
Luther cephesinde yeni bir şey yok
Dünya üzerinde, Idris Elba ne yapsa kayıtsız şartsız izleyecek bir kitle var, malum. Ama nasılsa izleyicisi var diyerek Idris Elba ve dağlar gibi adam Luther’i çıkmazlara sürüklemeye değer mi gerçekten?
(Beşinci sezonla ilgili bazı spoiler’lar içerebilir, siz okumaya başlamadan önce söyleyelim.)
Hikaye olarak Luther, geçen dört sezon boyunca elindeki tüm materyali tüketti aslında: seri katillerin peşinde gözü kara bir şekilde ilerleyen bu koca yürekli detektif, bir taraftan da kendini yalnızlığa mahkum ettiği hayatında türlü akıl hastalarıyla uğraşıyor; arada hem bir polis olarak tüm itibarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya geliyor, hem de büyük kalpkırıklıkları yaşıyor. “Kalpkırıklığı” fazla romantik oldu: adamın tüm varoluşu siliniyor resmen, yaşadığı acılar yüzünden!
Ama her seferinde ayağa kalkmayı başarıyor da. Çünkü 1- Mangal gibi bir yüreği var, 2- Çok sadık dostları var. Mangal gibi yüreği, onu kendi karanlıklarından kurtarırken, dostları da hem çevresindeki kötü adamları hem de sicilini temizliyor. BBC’nin 1 Ocak’ta yayınladığı beşinci sezonda da bu açıdan yeni şey yok…
Silbaştan aynı hikaye
Tamam, zaten Luther’ın inzivaya çekilip işi gücü bırakmasını ya da Alice’le çoluk çocuğa karışmasını beklemiyorduk ama BBC’nin 1 Ocak’tan itibaren peş peşe her gün bir bölümünü yayınladığı bu dört bölümlük sezonda karşımıza çıkan her şey, “Bu durum zaten Luther’ın başına daha önce de gelmişti” dedirtiyor. Evet, Alice ölmemiş, yine en olmadık anda karşımıza çıktı. Sonra Luther kör talihi yüzünden çok tehlikeli adamlara bulaştı bir kez daha. Ve tekrar, yanlışlıkla, bir polis ve vatandaş olarak tüm itibarını kaybetmek üzere… Üç cümlede özetle beşinci sezonun hikayesi bu. “Yine”, “tekrar” ve “bir kez daha” gibi sözcükleri ne kadar çok kullandığımızı fark etmişsinizdir muhtemelen…

Sağdaki kadıncağızı çok pis harcadılar…
Diğer taraftan, seri katil kurgusu da, kalp sıkıştıran detaylarla güzel güzel ilerlerken, bir anda bitiverdi. Sanki süre dolmuş da onu da apar topar halletmek istemişler gibi, çalakalem bir son uydurmuşlar. Tüyler ürperticiydi o son sahneler ama karısına ne oldu? Gözaltındayken acaba onun da bazı cinayetlerde kocası kadar ve hatta ondan da suçlu olduğu ortaya çıktı mı? Zaten bu hikayeyi Luther çözmedi; Luther olay yerine gidip yeni bir olay daha çıkardı, o kadar. Saçma bir davanın peşine dalan Alice’in klişe bir şekilde devreleri yakmasından hiç söz etmeyelim bile…
Luther’e sahip çıkalım
Aslında her şey dördüncü ve son bölüme kadar kabul edilebilir bir şekilde gidiyordu. “Kabul edilebilir”, çünkü zaten bu sezonun bir tür Luther ve Idris Elba fetişi olarak kurgulandığını biliyorduk. O müthiş Massive Attack şarkısını duymak, Idris Elba’yı o gri paltosu ve hayattan bıkmış dertli suratıyla ona buna ayar verirken görmek için izlemeye başlamıştık… Ben şahsen, bizzat, kendim, daha fazlasını pek beklemiyordum ama bu kadar güçsüz bir hikayeyle karşılaşmak da Luther’la olan geçmişimize yapılan bir haksızlık gibi geldi. Madem bir şeye kalkıştınız, Idris Elba’yı, Ruth Wilson’ı falan bir araya getirdiniz neden işi layıkıyla yapmadınız? Belli ki konu dört bölümde bitmeyecek, bari bir de beşinciyi çekseydiniz ya… Biraz daha işleri yoluna soksaydınız da 80 yılda bir yayınlanan bu diziden doya doya keyif alsaydık.

Endamın yeter…
Seda Sayan atarını bir tarafa bırakacak olursak, şunu söylemek istiyorum ki, altıncı sezon gelirse şayet, ki bu son hikayenin ucu açık bırakıldı bence, yine oturup izlerim. Çünkü dediğim gibi, Idris Elba ve Luther bir tür televizyon fetişi oldu artık. Yine de buna güvenip biz hayranlarının zekasına ve Luther’ın anısına hakaret eden işler yapmasalar keşke… BBC yetkilileri, duyun sesimizi!