
Zararsız yalanlardan dolandırıcılık hikayelerine: Kendini kandırmanın cazibesi nereden geliyor?
Küçük ve beyaz yalanlar… Kime göre, neye göre desek de günlük hayatımızın sıradan birer parçası sayılabilirler. Yani pek çoklarımız için. Biz söylemeyiz de… Yani bir arkadaşımız var, ondan biliyoruz. Ehem… Neyse tamam, kabul. Bu küçük ve beyaz gibi gelen yalanları bazen başkalarına bazen de kendimize söylüyoruz. Teoride bir insanın kendi uydurduğu bir şeye inanması çok saçma olsa da, biz buna “kendini kandırma” diyoruz ve farkında olarak ya da olmayarak çoğumuz bu dümene geliyoruz. Çoğu zaman birtakım stresli anların üzerinden gelmek için başvurduğumuz bu yalanlar farklı şekillerde etkiliyor hayatımızı; bazen bir güzel gaza getiriyor bizi bazen de tehlikeli bir illüzyona düşürüyor. Bu kendine yalan söyleme eğilimimizin evrimsel olarak geliştiğini ve orta derecede kendini kandırmanın motivasyonu artırdığını söyleyenler de var. Hmm… Şimdi bu iyi bir şey mi, yoksa kötü mü? Dürüstçe konuşalım…
İnsan beyni, içinde olup biten birçok mucizeyle beraber bilim dünyası için bir kara kutu halen. Çoğu davranışımız ve sebepleri konusunda aydınlandık ama hâlâ anlam veremediğimiz ya da çözemediğimiz birtakım aktiviteler mevcut bu karmaşık organda. “Kendini kandırmak” da bunlardan biri; bilim dünyası günümüzde bile kendimizi kandırdığımız sırada beynimizde tam olarak neler olabildiğini çözebilmiş değil. Belki zihnimizde bu eylemin tam olarak ne şekilde karşılık bulduğunu anlamamış olabiliriz ama kendimize ya da başkasına yalan söylemenin gerçek hayattaki karşılığı konusunda epey tecrübeliyiz. Maalesef… Zaten popüler medyanın da bu sıralar kafayı taktığı konulardan biri bu yalancılık/dolandırıcılık şekli. 2015 yılında dünyanın en genç ve zengin kadın milyarderi olan Elizabeth Holmes, Tinder dolandırıcısı olarak anılan Simon Leviev ya da gerçek olmayan mirasıyla New York sosyetesine hızlı bir giriş yapan Anna Sorokin’i hatırlayın. Bu insanların bir noktadan sonra gerçekten de kendi yalanlarına inandıklarını düşünüyor birçok kişi. Ve bu durum başkalarına söyledikleri yalanlardan çok daha korkunç geliyor, değil mi?
Okuma önerisi – Inventing Anna dizisinden Tinder Swindler belgeseline: Dolandırıcı hikayelerine neden bu kadar ilgi duyuyoruz?
Peki, milyarder olma arzusu(!) dışında neden kendimizi ya da başkalarını kandırma çabasına giriyoruz derseniz bu davranışın temelinde ta 1957 yılında, Leon Festinger tarafından ortaya atılmış “bilişsel çelişki” teorisinin yattığını söyleyebiliriz. Bu teoriye göre davranışlarımız ile düşüncelerimiz birbiriyle çelişiyorsa bu durum bize psikolojik ya da fiziksel stres olarak yansıyor. Ve bu stresi üzerimizden atmak için de ya davranışımızı fikrimize ya da fikrimizi davranışımıza uydurmaya çabalıyoruz. Ve biz genellikle ikinciyi tercih edip fikirlerimizin aslında davranışlarımızla uyumlu olduğu konusunda kendimizi kandırmayı seçiyoruz. Yani “neden öyle davrandım” sorusuna kendimizce bir sebep uydurup eylemlerimize bir kulp takıyoruz bir nevi. Bunun dışında yalanlara en çok acı veren gerçekler, bizi mutsuz eden olaylar sırasında başvuruyoruz. Özellikle sosyal ilişkilerimizde daha iyi hissetmek amacıyla “aslında öyle demek istemedi” ya da “zaten bu buluşmaya gitmek istemiyordum” gibi yalanlarla kendimizi avutuyoruz. En çok da sevdiğimiz insanları kaybetmemek için onlarla ilgili tüm olumsuz özellikleri görmezden gelerek, onları olduklarından daha “iyi” şekilde görerek kandırıyoruz kendimizi.
Bunlar dışında imajımızı korumak, daha “havalı” görünmek yani insanlar üzerindeki etkimizi olumlu bir yönde artırmak için farklı davranıyor, böyle biri olduğumuza kendimizi inandırıyoruz. Ya da yanlış yaptığımızı düşündüğümüz bir konu hakkında “ya aslında…” ile başlayan cümleler kuruyor, bu yanlışımıza bile bir bahane bularak vicdanımızı rahatlatıyoruz. “Kendini kandırmak” hakkında her ne kadar çeşitli sebepler öne sürülse de aslında bilimsel bir araştırma yapmanın en zor olduğu konulardan biri. Sonuçta gidip kimseye “kendini nasıl kandırdığını anlat bakalım” demek mümkün olmadığı için birinin kendini kandırıp kandırmadığını ya da ne derece kandırabildiğini tespit edebilmek de karmaşık deneyler gerektiriyor.
Mesela Yale Üniversitesi akademisyenlerinden olan Zoë Chance’in 2011 yılında yaptığı çalışma gibi. Change’in yaptığı deneyde, katılımcıların bir kısmına cevapların kağıdın alt kısmında yazılı olduğu bir kısmına ise cevapların yazılı olmadığı bir IQ testi verilmiş. Ve tahmin edersiniz ki cevapların yazılı olduğu kağıttan testi çözenler daha yüksek, diğerleri daha düşük bir skor elde etmiş. Daha sonra yine aynı katılımcıların tümünden bu defa cevapların kimsede olmadığı bir başka IQ testi daha çözmeleri istenmiş. Ve ilk seferinde, kopyayla da olsa yüksek puan alan kişilerin kendilerine daha fazla güvendikleri tespit edilmiş. Yani bu katılımcılar sanki hileyle yüksek bir IQ puanı almamış gibi gerçekten de diğer gruptan daha akıllı olduklarına kendilerini inandırmışlar. Çok da yerinde olmayan bir özgüven patlaması diyebiliriz…
Peter Schwardmann da yukarıdaki örnekte bahsettiğimiz “kendimizi kandırmak, söylediklerimize daha çok güvenmemizi sağlar” fikrinin peşine düşen bir başka akademisyen. Schwardmann, eğer ortada “başkalarını da bu yalan inandırmak, ikna etmek” gibi bir misyon varsa yalan söyleyen kişinin kendine daha fazla inandığını, kendini olduğundan daha akıllı olarak gördüğünü söylüyor. Ne sebeple olursa kendisini kandırmayı başarabilen bir insan da sonuçta yalanı konusunda kendisine daha çok güveniyor ve diğer insanları da kendisine inandırmayı başarıyor. Inventing Anna, Tinder Swindler gibi belgeselleri gözümüzün önüne getirdiğimizde de gerçekten bu dolandırıcıların kendisine olan güvenlerine şaşıyoruz. Zaten üstüne bir de “hayat hikayeleri” çeşitli belgesellere konu olunca bu tip insanların üzerindeki ilgi gereğinden fazla artıyor; kendilerine olan hayranlıkları ve inançları da öyle.
Tabii kendini kandırmak her zaman kötü bir amaç uğruna yapılmıyor; bazen bile isteye o anı, günü, haftayı sağ salim atlatmak, zor bir durumla başa çıkabilmek gibi masum amaçlarla da yalanlar söylüyoruz kendimize. Bazen de bilincimiz bize sezdirmeden bir koruma mekanizması olarak yapıyor bunu. Hatta bu “kendini kandırma” halinin her insanda görülebilen sağlıklı bir psikolojik süreç olduğunu düşünen uzmanlar da var. 2020 yılında kendini kandırmak üzerine bir makale yayınlayan felsefe profesörleri Francisco Marchi ve Albert Newen, bu eğilimimizin evrimsel olarak geliştiğini düşünüyorlar. Ve orta derecede kendini kandırmanın motivasyonu artırdığını, kendimiz ve başkaları hakkında daha iyi hissetmeye yardımcı olduğunu söylüyorlar. Hayatımızdaki büyük olaylar ya da değişimlerde kendimizi yalanımıza çok kaptırmadığımız sürece öyle ciddi bir sorun teşkil etmiyor bu durum. Yoksa, bu konuda da mı kendimizi kandırıyoruz? Hmm…