
Don Kişot’laştıramadıklarımızdan mısınız?
Quixoteception
Zizek mi demişti, her post-modern film, içten içe film yapmanın kendisiyle ilgilidir diye? The Man Who Killed Don Quixote kesinlikle bu filmlerden bir tanesi. Don Kişot, zaten kendi yarattığı hayal dünyasında yaşayan bir karakter. Bu bakımdan üretim sürecindeki her yönetmenin, yazarın bir Don Kişot olduğu söylenebilir. Üstelik yönetmen Terry Gilliam, bu filmi kafasında kurmaya 30 sene önce başlamış. 30 yıldır bu film kafasında yaşıyor; filmi bir yandan yapıyor, bir yandan olduramıyor. Artık imkansız gibi gözüktüğü noktada, vazgeçmeyip, devam etmiş olması zaten başlı başına bir Don Kişot hikayesi. Filmin çekim hikayesini merak edenler Lost in La Mancha belgeselini izleyebilirler. En azından 1989’dan 2002’ye kadarki süreci oradan öğrenebilirsiniz.
Gilliam, filmin perde arkasındaki Don Kişot’u. Perdede ise birden fazla Don Kişot’la tanışmak mümkün. Adam Driver, Toby isminde bir yönetmeni oynuyor ve La Mancha’lı Don Kişot diye bir film çekmeye çalışıyor. Gilliam’ın başına gelene benzer talihsizlikler onun da başına geliyor. Proplar bozuluyor, dekorlar yıkılıyor… Akşamına bir restoranda yapımcılarla toplantıdayken, bir korsan DVD satıcısı, Toby’e yıllar önce, sinema öğrencisiyken çektiği Don Kişot filminin DVD’sini veriyor. Filmi izleyen Toby, amatör zamanlarındaki heyecanı ve tutkuyu hatırlamaya çalışıyor. Bu noktada Toby, hem Gilliam’dan hem de Kişot’tan bir iz taşıyor.
İlk filminin verdiği heyecan ve de çekimlerin bir türlü ilerleyememesini fırsat bilerek, ilk filmi çektiği yakınlardaki köye gidiyor. Köye vardığında, Don Kişot rolünü verdiği ayakkabı tamircisinin, kendini gerçekten Kişot zannetmeye başladığını, kurtarılacak masumlar, kahramanlığını kanıtlayacağı maceralar aradığını görüyor. Giderek kendisi de onun Sancho Panza’sı haline gelmeye başlıyor. Gerçeklik ve sanrılar birbirine girmeye başlıyor. İkisinin başlarına tuhaf tuhaf işler geliyor. Bu olaylar, yanlış anlamalar, paranoyalar ve histerik haller silsilesi, modası geçmiş bir komedi üslubunu doğuruyor. Modası geçmiş dediğime bakmayın, salonda hatırı sayılır miktarda kahkaha patladı. Benim de yer yer gülümsediğim oldu. Sonuçta komik olanın modası hiç geçmez. Türkan Şoray’ın fıçıya düşen palyaço haline bile 55 kere gülebiliriz.
Peki, Gilliam’ın kendisi, Toby, Toby’nin Don Kişot’u, Toby’nin eski Don Kişot’u derken, bu Quixoteception’ı neden izledik? 30 yıl inat edip ille de bu filmi yapmak için uğraşmaya değmiş mi? Bilmem. Gilliam’ın en iyi filmi olmadığı kesin. Yine de film yapmanın ve yapamanın kendisi üzerine güzel bir film olduğu söylenebilir. Sürekli kaybeden hayalperestlere de bir sabır dersi niteliğinde.