
Hayatı ters yüz eden bir festival: Yerli yapımlarıyla 23. İstanbul Tiyatro festivaline dadandık
13 Kasım’da Şahika Tekand’ın yazıp yönettiği (ve 11 yıl sonra ilk kez sahneye çıktığı) IO ile açılışı yapan 23. İstanbul Tiyatro Festivali, 1 Aralık’a kadar hem yerli hem de yurt dışından toplulukları izleyiciyle buluşturacak.
Festival programında ise 78 farklı gösterim bulunuyor. 2017 yılından bu yana, ilk zamanlarındaki gibi her yıl düzenlenmeye başlayan İstanbul Tiyatro Festivali, öğrenim programları ve farklı şehirlerde gerçekleştirdiği projeleriyle sahnenin dışına da taşan bir etkiye sahip.
Sahne tozu hali hazırda tüm İstanbul’u sarmışken biz de ilk kez festivalde izleyeceğimiz dört yerli yapımına dadandık: Kaldırım Serçesi, Yangınlar, Dünyanın Ortasında Bir Yer, Sahibinden Kiralık
Kaldırım Serçesi – Tülay Günal
23 Kasım Cumartesi 20.30 ve 24 Kasım Pazar 18.00 – Caddebostan Kültür Merkezi
”Edith Piaf’ın kendini yeniden yaratma hikayesi bu” diyor, Kaldırım Serçesi oyununda Fransız müziğinin bu usta ismini canlandıran Tülay Günal. 1982’de Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda ilk kez sahnelenen bu ikonik oyunu bir de Tülay Günal anlatıyor.
23. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında “Kaldırım Serçesi’ni sahnede izleyeceğiz. Biz çok heyecanlıyız, bir de sizden dinlemek istiyoruz. Neler bekliyor bizi?
Usta yönetmen Başar Sabuncu, Gülriz Sururi’nin isteğiyle 80’li yılların başlarında kaleme almış “Kaldırım Serçesi”ni. 1982’de Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda sergilenmiş. Tiyatronun önünde uzun kuyruklar oluşmuş, oyun büyük beğeni kazanmış ve Türk tiyatro tarihine geçmiş. Sokaktan gelen, yoksul, küçük yaşta annesi tarafından terk edilmiş, genelevde büyümüş, neredeyse okuma-yazma bilmeyen ünlü şarkıcı Edith Piaf’ın kendini yeniden yaratma hikâyesi bu. Dostlukları, aşkları, acıları, mutlulukları ile sadece 48 yaşında hayata veda eden; geride bıraktıklarıyla ölümsüzlüğü yakalayan Edith Piaf, sosyal-kültürel bütün engelleri aşarak bütün dünyanın tanıdığı bir efsane olmuş. Biz de onun adına yakışır şekilde, hikâyesi, kurgusu, rejisi, müzikleri ve danslarıyla görsel-işitsel bir şölen sunmaya çalışacağız seyirciye.
Nasıl dâhil oldunuz projeye? Hazırlık ve prova süreci nasıl geçti?
Bir oyun sonrası sohbetimizde, Genco Erkal “Sen neden Edith Piaf oynamıyorsun?” dedi. Şaşırdım, çünkü çok uzun zamandır üstüne kafa yorduğum, çalıştığım ama tatmin edici bir sonuç çıkmadığı için ötelediğim bir projeydi. Bunun üzerine “Başar Sabuncu’nun oyununu neden düşünmüyorsun?” dedi. Çok kalabalık bir kadrosu olduğunu hatırlıyordum. 13-14 yaşlarında TRT’de televizyon versiyonunu izlemiş, çok etkilenmiştim. 18 oyuncu 70 farklı karaktere bürünerek oynamış oyunu, dolayısıyla biraz ürktüm. Ülkemizde tiyatronun ne kadar büyük zorluklarla yapıldığını hesaba katarsak, takdir edersiniz ki korkum ikiye katlandı. Ama cesaretimi topladım ve bir kaç gün sonra yakın zamanda kaybettiğimiz bir tanemiz Candan Sabuncu’yu, ardından maalesef yine çok yeni kaybettiğimiz ustamız Gülriz Sururi’yi aradım ve böylece süreç başlamış oldu. Çok uzun, zor ama bir o kadar da öğretici bir yolculuk oldu. Candan Abla’yı uğurlarken tabutuna eğildim ve “Söz Candan Abla, bu oyunun olması için elimden geleni yapacağım” dedim. Sözümü tuttum. Oyunu İKSV Tiyatro Festivali’ne sundum. Leman Yılmaz da çok heyecanlandı ve oyunun Başar Sabuncu-Gülriz Sururi’ye bir saygı duruşu olması kararına varıldı. Tabii elinizde bir oyun olması bir şey ifade etmez. Oyunun doğru ve işin ehli bir yönetmenle buluşması gerekir. Genco Erkal burada da devreye girdi. Baştan beri bu oyunu Yiğit Sertdemir’in çok iyi yöneteceğini söylüyordu. Yiğit’i aradım. Konuşmamız iki dakika sürdü. Onun kişisel tarihinde de Başar Sabuncu-Candan Sabuncu ve Gülriz Sururi’nin çok önemli bir yeri olduğu için hiç düşünmeden kabul etti. Kaldırım Serçesi’nin bir Altıdan Sonra Tiyatro prodüksiyonu olmasına karar verildi. Seyirciyi bekleyen şeylerden biri de Yiğit’in müthiş rejisi olacak.
Oyununda sizin ya da başka bir karakterin söylediği, en sevdiğiniz replik nedir?
Oyunda Almanlar Paris’i işgal etmiştir. Yakın arkadaşı, Fransa’nın en önemli yazarlarından Jean Cocteau ile bir sahnesinde, Edith sinirle Alman askerlerinin üstüne yürür. Cocteau onu engeller. Edith buna bir anlam veremez ve şöyle der: “Yazdığın her satırda özgürlüğe övgüler düzen sen değil misin? Bana tutarlı yaşamayı sen öğretmedin mi?”
Oyun, Edit Piaf’la özdeşleşen Gülriz Sururi’ye ve Başar Sabuncu’ya saygı duruşu niteliğinde. Sizden başka kimler olacak bu saygı duruşunda?
7 oyuncu 5 kişilik orkestradan oluşuyor. Müzisyenler de oyuncu aynı zamanda. 12 kişilik ekipte bizler hikaye anlatıcılarıyız. Değerli, usta oyuncu Levend Yılmaz ile Burcu Halaçoğlu, Yeşim Sarı, Aytek Şayan, Ozan Erdönmez, Can Deniz Erzaim gibi kıymetli, yetenekli insanlarla birlikte çalıştığım için çok mutluyum. Birlikte üretmenin, çalışmanın hazzına paha biçilmez. Tiyatro insanın kendinde başlayıp kendinde biten bir disiplin değildir; uyum, disiplin, sevgi, saygı önemlidir.
Sadece sesiyle değil, hayata, sokağa, müziğe ve aşka olan tutkusuyla da ölümsüzleşmiş ikonik bir müzik kadını Edith Piaf… Oyunu ve Piaf’ı sizin için özel kılan ne oldu?
Edith Piaf’ı canlandırmanın dışında bu oyunu özel kılan iki şey var. Biri Türk tiyatrosunun en önemli yazar ve yönetmenlerinden Başar Sabuncu’nun Edith Piaf’ı olması; ikincisi de Can Yücel, Başar Sabuncu, Gülriz Sururi, Engin Cezzar gibi ustaların mükemmel bir Türkçe ve prozodiyle onun şarkılarını dilimize kazandırmış olması.
Deyim yerindeyse müziğin başrolde olduğu bir oyun “Kaldırım Serçesi”. Müzik, ışık, ses gibi sahne unsurlarını da merakla ediyoruz. Siz neler söylemek istersiniz?
Her biri birbirinden değerli ve işini aşkla yapan insanlar bir araya geldi. Ustalarımızı onlara layık bir şekilde anmak için çok çalışıyoruz. Müzik direktörümüz Yiğit Özatalay bu işin en başından beri hep yanımdaydı ve müthiş düzenlemeler yaptı; neredeyse 1.5 yıl çalıştı. Dramaturgumuz Aylin Alıveren de bu süreçte hep yanımda oldu; konuştuk, tartıştık, birlikte yol aldık. Öyle bir orkestra var ki onlarla geçirdiğimiz her vakit “Allah’ım ne kadar şanslıyız” diyoruz: Sarper Kaynak, Mutlu Ödemiş, Güneş Bulak, Mustafa Kemal Emirel, Doğan Doğangün, hepsi inanılmaz müzisyenler… Kostümü Özlem Kaya yapıyor; Dostlar Tiyatrosu’nda da onun tasarımı şahane kostümleri giyiyorum. Işık Cem Yılmazer, koreografi Büşra Firidin, sahne tasarımı yine Yiğit Sertdemir. Daha ne söyleyeyim!
Oyun bitti, perde kapandı, ışıklar açıldı. Oyun nasıl bir etki bıraksın istersiniz; ne düşünelim, ne hissedelim?
Bunu bilemem tabii. Bu her defasında eserle, seyirci arasındaki yaşanan özel bir ilişki, karışmamak gerekir. Bizler seyirciye bir hikâye anlatacağız. Amacımız, özenli, hünerli, uyumlu bir şekilde oyunu sunabilmek ve tabii her şeyden önce anlaşılır olmak.
Sahibinden Kiralık ve Dünyanın Ortasında Bir Yer
Sahibinden Kiralık // 26 Kasım Salı 20.30 ve 29 Kasım Cuma 15.00, 20.30 – Toy İstanbul
Dünyanın Ortasında Bir Yer // 14 Kasım Perşembe ve 15 Kasım Cuma 20.30 – Enka İbrahim Betil Oditoryumu
Özen Yula festivalde iki ayrı oyunla karşımıza çıkıyor. İlki Tuşbalı yepyeni bir tiyatro topluluğunun yorumuyla izleyeceğimiz Dünyanın Ortasında Bir Yer. Oyun, Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı ve İKSV işbirliğindeki proje kapsamında bir yıl boyunca tiyatro eğitimi alan bölge gençlerinin katılımıyla hayata geçirildi. Özen Yula imzalı diğer oyun ise biriken rejisine emanet Sahibinden Kiralık. Geçen yıl okuma tiyatrosu olarak festivalde yer alan oyun Yula ve biriken ekibinin üçüncü ortak çalışması. Merak ettiklerimizi Özen Yula’dan dinliyoruz.
Dünyanın Ortasında Bir Yer ile başlayalım söze. Oyun, Tuşbalı yepyeni bir tiyatro topluluğunun yorumuyla festivalde yer alıyor. Tuşba Kent Tiyatrosu, Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı ve İKSV işbirliğindeki proje kapsamında bir yıl boyunca tiyatro eğitimi alan bölge gençlerinin katılımıyla hayata geçirildiğini biliyoruz. Bu işbirliği ile ilgili neler söylemek istersiniz, nasıl çıktı ortaya?
Tuşba’da seçtiğimiz genç arkadaşlarla iyi bir eğitim dönemi geçirdik. Ciddi Konservatuar eğitiminin sıkıştırılmış bir uygulamasını işin uzmanı arkadaşlarımla her hafta gidip gelerek gerçekleştirdik. Makyajdan, çocuk tiyatrosuna, mitolojiden hareket dersine, mimik’ten temel sahne bilgisine dek sıkı ve başka projeler için de model oluşturacak bir program ortaya çıkardık. İKSV Tiyatro Festivali’nin Direktörü Leman Yılmaz’la beraber bu modeli kurduk ve uyguladık. Görgün Taner ve Özlem Ece Aydınlık’ın devamlı desteğini hissetmek de içimizi çok rahatlattı bu süreçte. DAKA’nın kültür ağırlıklı bir projeye destek vermesi çok önemli. Devamının gelmesi ve projenin sürdürülebilirliği açısından da çok elzem bir durum var.
Hazırlık süreci nasıldı?
Oyuncular ekip içinden seçildi. Biz temel hazırlıkları yaptık. Sonra Profesör Adnan Tönel’in ehil ellerine teslim ettik oyunu. İyi bir ekip çalışması yaptılar. Disiplinli bir şekilde provalara devam ettiler. Dekor ve kostüm tasarımcısı Işıl Çelik de özgün tasarımlar için çok emek harcadı.
Oyun bitti, perde kapandı, ışıklar açıldı. Oyun nasıl bir etki bıraksın istersiniz; ne düşünelim, ne hissedelim?
İsterdim ki Anadolu’da kadınların yazgısını değiştirecek umudu versin insanlara. O gücü ve iradeyi gösterecek kadınların olduğunu da görsünler. Elbette şiddetin cevabı şiddet değil. Başka çözüm yolları bulmalı. Ama bir kadın, şiddeti tek çözüm olarak görüyorsa bu da başka bir sıkıntının işareti. Bir de tabii yirmi beş yıl önce yazımı tamamlanmış bir oyunun hâlâ bugünün seyircisine diyeceklerinin olduğunu görmek yazar olarak benim açımdan çok değerli.
Festival sahne sanatlarının genel olarak kabul edilmiş kalıplarının sorgulandığı alışılmışın dışında sahneleme tekniği ve yapısına sahip performanslardan oluşan programıyla “sahne neresi?” sorusunu soracağını müjdeliyor. Biz de bu vesileyle sana soralım, sizin için sahne neresi?
Benim için her yer sahne. Kamusal alan da özel alanlar da sahne olabilir. Yeter ki seyirciye ve tiyatrocuya imkân tanınsın, farklı mekânlar açılsın. Bunun yanı sıra da farklı tiyatral denemeler için farklı alanları kullanarak çalışıyorum yıllardır. Bu bana çok iyi geliyor ve sınırlarımı zorlamamı sağlıyor.
Ve son olarak “Sakın kaçırmayın!” dediğiniz oyunları bizimle paylaşır mısınız?
Bence genel olarak uluslararası yapımları kaçırmasalar şahane olur. Çünkü Festival bize dünya tiyatrosu ile karşılaşma alanı yaratıyor; gençlerin ve sanatçıların ufkunu geliştirmeye destek olacak yapılar sunuyor.
Sahibinden Kiralık geçtiğimiz sene okuma tiyatrosu olarak festivalde yer almıştı. Bu sene ise biriken rejisiyle sahnelenecek. Yanlış hatırlamıyorsam üçüncü kez birlikte çalışıyorsunuz…
Öncelikle, biriken ile benim kanımız uyuştu. Hem dinamik hem de söyleyeceği olan bir sanat topluluğu biriken. Koruyup kollamaya çalıştığım değerlere onlar da sahip çıkıyorlar. Bir sanatçı için aynı dili konuşabildiği başka yaratıcılar çok mühim. İyi ki bu devriden geçerken yolumuz kesişti onlarla. Karşılıklı olarak birbirimize saygı duyuyor ve alan açıyoruz. Bu oyunu da başkalarının yapmasını istemedim. Daha önce bir-iki girişim oldu, ama onlar sonuçlanmadı. Ben hep her şeyin doğru zamanı ve mekânı ve de kişileri beklediğini düşünürüm. Öyle de oldu. Bir de bu bizim aslında dördüncü ortak çalışmamız olacaktı. Ama üçüncü uluslararası dans projesi maalesef döneminin koşulları gereği gerçekleşemedi. Yoksa o gösterinin tekstini de yazmıştım. Okan Urun ve Melis Tezkan, tıpkı Ayşenil Şamlıoğlu, Emre Koyuncuoğlu gibi ömrüm boyunca ismimin bir araya gelmesinden gurur duyacağım iki yaratıcı insan.
Sahibinden Kiralık’ın tanıtım metninde bir parkta gerçekleşen olayları zamansal sıçramalarla izleyeceğimiz yazıyor. Bu zamansal sıçramaları biraz daha açar mısınız rica etsek?
Film tekniğini kullandığım bir oyun o. Bu oyun yazıldığı dönem itibariyle Türk Tiyatrosu’nda sokak hayatını ve underground yapıyı açıkça anlatan ilk oyundu. 2001’de yazıldı. Ve ülkemizde ilk kez sahneleniyor. Birbirini izleyen, devamlılık içeren sahnelerden kurulu değil bu oyun. Seyrettiğimiz olayın öncesi ve sonrasına dair sıçramalar var oyunda. Seyirciden bu anlamda dikkat talep ediyor. Bir döngüyü tamamlayarak bitiyor zaten. Zamanı için yeni bir anlayıştı bu. Son on senedir daha alıştığımız bir biçim bu tiyatromuzda.
Yangınlar
27 Kasım Çarşamba ve 28 Kasım Perşembe 20.30 – Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi
Festival seyircisinin Yalnız oyunuyla tanıdığı günümüz Fransızca oyun yazımının en parlak isimlerinden, yazar, yönetmen ve oyuncu Wajdi Mouawad’ın Yangınlar’ı yönetmen Murat Daltaban’ın yorumuyla festivalde. 1975-1990 arasında yaşanan Lübnan İç Savaşı’nda geçen ana hikâye; savaşın insan hayatını hiçleştiren yıkıcılığını bir aile üzerinden anlatılıyor.
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu yapımı olan Yangınlar’ın oyuncu kadrosu Adem Mülazim, Ayşe Gülerman, Barış Ayas, Batuhan Pamukçu, Gökhan Kum, Melisa İclâl Yamanarda, Mesut Özsoy, Oğulcan Arman Uslu, Oğuzhan Ayaz, Pınar Hande Kaplan ve Zeynep Çelik Küreş’ten oluşuyor. Oyunu sahnelemeden önce tüm süreci bir de bizimle paylaştılar.
23. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Yangınlar oyununu da izleyeceğiz. Oyunu bir de sizden dinlemek istiyoruz, neler bekliyor bizi?
Melisa İclâl Yamanarda: Nilüfer Kent Tiyatrosu olarak 23. İstanbul Tiyatro Festivali’nin bir parçası olmaktan büyük bir keyif duyuyoruz. Çünkü yalnızca Bursalı izleyicilerimize değil İKSV sayesinde İstanbul’daki seyirciye de dokunmak güzel olacak. Murat Daltaban’ın yönettiği “YANGINLAR” oyunu ilk okuduğum andan itibaren beni çok etkilemişti. Provalar boyunca, çok defa hep birlikte gözyaşlarına boğulduğumuz anlar yaşadık. Yangınlar için, bir savaşın içine sıkışıp kalmış, birbirine düşman edilmiş halkların ıstırabını bir aile dramına sarıp sarmalamış, ayrıca omurgasına gömülü olan Antik Yunan Tragedyası temasıyla da seyirci/okuyucu için sarsıcı bir hale gelmiş son derece şaşırtıcı bir metin demek doğru olacaktır. Sevgili yönetmenimiz Murat Daltaban’ın kurduğu dünya geçmişle bugünü estetik bir bütünlükle, zekice tasarlanmış biçimde bir araya getirirken, aktarılan hikâye seyirci için takibi heyecanlı ve merak dolu bir hale geliyor. Oyun savaşın vahşetini aktarırken bir aşkın doğumuyla tanıştırır bizleri ve savaşın yangınıyla aşkın yangınının birbirini nasıl körüklediğini, hamasi duyguların nasıl da insana dair olduğunu anlatırken, oyunun sonunda acının bizleri nasıl da tarifsiz bir çaresizlikle baş başa bıraktığını göreceğiz. Seyirci; Lübnan iç savaşının vahşetine, bir bebeğin doğumuna, bir dostluk/kardeşlik hikâyesine, bir ailenin birbirini arama serüvenine tanıklık edecek. Dekorun, ışığın, müziğin ve kostümün güçlü kollarında zamandan zamana, mekândan mekândan gezecek olan hikâye, sonunda “çokgenin tam ortasına” götürecek seyirciyi. Bunun ne demek olduğunu oyunu izleyenler biliyor, bu oyunun en büyük sürprizi çokgenin tam ortasında duruyor ve seyirciyi bekleyen en büyük sürpriz de bu.
Kendinizi bu projenin bir parçası olarak bulmanız nasıl oldu? Hazırlık sürecinizi ve provanızı merak ediyoruz. Bu süreçte sizi besleyen ve zorlayan ne oldu?
Ayşe Gülerman: Nilüfer Kent Tiyatrosu olarak yeni sezonda oyun yönetmesi için Murat Abi ile anlaşmıştık. Kendisi bize iki oyun sundu. Genel Kurul olarak Yangınlar metnine karar verdik. 2019’un Mayıs ayında koreografımız Tan Temel ile yaptığımız atölye ve Murat Abi yaptığımız okuma provaları sonrasında rollerimiz belli oldu. Haziran ayının başlarında da provalara başladık. Provalarımız sabahları Tan Temel eşliğinde öğlene kadar devam eden yoğun bir yoga ve meditasyon programıyla başlıyordu. O süreç biraz kanlı geçti. Gözümüzün yaşıyla ağladığımız da oluyordu 🙂 Hatta meditasyonumuz zaman zaman yorgunluktan uykuya dönüşüyordu. Öğleden sonları Murat Abi ile sahne çalışmalarına geçiyorduk. Murat Abi oyuncuyu sahnede çok rahatlatan, çok yumuşak ve hep motive eden bir yönetmen. Bu da sahne çalışırken bizlerin yaratım sürecini kolaylaştırdı. Bu yüzden Murat Abi ile çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Böyle bir ortamın oluşu ve Murat Abi’nin de oyunun atmosferini provalarda, aralarda ve dışarıdaki hayatımızda sağlıyor oluşu bizi bu süreçte çok besledi. Lübnan iç savaşına dair çok okuduk, izledik ve prova anlarında hep müziğin varoluşu atmosferin içinden beslenmemize yardımcı oldu. Biz oyunu Temmuz ayının ortasında paketledik. Prömiyer öncesi yani Kasım ayının başından iki hafta önce tekrar hatırlama provasına girdik. Hatırlama provası bizi biraz zorladı çünkü araya üç aylık bir süre girdi, hatta bu üç aylık sürede bir yeni oyun daha çıkardık ve geçen sezon oyunlarımızı da oynamaya başladık. Yaptıklarımızı ve duygularımızı tekrar adapte etmenin yanı sıra hızla prömiyerinde yaklaşıyor oluşu bizi biraz strese ve gerginliğe itti. Ama bunu da tüm ekip olarak hep beraber birbirimize destek olarak çok güzel atlattık. İçinde olmayı çok sevdiğimiz bir oyun çıkardık ve çok mutluyuz.
Yönetmen ve oyuncu Wajdi Mouawad’ın Yangınlar’ı yönetmen Murat Daltaban yorumuyla izleyeceğiz. Savaşın insan hayatını hiçleştiren yıkıcılığını bir aile üzerinden anlatıyor oyun. Günümüze dair neler söylüyor Yangınlar?
Pınar Hande Ağaoğlu: Wajdi Mouawad’ın merceğe almış olduğu Lübnan iç savaşı, 1975-90 arasında yaşanmış bir savaş. O da insanlık tarihi boyunca yaşanmış tüm savaşlar gibi geçmişin bir mirası. Yani zincirin bir halkası sadece; sebeplerine ve köklerine baktığımızda oyunda da geçtiği gibi ‘zamanın doğumuna kadar gittiğini’ görüyoruz. Ve hiçbiri aslında bitmiş olmuyor; kendini tekerrür ediyor. Bugün sadece Yakın Doğu’da değil, dünyanın birçok yerinde göçmenler ülkesini ve ailesini savaş yüzünden terk etmek zorunda kalıyor, katlediliyor, kayboluyor. Her savaş yaşandığı topraklardan çok daha uzak menzillere, hatta insanlık tarihine derin yaralar açıyor. Oyun bu zincirin artık kırılması gerektiğini, öfkenin öfkeyi doğurduğunu, buna engel olmak için de ses etmeyi öğrenmek gerektiğini söylüyor. Bu da döneme ve coğrafyaya göre değişmeksizin okumayı, yazmayı, konuşmayı ve en önemlisi düşünmeyi öğrenmekten geçiyor.
Metnin yanı sıra müzik, ışık, ses gibi sahne unsurlarını da merak ediyoruz. Siz neler söylemek istersiniz?
Zeynep Çelik Küreş: Müzik, ışık ve ses unsurları elbette her oyunda çok önemli. Hele ki böylesine zaman ve mekân konusunda katmanlı bir oyunda daha da önem kazanıyor. Yangınlar’da hem şimdiki zamanı hem de geçmişi görüyoruz hatta bunu iç içe geçmiş sahnelerde görüyoruz. Dolayısıyla bu zaman ve mekân sıçramalarına ışığın katkısı çok büyük oluyor. Üstüne bir de müzikle birleşince Orta Doğu’da geçen bu hikâyeye, acıya, çaresizliğe, umut etmeye, dik durmaya hep birlikte ortak oluyoruz. Müzikleri yapan Oğuz Kaplangı’nın ve ışık – dekor tasarımını yapan Cem Yılmazer’in oyunun atmosferine katkıları çok büyük.
Oyunda sizin ya da başka bir karakterin söylediği en sevdiğiniz replik nedir?
Ayşe Gülerman: Nawal’ın repliği. ‘’Bize yol gösterecek, bizi bize ulaştıracak değerlerimizi kaybettik. Elimizde kalanların kuş kadar canı var. Bildiklerimiz var, hissettiklerimiz var sadece. Bu iyidir diyoruz, bu iyi değildir diyoruz. Baksana şu halimize… Savaşı sevmiyoruz ama savaşıyoruz, savaşmak zorundayız. Mutsuzluğu sevmiyoruz ama mutsuzluğa batmışız boğazımıza kadar. Gidip intikam almak, evlerini yakmak, ne çektiğini anlasınlar diye, değişsinler diye, sana bunu yapan insanlar başka bir şeye dönüşsünler diye sana yaşattıklarını onlara yaşatmak istiyorsun. Anlasınlar diye onları cezalandırmak istiyorsun ama bu oyun, hepimizi aptala çeviren bu oyun, gözlerini kör eden aptallıktan ve acıdan besleniyor.’’
Oyun bitti, perde kapandı, ışıklar açıldı. Oyun nasıl bir etki bıraksın istersiniz; ne düşünelim, ne hissedelim?
Melisa İclal Yamanarda: Oyun bittiğinde, savaşın toplumları ne hale getirdiği, sınırların anlamsızlığı, ırk/din savaşlarının vahşeti, silah ticareti, cinayetler, yok edilen insanî değerler düşünülsün demek, Amerika’yı yeniden keşfetme arzusuymuş gibi geliyor bana. Oyunda “Savaşı sevmiyoruz ama savaşıyoruz, savaşmak zorundayız.” diye bir replik var bu beni çok etkiliyor. Kimse istemiyor ama savaş tüm gücüyle yaşamına devam etmeyi başarabiliyor. Hayalperest bir biçimde bu oyun savaşların son bulmasını sağlasın isterdim, ama biliyorum ki tiyatro dünyanın politik dönüşümüne etki etmeye yetecek kudrette değil. Yalnızca estetik hazza ulaşan seyircinin zihinlerinde oluşacak kıymetli fikir baloncuklarına neden olabiliriz tiyatroyla. Lübnan iç savaşının gölgesindeki hikâyenin göbeğinde yaşanan aile trajedisi tüyleri diken diken edecek kuşkusuz. Perde kapandığında seyirciler şaşkın oluyor bu oyunun finalinde, şoke olmuş bir şekilde alkışlayan seyirciler görüyoruz. Bu şoka neden olan şey Wajdi Mouawad’ın muhteşem yazım dili ve seyirciyi oyunun sürprizine adım adım ilerletmesi olabilir. Murat Abi’nin, yazarın ne yapmak istediğini çok iyi hissederek; bu hissi rejiye ve tüm ekibe ilmek ilmek işledi. Oyun sonunda seyircinin izlediği bu modern tragedya karşısında ne hissedeceğini sanırım biliyoruz: Tıpkı oyun kişilerinin hissettiği gibi çaresizlik ve büyük bir acı…