın en kanlı olayına doğru adım adım ilerliyor.
Mobilyacı dükkanının camından katliam sahnesi
Giderden yavaş yavaş akan sabunlu suyun, fizik kurallarına karşı gelemeyen sıradan hareketleriyle açılıyor Roma. Ve film boyunca, ne kadar görkemli ya da ne kadar şiddetli olaylar yaşanırsa yaşansın, bu sıradanlığa verdiği önemi hiç eksiltmiyor. “Sıradan” bir rutine sahip, “sıradan” orta sınıf bir ailenin günlük yaşamıyla açılan film, en acı sahnesinde bile “sıradan” hayatın detaylarına vurgu yapıyor. Cleo ve evin büyükannesinin bebek beşiği almak için girdiği dükkan, büyükannenin yolda büyük yürüyüş için ellerinde pankartlarla geçen öğrencileri görüp “Yine çocukları dövmezler umarım” deyişi (o kadar tanıdık ve acıtan bir cümleydi ki aslında), duvara dizilmiş saatler ve saatlerin gösterdiğinden sadece dakikalar sonra gerçekleşen Corpus Christi Katliamı. Polisin paramiliter gruplarla bir araya gelerek solcu öğrencileri katlettiği, Meksika’nın en kanlı olaylarından biri…
Bünyeyi hırpalayan tezatlıklar
Cleo’nun kendi hikayesinin kötü bir yere gideceği belliydi ama “sıradan” bir mobilya dükkanında bu kadar büyük bir olayla çakışacağını çoğu izleyici beklemiyordu muhtemelen. Tezatlıkların etkisi daha da vurucu oluyor, malum. Her an her şeyin olabileceğini buz gibi bir hisle hatırlatıyor… Bir de tabii, yine “sıradan” bir antrenman izlediğimizi zannedip, meğer katliamın hazırlıklarına önceden şahit olduğumuzu öğrenmenin dehşeti var. Meksikalı izleyiciler ve ülkenin tarihine hakim olanlar olayların gidişatını tahmin etmişlerdir muhtemelen izlerken; benim sonradan Google’lamam gerekti.
Cleo’yu doğum için hastaneye getiren büyükannenin bir taraftan ağlayıp diğer taraftan da hanımefendiliğini korumaya çalışarak Cleo’nun bilgilerini hemşirelere vermeye çalışması (ve verememesi), doğumhanedeki doktorların Cleo’nun aslında aslında çok trajik olan doğumuna her gün yaşadıkları bir vaka olduğu için dramdan uzak bir sıradanlıkla yaklaşmaları… Cleo ölü doğmuş kızını kucağına aldığında, ben açıkçası artık paramparça olmuştum. Ki aslında Cuarón’un bunları izleyiciyi dövmek için değil, hayatın akışını en olağan haliyle bize sunmak için anlatmış olmasına rağmen…
Aslında çocuksu bir neşeyle başlamıştı Roma. Uyku mahmuru çocukların, ayrıca dadılıklarını da yapan Cleo tarafından tatlı tatlı şarkılar eşliğinde uyandırıldığı bir filmdi. Ormandaki yangına kadar da öyle devam ediyordu. Hatta yangında bile, kovalarla ateşlerin üstüne su attıklarında çocukluk anılarıyla özdeşleşen eğlenceli bir hal vardı. Annenin, babanın gidişinin ardından kendi kendine geliştirdiği mücadele etme yöntemi de bir noktada komik sayılırdı: adamın arabasını hırsla oraya buraya çarpması, çizip kırması… Sonra bir anda kahredici bir yere doğru savruldu film. Ama sonunda hepsi birbirine sarıldığında hayatta her şeyin daha iyi olacağına dair inancım güçlendi. Hem filmdeki karakterler adına, hem de nedense, kendim adına… (En azından film yüzünden kalbim daha fazla kırılmayacaktı belli ki.)
Sonradan hiçbir yerde okumamaya çalıştım; çocuklardan hangisi Cuarón, bilmiyorum. Sanırım bazı ipuçları vermiş ama: Sürekli astronot kıyafetleriyle gezen, “ben yaşlıyken” diye o anda uydurduğu hikayeleri kendinden geçerek anlatan sarı kafa çocuğun ileride kendisi olacağına dair hislerim büyük. Neticede o çocuklar arasında, büyüyünce uzayda süzülen bir astronot filmi çekeceğine dair en çok sinyali o verdi.