
Geçmişe doğru top koşturmak: Arsada futbol
Şimdi nasıldır, bilmem. Ama o zamanlar hava, şöyle bir genzimizi yakıyordu burnumuza girdiğinde, güneş de bir iki kere sekiyordu yere düştüğünde. Çocukların sokakta olduğu, cıvıl cıvıl zamanlar. Daha az kimyasal ve her şeyden biraz daha az… Daha az bina ve inşaat maliyetleri ve biraz kat kaloriferleri. Kuponla alınan kırmızı bisiklet ve Çağrı’nın futbol topu.
Eğer bir yerlerde bir futbol topunun varlığına ve futbol aşkının da birliğine inanıyorsanız, oralarda hemen dört tane taş bulunur ve iki tane kale kurulur. Bizimki de böyle başlamıştı sanırım. Aşağı mahalle bizimle maç yapmak istiyordu ve Çağrı’nın topu vardı.
Esasında burada anlatacağım hikayeyi yarım yamalak hatırlıyorum. Ve takdir edersiniz ki geriye kalan yamalak kısmı aslına ve yer yer keyfime uygun şekilde restore edeceğim.
O zamanlar toplar hep Mikasa olurdu. Öyle sanıyorum ki, Japonlarla ticari ilişkilerimiz bunu gerektiriyordu. Muhtemelen, Japonlara buğday ihraç edip, ödemeyi de Mikasa olarak alıyorduk. Yalnız meret öyle sertti ki, bir kez çarptığında yere yığılıyor, bomba düştüğünü sanıp zayiat var mı diye arkadaşlarınızı kolaçan ediyordunuz. Tabii ki yetkililer de küçücük çocukların savaş şartlarına bu kadar erken hazırlanmasını istemezlerdi. Ancak ticaret, kapitalizm, globalizm ne derseniz deyin olan biten buydu ve gerçekti. Temiz yüzlü, sarışın, iyi aile evladı Çağrı da belli ki piyasa şartlarından etkilenmiş, siyah beyaz Japon güllesini koltuk altına sıkıştırmıştı.
“Yemyeşil bir sonsuzluğun ortasında, terkedilmiş ahşap bir baraka korkusundan tir tir titriyordu. Ürkütücü bir gölge hızla yaklaşıyordu. Çelimsiz çocuk, on yaşında ya vardı ya yoktu. Gözlerini siyah gölgede sabitledi. Yanlarında terk edilmiş baraka ve altışardan iki takım ihtişamlı bir düellonun tam ortasındaydılar.”
Durumu bu şekilde dramatize etmenin lüzumu yok, farkındayım. Ancak rakip kaleci, topu bize doğru degajladığında aklımdan geçenler aşağı yukarı böyleydi. Aramızda bir husumet yoktu ancak hepimiz kazanmayı istiyorduk. Sportmenlik falan televizyonda duyduğumuz şeylerdi. Altı kişi düşman ormanına on bin balta gibi dalmıştık. Şaka bir yana, bayağı tekme falan atıyorduk birbirimize. Hatta kalecimiz Burak toynağına gelen bir darbe sonrasında top oynadığımız çimenliği yuvarlanarak tavaf etmişti. Abartmayı severdi, çocukluk işte…
Bu arada, söylemeyi unuttum. Tam o sıralarda ’98 Dünya Kupası oynanıyordu. Ronaldo, Batistuta, Baggio, Bergkamp ve niceleri… Tanrılar, top oynuyordu. Ricky Martin’in kupa için hazırladığı şarkıyı duyduğumuzda aklımızı yitiriyorduk. Evde maçları izleyebilmek için arkadaşlarımla dışarıda oynamamaktan feragat ediyordum. Fakat o gün farklıydı…
Maç; dişe diş, kana kan… Bir biz atıyorduk, bir onlar. Normal süre bize yetmeyecekti. Böyle bir mücadeleye de penaltılar yakışırdı. En sonunda öyle de oldu. İlk penaltıyı onlar attı: Gol… Bizim ilk penaltımızı ben kullanacaktım. Topun başına geldiğimde aklımdan zibilyon tane şey geçiyordu. Nedense, “kutsal at kuyruğu” Baggio’nun 94 Dünya Kupası Finali’nde Brezilya karşısında kaçırdığı penaltı anı gözümün önünde canlandı. Kulağımda bir uğultu, sanki dünya beni seyrediyordu.
Topa doğru hareketlendim. Hayali at kuyruğum sallandı. Topa vurdum ve kaçırdım… Baggio gibi ellerim belimde, başım öne eğik.
Ben durdum ama penaltılar devam etti. Ben kaçırmıştım ama arkadaşlarım atıyordu. Penaltıların sonuna geldiğimizde kalecimiz Burak’ın sesini duydum. “Son penaltı, atarsak kazanıyoruz” dedi. Demek ki, rakip iki tane kaçırmıştı. Ben onları da kaçırmıştım. Tüm bunlar olup biterken aklıma yine Baggio geldi. Birkaç gün önce Şili’ye karşı topun başına geçip son dakikalarda penaltıyı atmıştı. 94’teki günahının kefaretini böyle ödemişti. Sıra bendeydi. Baggio’yu da beni de Allah affetsindi.
Penaltıyı atmak için hazırlanan Burak’ı elimin tersiyle ittim. “Ben atıcam” dedi. Hakkıydı da. Ancak hak hukuk bilecek yaşta değildik. “Kazanıcaz” dedim. Topa doğru koştum. Vurdum ve kazandık. Deliler gibi seviniyorduk. Bir kişi hariç.
Takım içinde böyle tatsızlıklar olur. Kol kırılır, yen içinde kalır. Burak, bana biraz küfretti ama sonra sakinleşti. “Kazandık oğlum, bir dahakine sen atarsın” dedim. “Bir dahaki” hiç olmadı. Burak’la aramız da hiç düzelmedi. Ne yapalım, Baggio’yu da hâlâ sevmeyenler var. Kader utansın…