Çok yönlü bir hikaye anlatıcısı: Funda Çakır

Hiçbir detayı es geçmeyen, hem görsel hem de yazılı, bir hikayeyi bütünüyle ele alan bir anlatıcı Funda Çakır. İçerik sözcüğünün günlük hayatta bu kadar çok döndüğü şu günlerde aslında ondan öğrenecek çok şey var. 

Fotoğraflar: Alex Kroke

Sosyal medya bize neler etti, değil mi? Herkes içerik uzmanına dönüştü sayesinde. Evet, bu işe profesyonel olarak gönül vermiş biri olduğum için bu son cümleyi biraz imalı söyledim. Sesimi duysanız biraz kızgın olduğumu da fark ederdiniz muhtemelen. Zira her şeyin like’lara, takipçi sayılarına indirgendiği günümüz dünyasında içerik her ne kadar yüceltilse de bir taraftan da o kadar değersizleştiriliyor.

Biz Dadanizm olarak içeriğe biraz takıntılı olduğumuz için, bu alandaki çok yönlü işlerini takdir ettiğimiz Funda Çakır’la yollarımızı kesiştirdik. Marka iletişimi konusunda işin tüm yönlerine hakim biri Funda. Tasarımdan metinlerin oluşturulmasına, videodan fotoğrafa; pek çok farklı anlatım yöntemini projelerinde kullanmış, bu yetkinliği sayesinde de bütünlüklü işler yaratmış. Yaptıklarına bakarken bile büyük bir heyecan ve tatmin duyuyor insan…

ABD’de yaşamak hayalini yarıda bırakmayıp kafasının istediği yönde ilerleyen ve çok sevdiği mesleğini şimdilerde New York’ta sürdüren (buna ayrıca özeniyoruz tabii) Funda’ya aradaki saat farklarını ve mesafeleri umursamadan sorularımızı sıraladık. Her açıdan kendisinden ilham almakta fayda var.

Funda merhaba! Şu an New York’tasın değil mi? Hava soğuk olmalı…

Merhaba Seden! Evet, şu an New York’ta çok sevdiğim NEWSBAR adlı kafeden yazıyorum sana bu cevapları. Hava epey soğudu, hatta bu sabah yürürken artık eldiven takma zamanı gelmiş dedim kendi kendime.

Aslında son yıllarda, yaşananların da etkisiyle yurt dışına göç daha da arttı. Özellikle beyaz yaka ve kreatif alanlarda çalışanlar açısından. Seninki öyle bir hikaye değil sanırım, ABD’ye ilk gitme tarihine bakacak olursak… İstersen başa saralım; ABD’de yaşamaya nasıl karar verdin?

Benim Amerika ile ilişkim herkes gibi çocukluktan itibaren izlediğimiz filmlerle başladı. Ekranda görüp büyülendiğimiz sokaklar, binalar, insanlar, kafeler, plajlar… New York’u ilk ziyarete geldiğimde yedi-sekiz yaşlarındaydım. Long Island’da kocaman bahçeli bir evde kalmıştık. En çok etkilendiğim şeylerin sokaktaki sincaplar ve devasa pizza dilimleri olduğunu hatırlıyorum. O zaman ikiz kuleler yerinde duruyordu ve onun tepesine çıktığımızda büyülenmiştim. O zamanı ve ne hissettiğimi düşününce ‘özgürlük’ kelimesi ağır basıyor içimde. O yaşta bir çocuk için ne kadar anlamı olabilir ya da ne ifade edebilir özgürlük diyebilirsin ama o his işte insanı galiba buraya bağlıyor. Özgürce kendini ifade etmek, sokaklarda bağırarak şarkı söyleyebilmek, çıplak ayak koşabilmek, insanlarla içinden geldiği gibi iletişim kurabilmek. Bunlar beni o yaşlardan beri cezbediyor.

İlerleyen yıllarda New York’la bağlarım kopmadı birkaç seyahatim daha oldu ama benim Amerika hikayem İspanyolcada ‘Melekler’ anlamına gelen Los Angeles’da başladı. Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım bölümünü bitirdikten sonra ne yapacağımı anlamaya çalıştığım dönemde annem bana bir gazetenin pazar ekiyle geldi. Onun hayatta her zaman her şeyin mümkün olabileceğine dair inancı sayesinde ben de ekte haberi olan ve Los Angeles’ta Hollywood filmlerinin afiş tasarımlarını yapmakla ünlenen ofiste staj yaparken buldum kendimi. Ankara’daki evimizden ilk ayrılışımdı ve sonrasında New York, Los Angeles, İstanbul, Ankara arasında geçen ‘göçebe’ yaşam biçimi böylelikle başladı.

Peki mesleki açıdan bu yer değişimi seni nasıl etkiledi? Orada da Türkiye’de yaptığın işe devam edebiliyor musun? Bize işinin detaylarından bahsedebilir misin?

Los Angeles’ta staj sonrası kalmaya karar verdiğimde İletişim eğitimim üzerine bir de Grafik Tasarım okudum. Geçtiğimiz aylarda New York Carnegie Hall’da 16.sı düzenlenen ve fotoğrafın Oscarları olarak bilinen Lucie Awards’ta yaratıcı direktör olarak çalışmaya başladım. Lucie Foundation ile ilişkim çok uzun seneler sürdü.

Los Angeles’tan sonra Türkiye’ye geri döndüm, dokuz sene kadar. Şu anda yaptığım işin başlamasında ve şekillenmesinde en önemli etkenlerden biriyse İstanbul menşeli masa üzeri ve mobilya tasarım markası ‘ilio’ ile çalışmak oldu. Grafik tasarım projeleri yapmak için girdiğim yerden editör ve tasarım iletişimi danışmanı olarak çıktım.

O dönemde sadece yaratıcı sektörden insanlar için iletişim yapmak konsepti henüz tam oluşmamıştı Türkiye’de. Pratikte hem tasarımcı hem de bir iletişimci olarak bu iki alanı birleştirip yaratıcı insanlara farklı bir servis verebileceğimi fark ettim. Böylelikle bağımsız olarak çalıştığım bir sistem kurdum ve ‘iletişim tasarlamaya’ başladım. Basın ile kurduğum güzel ilişkiler vesilesiyle de yazı yazmaya… ALL Decor dergisinin son sayfasında her ay dünyadan sanatçı, mimar ve tasarımcı ikonlardan bahsettim. Benim dünya ile olan bağlantımdı bu yazılar. Dünyanın her yerinden insanlarla iletişimde olmak ve röportajlar yapmak beni çok besliyordu. Böylelikle farklı kültür ve coğrafyalardan kopmuyordum.

Hayat beni bu süreçte New York’a profesyonel anlamda hazırlıyordu galiba, ben farkında olmadan. 2015 senesinde aniden New York’a yerleşmek üzere buraya geldiğimdeyse kendi alanımda epey tecrübeli ve donanımlıydım zaten.

funda

Peki New York’a ilk gittiğinde neler karşıladı seni? Hemen başladın mı çalışmaya?

Geldiğimde hemen noktaları birleştirerek ve geçmişteki bağlantılarımı da kullanarak yeni kapılar açmaya başladım. Aynı anda birkaç ofiste yarı zamanlı çalıştım ilk senelerde. New York menşeli mimarlık ofisi Buro Koray Duman ve PR ajansı DADA Goldberg ile tasarım ve mimarlık için iletişim adına harika projeler yaptık. Londra merkezli yaratıcılık odaklı bir iletişim ve halkla ilişkiler ajansı olan Alpha-Kilo’nun New York ayağı oldum. Rahmi Koç’un Amerika’ya getirdiği Simit & Smith markasının yeni kurumsal kimliği oluşurken beraber çalıştık. New York, Los Angeles, San Francisco ve hatta Vancouver’dan irili ufaklı pek çok proje tamamladım. Liderler için kurumsal iletişim eğitimi veren The Humphrey Group’a bir seneyi aşkın süre iletişim tasarımı ve marka danışmanlığı yaptım. Projeyi yaparken liderlik ve kurumsal iletişimle alakalı ben de pek çok şey öğrendim.

Bildiğimiz kadarıyla iletişim konusunda PR’dan içerik üretimine, tüm alanları kapsayan bir yetkinliğin var. “Content is the king” mottosunun ağızlara sakız olduğu şu çağda, içerik üreticiliği ve hikaye anlatıcılığı sence ne durumda?

İçerik üretimi fazlasıyla revaçta günümüzde evet, ne kadar kaliteli olduğu tartışılır tabii ama asıl hikaye anlatımı bambaşka nitelikleri gerektiriyor bence. Hikaye anlatan kişinin elinden, gözünden, dilinden ve ruhundan çıkıyor; bu açıdan hangi donanımda insanların hikayeyi anlattığı çok önemli. O hikayeye kendi birikimlerinden katmak ve ortaya değerli bir şeyler koymak… Çağımızda her alanda ve anlamda olduğu gibi incelikli yapılan içerik üretimden de uzaklaştık. Var olmak için nereden geldiği bilinmeyen trendlere uyuluyor, yeni dünyanın süratine yetişmek adına hızla ortaya görseller, imajlar, fikirler filtrelenmeden atılıyor.

Bir mimar veya tasarımcı ile çalışırken onların ne büyük emeklerle projeleri ortaya çıkardığına şahit oluyorum hep, o zaman aynı çapta bir emekle o yapılan işleri anlatmaktır doğru olan.

Ben hep şuna inanırım: İnsanlar artık bir içeriğin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu çok iyi idrak edebiliyor. O yüzden içerik üreticileri her zamankinden daha dikkatli olmalı 🙂 Sence dijital zirvedeyken içerikler de ne şekilde değişecek? Sen bu mesleğe başladığından bu yana, görsel ve yazılı, içerikler açısından nasıl bir dönüşüme şahit oldun?

Evet içerik üreticileri daha dikkatli olmalı doğru, aslında ama en önemlisi de bilinçli olmalı. Neyi neden yaptığının, yazdığının, paylaştığının farkında olmalı. Aslında biz bir kültür yaratıyoruz ve bu kültür bizim değerlerimizi şekillendiriyor. Büyüklerimiz ‘konuşmadan önce düşün’ derler ya, bence bir içeriği paylaşmadan önce de iyice, etraflıca değerlendirmek lazım, ben ortaya ne koyuyorum diye. O ortaya konan bilgi ya da görsel pek çok kişinin evine, beynine, ruhuna, düşüncelerine ve gündelik hayatına dokunuyor çünkü. Önemli bir sorumluluk bu!

Video içeriği yükselişte. Basılı bitecek diyorlar. Senin için hangi tür içerik öncelikli?

Ben nostaljik bir insanım hâlâ elime kitapları, gazete ve dergileri alır koklarım okumadan önce; sayfalarından çıkan sesi ve basılı malzemenin dokusunu severim. Saatlerce gezerim kitapçılarda… Sevdiğim insanlara her fırsatta elimle kartlar yazarım. Basılı bir dünyanın bitmesini kabul edebileceğimi zannetmiyorum. Etmeyelim de zaten lütfen! 🙂 Tabii ki teknoloji bize yeni ne sunuyorsa onları kullanmak, keşfetmek ve deneyimlemek de çok güzel ve gerekli.

Benim hayatıma YouTube ve video içeriği çok yeni girdi diyebilirim. Bir gün kendimi Cüneyt Özdemir’in Brooklyn’deki evinde şahane bir ekiple talk show yapmayı planlarken buldum. Hayatımda en çok severek ve eğlenerek bu işi yaptım diyebilirim. New York’ta YouTube’un kendi stüdyolarında bir talk show yapmaya başladık. Benim ilk yapımcılık tecrübemdi ve çok güzel bir dönemdi. Stüdyoda olmak, bir ekibin parçası olarak üretmek, birilerine ulaşmak ve onları yanımıza taşımak, kameranın arkasında olmak ve hatta hiç beklemediğim bir şekilde önünde olup bundan da keyif almak… Yaptığımız en önemli şey bence hep beraber çok eğleniyor olmaktı. Şov bitti ama ben röportajlarıma devam ediyorum YouTube’da. Kendi kendimin hem yapımcısı hem kameramanı hem editörü hatta hem de izleyicisiyim şu anda.

Soruna cevap vermem gerekirse, benim için özgün, doğal, gerçek ve güzel içerik öncelikli. Basılı veya video, stratejik olarak nasıl paylaşmak daha uygun olacaksa ya da paylaşılan bilginin doğasına hangisi daha uygunsa diyelim. Bu markanın ve kişinin kimliğine göre değişebilir. Bazı sosyal medya hesaplarının fotoğraflarını görmek daha etkileyici, bazıları da videolarıyla öne çıkıyor mesela.

Bazı insanlar marka iletişimini çok kolay bir şey gibi sanıyor ama hani derler ya “360 derece” düşünülmesi gereken bir konu bu. Senin en hassas olduğun alan nedir bu işle ilgili?

Marka kimliği yaratmak sadece bir logo ve basılı malzemelerden ibaret sanılıyor ama aslında biz insanların duyularına ve akıllarına hitap eden durumlar ve tecrübeler yaratıyoruz. Bir markayı oluştururken onun ilişkilerini de yaratıyoruz.

Benim en hassas olduğum alan markanın verdiği mesaj. Bu mesajın sosyal ve kültürel anlamda değerli olması lazım. Hitap ettiği yerde anlaşılıyor ve hatta takdir ediliyor olması lazım. Markayı oluştururken seçilen her öğenin duyusal ve psikolojik etkileri var insanlar üzerinde ve bunların doğru bir şekilde araştırılıp kullanılıyor olması gerek. Çok detaylı ve incelikli, tam de senin dediğin gibi “360 derece” düşünülmesi gereken bir konu. Bu yüzden de müthiş keyifli zaten, bunları sana anlatırken bile heyecanlanıyorum desem 🙂

En son yaptığım projelerden biri New York’un 1984’ten beri hizmet veren en köklü ecza gruplarından birinin kurumsal kimliğini ve görsel dilini yenilemek oldu. Benim için çok farklı bir alan ama güzel bir tecrübeydi. Kala Pharmacy için yaptığım çalışmada markanın yer aldığı mekanlarla alakalı detaylı araştırmalar yaptım. Renk seçimi mesela benim için epey düşündürücüydü. Dünyanın her yerinden insanlar var New York’ta biliyorsun, en enternasyonal şehirlerden biri burası. Bir rengin bana ifade ettiği şeyler başka birinde farklı duygular uyandırabilir. O yüzden dediğim gibi çevreyi, kültürü ve insanları uzun bir araştırma sonucunda seçtiğim renklerle ilerledik. Bunun dışında markanın köklü olmasından da faydalanarak, modern dokunuşlarla retro bir dil yarattım onlar için.

fundaek

Markalaşma sürecinde de pek çok kreatif insana destek veriyorsun. Bir şey yaratma konusunda çok yetenekli olan birisi için bile marka oluşturma zorlu bir süreç… İşin içinde farklı dinamikler var. Bu süreci nasıl yönetmek gerekir? İlk neyle işe başlıyorsunuz?

Bu soruyu okuduğumda aklıma hemen takı tasarımı markası toz design ve yaratıcısı Leyla Taranto geldi. Benim bağımsız çalışmaya başladığımda ilk müşterimdi ama müşteri demek şu anda garip geliyor çünkü değerli bir dost oldu yıllar içerisinde. Leyla hayatımda tanıdığım en yaratıcı ve detaycı insanlardan biri. Onunla çalışmak ve bu bahsettiğin süreci yönetmek bana bir okul gibi çok şey öğretti.

İlk ne ile başlıyorum bir projeye biliyor musun? Bağ kurmak ile. Bunu yaptığımda marka benim markam oluyor ve böylelikle empati kurup anlıyorum, dinliyorum ve özümsüyorum. Sonrasında kendi emeğimle yaptığım bir tasarımı ya da projeyi anlatır gibi aktarıyorum. Samimiyet ve çalışma prensipleri olduğu sürece çok organik bir şekilde ilerliyor her şey.

Peki şimdiye kadar gördüğün en iyi iletişim örneği nedir?

Aklıma Apple geliyor hemen. Eminim daha fazla düşünsem başka markaları da hatırlarım ama hayatımızda kapladığı yer yadsınamaz derecede büyük Apple’ın. Dünyanın iletişim kurma şeklini değiştirdi. İyi anlamda mı değiştirdi bizleri insani olarak, emin değilim hâlâ ama kesinlikle başarılı bir örnek! Bir markanın yeni bir devir yaratmasına tanık olduk. Markanın kullanıcıları ile kurduğu iletişim hep çok cazip ve güçlü.

Bugünden geçmişe baktığında, iyi ki yapmışım dediğin ve gurur duyduğun bir işinden bahsedebilir misin bize? Belki ilham olur bizim için de 🙂

Yaptığım en keyifli projelerden biri, Los Angeles’taki ilk yıllarımda sıklıkla ve çok severek gittiğim, kocaman ahşap masaları ile beni cezbeden restoran zinciri Le Pain Quotidien’in merkez ofisinde, onların marka kitabını hazırlamak oldu. Gerçeğe dönüşen bir hayaldi bu. Hep onlarla çalışmak istemiştim öğrencilik yıllarımda ama merkez ofislerinde böyle bir projeyi yönetmeyi hayal edemezdim. Dört ay süren projeyi tamamlamak için Wall Street’teki ofise gidişlerim, elimde kahvemle sabahları yürüdüğüm sokakların hepsi benim için birer film karesi gibiydi.

Bir diğeri, kahvecide kuyrukta beklerken tanıştığım kişinin aylar sonra bana bir fotoğraf makinası ve tasarladığı HYPNAP isimli, seyahatlerde uyumaya yardımcı olan bir objeyle gelip “Bunu senin gözünden görmek istiyorum New York sokaklarında” demesiydi. Her gün elimde o tasarım objesiyle dolanarak fotoğraflar çektim. Objeyi de, kendimi de iyice New York’taki günlük hayatın içerisine yerleştirdim. İnsanlarla tanıştım, konuştum onları bu objeyle fotoğrafladım ve sonucunda marka için görsel bir hikaye yarattım.

Sırada neler var senin için?

Mesela panelistlerinden biri olduğum etkinlik için araştırma yapıyorum şu anda. Hem üyesi hem de mentor’ları arasında yer aldığım New York’taki Türk Amerikan Mimar, Mühendis ve Bilim Adamları Derneği MIM düzenliyor bu paneli. Amerika’da çokça hayatımızın içerisinde olan ‘Startup’ dünyasına yolculuk edeceğiz. Ben bir startup kurulurken marka ve hikayesi nasıl oluşmalı, kullanıcılara nasıl hitap etmeli, network yaratmanın incelikleri, markayı yaratıcı bir şekilde pazarlama ve basın ile ilişkileri kurma gibi konulara değineceğim panelde. Teknoloji dünyasında insan ile alakalı duygu, tecrübe ve değerleri yükseltmek son zamanlarda benim çok ilgimi çekiyor ve bununla alakalı daha fazla çalışma ve projeler yapmak istiyorum.

Çok teşekkür ederim Seden. Seninle sözleştiğimiz gibi bir sonraki röportajımızı

Central Park’ta dolanırken yapmamızı diliyorum!