İzledik, birlikte dadandık: The Favourite

Filmekimi ve Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nde ayrı ayrı izlediğimiz ama sonunda, “Bundan mutlaka bahsetmeliyiz” diyerek ortak noktada buluştuğumuz bir film The Favourite. Uzun zamandır bekliyorduk zaten. Bazılarımız yönetmeni Yorgos Lanthimos’un işlerine takık olduğu için, bazılarımız da başrolleri için… Bu filmi izleyebilmek adına büyük zorluklara göğüs gerdik. (Evet, okuyunca göreceksiniz.) Ve sonunda konuşurken fark ettik ki, hepimizin hayatında yer etti The Favourite. Hissettirdikleriyle ve izleyebilmek için verdiğimiz mücadeleyle başlı başına bir deneyime dönüştü hayatımızda.

Muhabbettekiler: Nazlı Sönmez, Seden Mestan, Taner Turna  

(Başlamadan önce not: Bu yazı elbette ki spoiler içerir ama “Jon Snow ölüyor” tarzında değil. Zira hikaye öyle bir hikaye değil. Yine de filmi izledikten sonra okumak daha “keyifli” olacaktır.)

Nazlı: Arkadaşlarım merhaba! Konuya şu soruyla başlamak istiyorum: Kate Winslet mı, Rachel Weisz mı?

Seden: Ben filmi izledikten sonra öğrendim, Rachel Weisz rolünün önce Kate Winslet’a teklif edildiğini. Ve bir an kalbim acıdı. Kate Winslet’ı o rolde görmek harika olurdu bence! Çok şey kaçırdık, Rachel Weisz da sağlam döktürse de.
(Kate Winslet hayranıyım, evet.)

Taner: Filmde iki partneri var Lady Saray karakterinin; Olivia Colman’ı düşününce Kate Winslet, Emma Stone’u düşününce de kesinlikle Rachel Weisz diyorum.

Ama genele baktığımda gönlüm daha çok Rachel’dan yana. Ben almam gereken tüm hisleri aldım çünkü…

Nazlı: Ben de bu durum karşısında ikisini de aynı derece sevdiğimi anladım. Rachel Weisz’sız bu film olmazmış ama Kate Winslet’ı de bir Yorgos filminde görmeyi istiyorum artık. Bunu bana vermek zorundalar!

Peki, Seden The Favourite filmini nerede izledin sen?

Seden: Geçen hafta Başka Sinema’nın Ayvalık’taki film festivalindeydik. Festivalin açılış filmiydi The Favourite. Açık havada düzenlenen bir gösterimdi, açılış töreninin hemen ardından… O kadar o kadar o kadar soğuktu ki, bir ara titremekten boynum tutulacak sandım. Ama film hipnotize etti resmen. Kimse kıpırdayamadı yerinden. Bittiği anda da koşar adım arabalara koştu herkes. Ya da ısıtsın diye alkole 🙂 Bilmiyorum…

Siz Filmekimi’nde izlediniz. O çılgın kalabalıkta… The Favourite uğruna herkes bir cefa çekti sanırım ahah!

Taner: Ben de bizim tarafı anlatayım.

Öncelikle 20 gündür ev arkadaşı olarak bizzat çektiğim Nazlı’nın The Favourite’ı izleyebilecek miyim stresinin son bulduğuna çok sevindiğimi söylemem lazım.

Nazlı: Ben bir salı sabahı 11.00 seansını zorladım ama sıra bekleyenlerden sadece yedi kişi aldılar içeri. Ben dokuzuncu kişiydim.

Taner: Nazlı’nın bu hüsranından sonra cumartesi akşamı 21.30’daki Atlas Sineması seansını beraber deneme kararı aldık. Bu konuda Nazlı’dan devraldığım kararlılık ile 1.5 saat önceden kuyruğa girdik ve çok şükür bilet alıp gelmeyen insanlar sayesinde yaklaşık 700 kişiyle birlikte filmi sırtımız, omzumuz, boynumuz çürüye çürüye izledik. Ama hisler seninle aynıydı Seden. Tamamen hipnotize olduk.

Bizim gösterimde ufak bir sürpriz de vardı onu da Nazlı anlatsın.

Nazlı: Filmin o günkü gösterimine Yorgos Lanthimos’un daha önceki filmlerinde de birlikte çalıştığı Güney Afrika doğumlu ama Türk asıllı Atilla Salih Yücer de geldi. Filmden önce bir konuşma yaptı.

Seyirci, Killing Of A Sacred Deer filminde de yapımcı ve görüntü yönetmeni olarak çalıştığını duyunca salonda alkış kıyamet koptu. Adam da mikrofonu eline aldığı gibi “Killing Of A Sacred Deer” dünyanın hiçbir yerinde böyle alkışlanmadı dedi.

Yani böyle coşkulu bir reaksiyon alacak bir film değildi bence de zaten ahaha

Sonra da Nicole Kidman’ın filmin bazı sahnelerinde ağladığını ve Yorgos’un da “Babe, it’s comedy! Don’t cry!” dediğini anlattı. Daha sonra The Favourite ile ilgili bizi neler beklediğinden bahsetti ve filmi izledik.

Yorgos’un mizah anlayışı…

Seden: Atilla Salih Yücer Ayvalık’ta da filmi izlemeye gelmişti ama orada konuşma yapmadı. Hatta eeeen arkaya oturmuş. Adını anons ettiklerinde bulamadılar önce salonda. Sonra tüm flaşlar ona döndü. Ayvalık Magazin’i yapan bir fotoğrafçı var, tüm Ayvalık event’lerinde vardır elinde kamerasıyla. Koşturup şipşak fotoğraflarını çekti 🙂

Bir tür “asın bayrakları” anı yaşandı.

 Bu arada, Hollywood celebrity’leri demişken; Emma Stone çok yormuş adamı. Kendi uygun gördüğü şekilde “bu olmaz, bu sahneyi şöyle yapacağım” falan demiş…

Taner: Oo dedikodu!

Nazlı: Aa gıybete bak sen! Başarılı olmuş mu peki, biliyor muyuz?

Seden: Ahahha duyduğum kadarıyla (sanki Yorgos’tan duymuşum gibi) çok karışmış yönetmenin işine. Adamı zorlamış biraz. Artık ne kadar başardı bilemiyorum…

Nazlı: Yine asi kız tavırları vardı zaten
Emma hep en iyi yaptığı şeyi yapmaya çalışmış gibi hissettim. Ama yine çok iyiydi tabii.

The-Favourite

Seden: Emma Stone’lu projelere dadandık yalnız. Önce Maniac, şimdi bu.

Taner: Emma Stone 2011 yılından beri 25 yapımda yer almış. Son iki yılda biraz sakinlemiş hali bu… Gerçi bu konuda Michael Fassbender’ı kimse geçemez. Tuvalete diye yerinden kalkıp sete gittiğini düşünüyorum zira…

Nazlı: Haha hakikaten. Sanırım biz Emma’yı değil Emma bizi buluyor bu yoğunluğu ile. Olivia Colman ve Rachel Weisz’in Yorgos ile ikinci filmleri. İkisi de The Lobster’da oynuyordu. Colman’ı kimse hatırlamıyor ama otel müdürüydü. Ne düşünüyorsunuz Colman ile ilgili?

Seden: Olivia Colman sanırım, Judi Dench ve Helen Mirren’dan sonra en çok kraliçe canlandıran oyuncu olacak yakında. Gözleriyle çok şey anlatan oyunculara bayılıyorum. Olivia’nın da öyle çok sahnesi vardı bu filmde. Hele Rachel Weisz’ın yani Lady of Marlborough’nun dans ettiği o sahnede, kıskançlıktan delirirken… Of!

Taner: Olivia Colman, Girls dizinde Lena Dunham’ın altı sezonda anlatmaya çalıştığı kadına dair her şeyi ve daha fazlasını tek bir filme sığdırmayı başardı. En dramatik sahneden en komiğine…

Seden’in gözlerle oynamak yorumun çok katılmakla birlikte bedenen inanılmaz zor bir rolün altından kalktığını da vurgulamak lazım.

The-Favourite

Nazlı: İngiliz dizilerine olan düşkünlüğüm
sayesinde Olivia Colman’ı 2014’ten beri tanıyorum. Broadchurch adlı dizide bile harikalar yaratıyordu. Hatta Taner’e filme neden bu kadar çok gitmek istediğimi Broadchurch’ten bir sahne açıp izleterek anlattım. Yorgos Lanthimos ile çalışmaya başladıktan sonra Hollywood kapıları açıldı. Atilla Salih Yücer de “İngiltere’nin sakladığı bir hazine” olarak bahsetti kendisinden de, ben çoktan o hazinenin gelmesini bekliyordum. Ayrıca The Crown’un üçüncü sezonunda da kraliçe olacak. Yıllardır en samimi bulduğum oyuncular listesinde de başı çekiyor. İyi ki var.

Seden: Olivia Colman’ın Queen Anne rolüyle ilgili çok güzel bir lafı var. Tam olarak kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama, “Queen Anne, duygusal, duygularına göre hareket eden bir kadın. Onu anlamak istedim. Kafayı sıyırmış, gülünç bir karakter olduğunu düşünmüyorum.”

Tam da öyle yansıtıyor zaten; empati kurabiliyoruz, en kaçık olduğu anlarda bile.

Taner: Porsuk makyajı… 🙂

The-Favourite-Olivia Colma

Nazlı: Hayatta en sevdiğim kadın oyuncu olduğunu unuttum izlerken. Gerçekten Anne diye bir kadını izlediğimi hissettirdi. Bu gücü ile Rachel ve Emma’yı da unuttum. Bunu kolay kolay yaşayamıyorum ben; bu bile beni çok mutlu etti tek başına.

Seden: Evet, zaten Venedik’te ödülü aldı. Devamı da gelir bu ödüllerin.

Nazlı: Peki senaryoyu nasıl buldunuz? Bence eksiksizdi.

Seden:  Biraz utanarak söylüyorum; tarih bilgim eksik olduğu için filmden sonra dev Google’lamalar yapmak zorunda kaldım 🙂 Queen Anne filmde aslında abartılı gibi gelen çoğu şeyi “yaşamış”… Tabii yine de kesin bir şey söylemek doğru olmaz. Malum, tarihi yazanlar şekillendirir.

Queen Anne’in biyografisini de Lady of Marlborough yazmış. Birbirlerine küstükten sonra… (“Küsmek” hafif kalır gerçi.) 20. yüzyılın başlarına kadar da onun yazdıkları gerçek kabul edilmiş. Queen Anne’le alay etmişler, eksik görmüşler.

Oysa bazı tarihçiler de Anne’in sanatla ve edebiyatla çok iç içe olduğunu, siyaset konusunda da oldukça bilgili olduğunu yazıyor.

Yorgos da ilk kez senaryosunu kendi yazmadığı bir filmi yönetiyor; senaryo bu anılardan yola çıkarak Deborah Davis ve Tony McNamara tarafından yazılmış.

Taner: Hemen Megan’ın baharda gelecek bebeğinin sağlıklı ve mutlu olması temennisini de araya ekleyeyim 🙂

Seden: Ay o haber ne zaman çıktı ya, iki dakika Instagram’a bakmadım.
Royal family’den gına geldi.

Nazlı: Bu arada Queen Anne’in 17 hamilelik ve hepsinin neredeyse başarısızlıkla sonuçlandığını, en fazla yaşayan çocuğunun 11 yaşında öldüğünü düşününce, elbette büyük ölçüde hayattan elini ayağını çektiğini düşünüyorum.

Seden: Delirirsin değil mi? Yani ben delirirdim bence!

Nazlı: Benim yerime başkası düşünsün isterim, tıpkı Sarah gibi.

Seden: Yorgos Lanthimos’un filmdeki lezbiyen ilişki hakkında söyledikleri de dikkate değer gerçekten. “Orada kadınların cinselliğine, lezbiyenliğe ayrıca vurgu yapmak istemedim. İki kadın arasındaki sıradan bir ilişki olarak işlemeyi planladım” diyor. Öyleydi gerçekten… Başka bir yönetmenin çok sağlam sömürebileceği bir konu çünkü. Oysa o üzerinde bile durmuyor, değip geçiyor.

Nazlı: Evet ya, müthiş işlendiğini gördükçe filmi daha çok sevdim, hem her şeyi bu kadar net hissettirmek hem de sömürmemek büyük başarı.

Çekimlerden ve sahnelerden de bahsetmeliyiz ayrıca.

The-Favourite

Taner: Bence Yorgos’un paletindeki tüm renkleri
bu filmde kullandığını düşünüyorum. Bir kere geniş acı olayı beni çok geriyor. Kadrajda o kadar şey varken kafayı sıyırıp arkadaki kitaplara, biblolara ya da ateş püsküren dansçılara bakıyorum. Tüm görsel dünya, aşırılıkları da içine yedirerek, bize harika kamera açılarıyla aktarıldı.

Bana göre en vurucu olan bölümler; Rachel’ın sadece mum ışığında Emma ve Olivia’yı ilk kez yatakta birlikte görmeye gittiği koridor sahnesi, muhalefetin başındaki abimizin domates fırlattığı ve bunun Rachel’in zehirlenerek at sürdüğü anlar ile paralel olarak zincirlenmesi, yine Emma’nın yağız delikanlımız ile ormanda oynaşması. Gariptir o sahne bana Leonardo DiCaprio’ya Oscar aldıran sahneyi hatırlattı. Bunun da adı Yorgos yansıtmaları olsun.

Daha sayabileceğim pek çok sahne var. Bir de filmin kırılma noktasını söylemek lazım. Rachel’ın Emma’ya kuş vururken dediği “13-12 skor, bugün günündesin” demesi ve ardından Emma’nın kuşu vurup Rachel’ın suratına kanını sıçratması. Oradan sonra film başka bir yönde ilerlemeye başlıyor.

The-Favourite

Nazlı: Benim için filmin zirveye ulaştığı birçok sahne var. Taner’in bahsettiği soytarı sahnesi de dahil. Sarah’nın kapı arkasından, elinde tek mum ile çaresizce Queen Anne’e sevgi dersi verdiği yer çok dokunaklıydı. Her şeye rağmen o kapı açılmadı. Emma Stone’un kendini kitapla dövdüğü sahne de bir Yorgos imzasıydı. Fakat kabine toplantısında, açıklama yapmak yerine yere serilen ve bayılma taklidi yapan Queen Anne… Sanırım favorim olarak kalacak.

 Seden: Galiba kraliçenin odasında geçen her sahne benim favorim.
Çünkü hep doğal ışık kullanılmış ve samimi bir his ortaya çıkmış. Sanki biz de oradaymışız; her gün o odaya girip kraliçeyle konuşurmuşuz gibi…

Nazlı: Vahşi bir kabare gibiydi! Müziklerin en iyi kullanıldığı Yorgos filmiydi bence. Filmin tüm mesajlarını da aldım cebime koydum arkadaşlar.

Taner: Afişleri de övmeliyiz. Tüm versiyonları çok çok başarılıydı.
Yorgos’u, detaylar arasında boğulmadan çıkan ve ortaya bütünüyle bir resim çıkartıp herkese kendi açısından mesajlar verdirmeyi başaran bir yönetmen olarak
pamuklara da saralım.

Nazlı: Ben bir daha kendi yazıp yönettiği filmi izlemeyebilirim. Killing of a Sacred Deer aklıma geldiğinde midem ağrıyor. Dogtooth ayrı travma zaten… Elbette çok başarılı ama benim artık yaş itibariyle hassaslaştığım da bir gerçek, üstüme üstüme geliyor. Böyle aşırı iyi yazarlarla çalışsın ben çok mutlu olacağım.

Taner: Artık kimi isterse onunla çalışacağı kıvama geldi, için rahat olsun. Son olarak dünyanın çivisinin çıktığını dokuz sene önceden görüp, bu filmi hayal edip hayata geçiren Yorgos’a sonsuz sevgilerimle. Nokta.

Nazlı: İktidar hırsı, sevgi ve sevgisizlik, travmalar, siyasetin gerçekleri; iki saat içinde, 1700’lerden bir hikayeye rağmen bu kadar güzel ve yenilikçi bir tavırla anlatılabilirdi. Benden de bu kadar.

Seden: Son sahne çok çılgındı. Bence hayatın özeti.
Herkes bazen bir şeyler uğruna birilerinin ayaklarını ovmak zorunda kalıyor. (Of çok fena arabeske bağlıyorum şu an!) İlla doğrudan iktidar ve siyasetle alakalı olmak zorunda da değil hem. O son sahne o yüzden çok çarpıcıydı. Üç kare üst üste… Tokatlayarak bitirdi filmi.

Nazlı: Ve ovan da ovulan da mutsuz.

Seden: Ve tavşanlar da…