Yıktığın tabularınla, iyi ki doğdun Duygu Asena

“Her tabu yıkıcı gibi, Duygu da payına düşen Türkiye cezalarını sırtlanmak zorunda kaldı elbette. Ama küsmedi hiç; gitmedi, kaçmadı. Bayrağını hep dalgalandırdı. Kitabını yasaklayıp siyah poşetlerde satma cüretini gösterenlere karşı dava açtı; kazandı. Bir kadın olarak hem iyi bir yazar hem de büyük bir star olmayı aynı anda başardığı için onu “erkek düşmanı” olarak damgalayarak, temsil ettiği, savunduğu değerlerin altını boşaltmaya çalışanlara karşı dimdik durdu. Var olarak, çok satarak, son ana kadar üreterek, ve hep çok okunarak aldı intikamını.” Duygu Asena’yı önce sahnelerde ardından da Gain’de izlediğimiz Aslında Özgürsün uyarlamasının yönetmeni Ali Kemal Güven’in kaleminden çıkan sözlerle anıyoruz. Özellikle de doğum gününde. İyi hatıralarla, gülümseyerek…

Bir Duygu Asena kitabının kapağını aralamak dışı mücevherlerle kaplı, paha biçilmez bir müzik kutusunu aralamak gibidir… Sizi çocukluğunuza, özlediğiniz Türkiye’ye götüren, kalbinizdeki kilitleri açan, yalnızlığınıza sarılan güven verici bir melodi yayılır içinden adeta… Sonra evinizin baş köşesine koyarsınız o kitabı… Kusursuz değildir ama anısı büyüktür. Derken Asena yapıtı anneden oğula, anneanneden toruna yolculuğuna devam eder… Ben on beş yaşındaydım, Duygu’nun ilk romanını okuduğumda: “Aslında Özgürsün.” Belki annemin başucundaki Diana biyografisinin yanında durduğu için, belki de kapağına kırmızı, güçlü bir rujla yazılan adından ötürü… Sadece diyaloglarla akan kitap, evliliğinde mutsuz Belgin ve iş hayatında var olmaya çalışırken hep yanlış erkeklere aşık olan Berna’nın arkadaşlık ve dayanışma hikayesini anlatıyordu. Sanki benim için özel olarak yazılmıştı; o kadar sevmiştim o romanı. Üstelik zamanın ilerisinde, toplum dayatmalarının da çok karşısında bir kitaptı; her durumu hafifleştiriyordu; “Hayat hafif bir şeydir” diyordu açık açık. Yüklerimizi alıyordu Asena’nın kalemi.

Mesela Belgin evli olmasına rağmen başka bir erkeğe aşık olunca, arkadaşı ona hiçbir yuvanın kutsal olmadığını, mutsuzsa yıkıp geçmesini söylüyordu! Bugün bunu bir dizi karakteri söylese ekran ertesi hafta kararır mı? Bence kararır. Aynı Belgin “Oğlum gey mi acaba” diye dövünürken, Berna onu sakinleştirip, bunun gayet doğal olduğunu, oğluna onu çok sevdiğini söyleyip, korunmayı öğretmesi gerektiğini tavsiye ediyordu. Yani, Duygu hepimizin annelerine konuşuyordu… Size öğretilenlere, dayatılanlara kanmayın, oğullarınızı kızlarınızı sevmekten vazgeçmeyin diyordu. Kocanızla mutsuz olmak için dev sebeplere ihtiyacınız yok, aşk tükendiyse çıkın o mutfaktan diyordu. O yüzden de kadınlar onu hep çok sevdiler; dünyanın her yerinde, farklı dillerde basılan kitaplarını kapış kapış okudular. O kadınları hiçbir yazarın anlayamadığı kadar anladı.

Duygu Asena, bu ülkede dalgalanmış en heybetli özgürlük bayraklarından biriydi yani. Üstelik bizi hayal kırıklığına uğratan birçok ikon gibi (Evet Ajda’mızdan bahsediyorum) hiçbir zaman temsil ettiği değerleri yıkmamış, duruşunu bozmamış, her devrin insanı olmamıştı. Kendi başına bir devirdi Duygu. Rüzgara kapılmaz, X-Men’deki Storm gibi havalanıp, kendi fırtınasını yaratırdı. Bir süper kahramandı o. En azından benim için.

Her tabu yıkıcı gibi, Duygu da payına düşen Türkiye cezalarını sırtlanmak zorunda kaldı elbette. Ama küsmedi hiç; gitmedi, kaçmadı. Bayrağını hep dalgalandırdı. Kitabını yasaklayıp siyah poşetlerde satma cüretini gösterenlere karşı dava açtı; kazandı. Bir kadın olarak hem iyi bir yazar hem de büyük bir star olmayı aynı anda başardığı için onu “erkek düşmanı” olarak damgalayarak, temsil ettiği, savunduğu değerlerin altını boşaltmaya çalışanlara karşı dimdik durdu. Var olarak, çok satarak, son ana kadar üreterek, ve hep çok okunarak aldı intikamını.

Bugün ne zaman ülkeyi değiştiren efsanevi kadınlarla ilgili bir kitap yayımlansa, listelerin hep en tepesinde Duygu Asena’nın adı var. Onun sesini kısmaya çalışan tarihin kara lekelerini, o isimsiz gölgelerin hiçbirini hatırlamıyoruz. Ama Duygu’nun nasıl da adı var hâlâ!

Duygu sadece kadınları savunmuyordu üstelik. “Pa-ram-par-ça” romanında kuir bir erkeğin psikolojisine ve dünyasına onu hiç yargılamadan girmeyi başarıyor, “öteki”nin tüm gel gitlerini, kalp ve hayal kırıklıklarını olağanüstü sade bir üslupla anlatarak, seni sayfalara yapıştırıyordu. İnternetin, cep telefonlarının yaygınlaşmadığı, sosyal medyanın ve dijital platformların hiç var olmadığı bir Türkiye’de hem çok sevdiği kadınları hem de toplumun kaş kaldırdığı eşcinsel erkekleri sevgiyle kucaklıyordu. Ve bunu kalpten yapıyordu.

Onunla hiç tanışamadık… Öyle çok isterdim ki, onun eserinden uyarladığımız oyuna gelsin, kahkahaları duysun, oyun sonundaki gözü dolu seyircinin ayaklanıp nasıl da alkışladıklarını görsün… Tiyatrodan diziye uzanan maceramıza katılsın; beni eleştirsin, yüreklendirsin, yol göstersin, akıl versin… Salonumda Aslında Özgürsün dizisinde Berna’ya hayat veren Deniz Çakır’ın bana armağan ettiği çerçeveli bir Duygu Asena fotoğrafı asılı. Evime ilk kez gelen bir arkadaşım “Annen mi?” diye sordu. Annem değildi belki ama, hayatımda bana en uğurlu gelen kadınlardan biriydi… Türkiye Duygu’suz eksik kalırdı. Benim hayatım da öyle.

İyi ki doğmuşsun Duygu; seni çok özledik. Hadi üfle.