Göç ikliminin bir tarifi

“Türkiye’de toplum ayrışmış bir manzara arz etse de bu büyük manzaranın ayrıntılarında birbirine ulaşmaya çalışan insanlar var. Sosyal medyanın da tekabül ettiği ihtiyaç tam da bu. Biz işte bu hikayeleri birbiriyle ilişkilendirip bir üst diyalog mecrası açmak istedik” diyor, “Bu Ülkeden Gitmek” kitabının yazarlarından İlksen Mavituna. Bu amaçları doğrultusunda çok da sağlam adımlar attıkları ortada aslında; zira kitap bireysel hikayeler üzerinden farklı ortaklıklar kuruyor ve peşinde yepyeni sorular getiriyor.

Son birkaç yıldır ülkedeki politik, ekonomik ve sosyal hayata dair gidişat “gitmek” fikrini de pek çoklarının zihnine yerleştirdi. Bazıları için gerçekten plana dökülmese de, bir şekilde varlığını hatırlatmaya devam ediyor. Diğer taraftan, bunun bir tür sosyolojik fenomen olarak incelenebilecek bir göç akımını başlattığı da malum.

Benim şahsen bunu fark etmem de biraz bu kitabı okuduktan sonra oldu. O yüzden kitapla ilgili yazacaklarımı “kişisel” tutmamı mazur görün.

Daha önce durup üzerinde detaylıca düşünmemiştim (ya da belki de düşünmek istememiştim) ama kitabı okurken etrafıma bir baktım ki, kimisi sevgilisinin peşinden gitmiş, kimisi de 30’undan sonra master yapmaya, hatta bu yaştan sonra stajer avukat olarak çalışmaya… Herkesin gitme konusundaki hissi de ortak aslında. Motivasyonlar, hayat koşulları değişebilir ama bazı hisler konusunda “çevremizdekilerle” sınırlı olmadığımızı da bu kitap sayesinde bir kez daha gördüm.

Son beş-altı sene boyunca başımızdan geçenlerin bir özeti niteliğinde olduğu için (ve bunları görüşmecilerin ağzından içtenlikle aktardığı için) Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın hazırladığı “Bu Ülkeden Gitmek”, okurken benim için yer yer kalp sıkışmasını da beraberinde getirdi. (Evet, Gözde’nin de dediği gibi, kitabın hiç de kederli bir tonu olmasa da bazı şeyleri ilk andaki gibi hatırlamak zorlayıcı oldu.) Bir taraftan da yalnız olmadığımı, olmadığımızı hissettirdi; gitmek veya kalmak arasında farklı yerlerde dursak ya da bu ikisine de çok fazla önem yüklemesek de…

Bu Ülkeden Gitmek ayrıca, farklı perspektifler üzerinden olayları daha net bir şekilde yeniden yorumlayabilme imkanı sunuyor. Bu açıdan özellike değerli. Okuyucu için zihin açıcı bir etkisi var.

Gözde Kazaz ile İlksen Mavituna’yla bunu nasıl sağladıklarını, kitabı hazırlarken nasıl bir süreç izlediklerini ve bu esnada neler gözlemlediklerini konuştuk.

Gözde ve İlksen; öncelikle ikinizin de ellerinize sağlık. Hem geçtiğimiz son dört-beş yılı, salim kafayla hatırlattınız bize hem de pek çok histe yalnız olmadığımızı hissettirdiniz. Kederlendim ama yalnız olmadığımı bilmek elbette çok iyi geldi.

İlk soruda en başa gidelim: Bu kitap için çıkış noktanız ne oldu?

Gözde: Kendi çevremizde daha fazla insanın gidiyor olması, Facebook sayfamızda gidenlerin neden gittiğine dair dert yanar beyanlarının daha fazla görünür olması ve konunun nihayetinde gazetecilik açısından bir haber unsuru olması hasebiyle kitap fikri şekillendi. Kişisel münasebetimiz de olan Metropolis editörlerinin önerisiyle 2017’nin ilk ayında çalışmalara başladık.

“Gitmek ve kalmak gibi en nihayetinde kişisel ve karar verenin tüm hayatını etkileyen bir eylem bile, bu kutuplaşmış toplumda bir başka yarılma gerekçesi olarak kullanılabiliyor. Gidenler ‘ülkeyi kaderine terk etmekle’ suçlanabiliyor.”

Bazı görüşmelerinizde, özellikle akademisyenlerle olanlarda, göç kararını pekiştirecek esas sebepler 2010-2011 yılında ortaya çıkıyor. Ama çoğunluk için asıl kararı verme 2016 Temmuz’unda oluyor. Yani aslında kitapta ele aldığınız konu “yeni” sayılabilir. Siz ilk ne zaman fark ettiniz, bu “göç dalgası”nın sözde kalmadığını, elle tutulacak sosyolojik bir olaya dönüştüğünü?

Gözde: Yukarıdaki cevabın tekrarı gibi olacak ama, kendi adıma özellikle sosyal medyada insanların gitme kararını ilan etmeleriyle fark ettim. Üstelik bu duyurular çoğu zaman “falanca ülkeye yerleşiyorum haberiniz olsun”dan bir adım öteye geçiyor; ülkenin gidişatının verdiği bıkkınlık ve umutsuzluk hissiyle gidildiği özellikle belirtiliyordu. Gelecekte herhalde Türkiye toplumsal tarihinin en karanlık yıllarından biri olarak anılacak 2015’te yaşananlar; bu ülkeden umudunu kesecek ve yüzünü başka ülkelere, başka hayatlara dönecek insanların artacağını haber veriyordu. Bizim de bulduğumuz görüşmecilerin çoğu bu tarihlerde yaşananları mihenk taşı bellemişti.

İlksen: Gidenlerin ya da gitmeye karar verenlerin, içinde bulundukları durumu bir manifestoya dönüştürmeye çabalamaları bu içinde bulunduğumuz göç ikliminin ilginç yönlerinden birisi. Oldukça kişisel olarak görülebilecek bir yer değiştirme hikayesi, içinde bulunulan konjonktürden dolayı muazzam bir siyasi içeriğe kavuştu ve öyle ki gitmek fikrinin kıyısına gelenler bunu yakın çevrelerine, oldukça yüksek sesle “bildirmeye” başladı; yani bu ülkeden gitmek, artık şahsi bir karardan öte, bir tür politik manifestasyona dönüştü. İnsanlar siyaseten durdukları yeri bu eylem üzerinden ifade etmeye başladı. İşte bu olayın ilginç bir sosyal ve psikolojik veçheye büründüğünün önemli bir kanıtı idi. Galiba bir şeyler oluyor, dedirten.

Önsözünüzde bu çalışmayı akademik bir amaçla yapmadığınızı ve bu bakımdan, özel bir metodoloji izlemediğinizi belirtiyorsunuz. Yine de planlı bir çalışmanın ürünü olduğu da ortada. Peki ilk nereden yola koyuldunuz ve nasıl bir süreç izlediniz?

İlksen: Aklımızdaki ilk problematiklerden biri, yakından gözlemlediğimiz göç hareketinin, ülke ve aslında bölge (yani Ortadoğu) çapında yaşanan zorunlu göçlerden farkını belirlemek üzerineydi. Dolayısıyla çalışmanın belli sınırları olması gerekiyordu; yerinden edilmeden, kovulmadan bu ülkeden gitmeye karar vermiş kişilere ulaşmaya karar verdik. Ama burada da ince bir çizgi vardı, zira kimse keyfinden de gitmiyordu, ekonomik veya sosyal zorluklar çıkışsızlıklar içindeydi insanlar. Kimse durduk yere bir hayatı geride bırakmaz, malum. Ama işte zorunlu bir göçten bahsetmek de imkansız…

Tüm bunları akılda tutarak yakın çevremize haber salıp, vakaları topladık. Sonra ülke, yaş, cinsiyet ve ekonomik dağılımın mümkün mertebe çeşitli olmasına özen göstererek, tek tek kişilerle temasa geçtik. Yüz yüze ve derinlemesine mülakatlarla vakaların temelinde yatan hayat hikayelerini, yani kişisel anlatılarını derleyip bunun göç fenomeni ile ne ölçüde ve nası ilişkilendirilebileceği esas sorularımızdan biri oldu.

Kitapta da dediğiniz gibi, “gidenler” hikayelerini sosyal medya kanalları üzerinden paylaşarak bir tür kendi manifestolarını oluşturuyorlar. Hatta önsözde “çalışmamızı anlattıktan sonra konuya ilgi göstermeyen çok az kişi oldu” diye belirtmişsiniz. Sizce bu anlatma ihtiyacının temelinde ne var?

İlksen: Anlatma ihtiyacı tabii ki; dinlenme ve duyulma ihtiyacı aynı zamanda. Türkiye’de toplum ayrışmış bir manzara arz etse de bu büyük manzaranın ayrıntılarında birbirine ulaşmaya çalışan insanlar var. Sosyal medyanın da tekabül ettiği ihtiyaç tam da bu. Biz işte bu hikayeleri birbiriyle ilişkilendirip bir üst diyalog mecrası açmak istedik. Yani özelde kalanı bir biçimde kamuya açmak gibi bu. Herkesin hali hazırda parçası olduğu ve hep katılıma açık bir hikaye.

Gözde: Bir de belki, kendimize paye biçmek için değil ama, yaklaşımımız insanlara güven verdi. Gitmek ve kalmak gibi en nihayetinde kişisel ve karar verenin tüm hayatını etkileyen bir eylem bile, bu kutuplaşmış toplumda bir başka yarılma gerekçesi olarak kullanılabiliyor. Gidenler ‘ülkeyi kaderine terk etmekle’ suçlanabiliyor. Bizim amacımızın herhangi bir yargıda bulunmadan, bu eylemin nedenini anlamak olduğu ve sonuçta ortaya birbiriyle konuşan bir anlatılar bütünü çıkarmak istediğimizi görüşmecilerimiz de anladı ve bize güvendi diye düşünüyorum.

“Oldukça kişisel olarak görülebilecek bir yer değiştirme hikayesi, içinde bulunulan konjonktürden dolayı muazzam bir siyasi içeriğe kavuştu ve öyle ki gitmek fikrinin kıyısına gelenler bunu yakın çevrelerine, oldukça yüksek sesle “bildirmeye” başladı; yani bu ülkeden gitmek, artık şahsi bir karardan öte, bir tür politik manifestasyona dönüştü.”

Kitap çalışmaları sırasında gidenlerin yanı sıra gitmeyenlerle de görüşmüşsünüz. Sizce gitme ve kalma konusunda karar mekanizmaları nasıl işliyor?

İlksen: Gitme ve kalma birbirinden çok ayrışmıyor aslında. En azından, iki eylemin de arka planında işleyen belli bir ağ var. Bir yurt. Birinde bu ağ yani, aidiyet ilişkin zedelenmiş, diğerinde bu aidiyet seni tanımlamaya devam ediyor. Ama belli ki bu bağ (en azından bizim kitabın çerçevesinde kalırsak) hep şahsi ve içten bir bağ.

Gözde: Gitmek de, kalmak da günün sonunda ekonomik koşullarla şekilleniyor bir yandan da. Bu dinamik, çalışmamızda yer verdiğimiz hikayelerde belirleyici öğelerden biriydi. Örneğin bir çift olan ve ülkede kalmaya karar veren görüşmecilerimiz, her ne kadar siyasi gidişattan rahatsız olsalar da iyi yerlerde çalıştıkları ve iyi maaşlar aldıkları için, yaşadıkları hayatı yurtdışında tekrardan kurmanın zor olacağı gerekçesiyle gitmekten vazgeçmişlerdi. Benzer bir şekilde, fikir işçisi olan bir başka görüşmecimiz de, İstanbul’da ayakta kalabilmek için iki işte birden çalışmak zorunda olduğu gerekçesiyle yurtdışına gitmeyi düşünmeye başladığını anlattı.

En başta söylediğim gibi, kitabı okurken garip bir keder duydum. Anlatılanların çoğunu ben de hissettim, yaşadım çünkü. Siz görüşmeler sırasında neler hissettiniz?

Gözde: Bizim de kendi hayatımızla ortaklıklar bulduğumuz, benzer düşünceleri başkalarından duyduğumuz mülakatlar oldu. Ama bunun tam tersi de oldu elbette. Kitabın keder hissi yarattığına pek katılmasam da, bu hissin nedenini anlayabiliyorum. Sanırım anlatılardaki umutsuzluğu, bıkkınlığı kendi hayatımızda da görmek ve bu durumdan kurtulmak için elimizden birşey gelmediği hissi besliyor bu kederi. Şu anda Türkiye’nin toplumsal hayatı tam da bu çıkışsızlık ve keder hissiyle örülü gibi. O nedenle kitabın ‘bir ihtimal daha olsa gerek’ ve ardından gelen Bekir Ağırdır söyleşisi önemli bence. Bu keder ve umutsuzluk hislerine karşı yeni pencereler açıyorlar.

İlksen: Benim deneyimimde, her bir görüşmeyle, bu ülkeden gitmek konusu giderek normalleşti. İnsanları dinledikçe, göç meselesinin trajik denebilecek boyutunun yerine daha insani bir boyut geldi; yani pekçoklarımız bunu yaşıyor duygusu, bir tür ortaklık hissi. Zaten kitabın, gitmemeye ilişkin bölümünü oluşturma saiki de böylece pekişti.

“Ama unutmamak lazım ki ülke de dönüşmeye devam ediyor. Ve gidişat salt olumsuz yönde okunamaz. Üstelik gidenler gidebilecek olanlardı, gidemeyip devam edenler, hiç gitmemeyi düşünenlerin niteliğini de görmezden gelmemek gerek. Yani, daha iyisini ummak ve her zaman daha iyisini yapmaya çalışmak gerek.”

Sizin gözlemlediğiniz kadarıyla, kitapta anlattığınız bu yeni göç akımı, ileride hangi alanlarda eksiklik yaratacak?

Gözde: Bizim gözlemlerimizin ötesinde, Prof. Dr. İbrahim Sirkeci’nin kitabın sunuş yazısında bahsettiği birkaç veriyi hatırlatmak önemli. Öncelikle kimlerin göç ettiğini belirlemek için kullanılan dört yeterlilik kıstasından bahsediyor Sirkeci; fiziki sermaye (fiziki olarak hareket edebilmek), mali sermaye (para), beşeri sermaye (yetkinlik, bilgi, beceri, diplomalar vs.) ve toplumsal sermaye (dayanışma ağları). Türkiye’den son dönemde gidenlerin bu dört sermaye bağlamında ciddi anlamda güçlü olduğunu ve ülkenin geleceği için kaybın da o derece büyük olduğunu hatırlatıyor. Görüşmecilerimiz ve bu kitabın da ötesinde Türkiye’de kendini güvende hissetmeyip giden iş kolları arasında akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler, yazılımcılar, milyonerler var. Yani hem ekonomik hem kültürel hem de toplumsal anlamda önümüzdeki yılların zor geçeceğini öngörmek mümkün.

İlksen: Şüphesiz pek çok eksiklikler yaşanacak, hatta yaşanıyor. Ama unutmamak lazım ki ülke de dönüşmeye devam ediyor. Ve gidişat salt olumsuz yönde okunamaz. Üstelik gidenler gidebilecek olanlardı, gidemeyip devam edenler, hiç gitmemeyi düşünenlerin niteliğini de görmezden gelmemek gerek. Yani, daha iyisini ummak ve her zaman daha iyisini yapmaya çalışmak gerek.

Yine önsözde, çalışmanın sonunda “başlangıçtakinden farklı bir yere geldik” diyorsunuz. Hangi konuda fikrinizi değiştirdiniz? Siz kişisel olarak gitmek ve kalmak arasında nerede duruyorsunuz?

Gözde: Kendi adıma, en azından şimdilik gitmek ve kalmak konusunda fikrim değişmedi. Gitmeyi düşünmeyenlerdendim, hâlâ da öyleyim. Önsözde ‘farklı yerlere geldik’ vurgumuzla, daha ziyade fikri bir muhasebeyi kast ettik. Gitmek ve kalmaya dair, göç ve memleket kavramlarına dair her görüşmeyle yeni bakışlar edindik.

İlksen: Ben gitmek fikrini bir aciliyet duygusuyla değerlendirdiğim noktadan, bu fikre daha mesafeli ve daha objektif olduğum bir noktaya geldim. Şimdi burada, bu kitabı yazmak da dahil yapılacak çok şey olduğunu düşünüyorum.