
Mother! filmiyle sarsıcı imtihanımız (Geç olsa da…)
Bu bir film eleştirisi değil, bizi ummadığımız bir yerden vuran Mother! filmine dair bitip tükenmeyen şaşkınlığımızın bir ifadesidir.
Aklına ve zevkine güvendiğim birkaç arkadaşımdan duymuştum; Oscar yarışında kendine yer bulamasa da Darren Aronofsky’nin Mother! filmi, onlara göre 2017’nin onlara göre en iyisiydi. Hatta sinemada iki kere izleyen bile vardı. Farkındaysanız “sinemada” diyorum. Öyle sadece bir tuşa basarak, saniyeler içinde yeniden izlemeye başlamak gibi değil… Günümüz koşullarında gerçek emek!
Aradan haftalar geçti, aylar geçti; belki de Jennifer Lawrence’a karşı duyduğum belli belirsiz antipatik hislerden dolayı mıdır nedir (tamam çok şeker, çok komik de yapmacık olduğunu siz de gizliden gizliye düşünüyorsunuzdur mutlaka) sürekli izlemeyi ertelediğim Mother!’la karşı karşıya buldum kendimi.
Bahsettiğim arkadaş referansları dışında filmle ilgili hiçbir şey bilmiyordum, öncesinde hiçbir şey okumamıştım. (Birazdan söyleyeceklerimin utancını biraz olsun dindirebilmek adına bu açıklamayı yapmam şarttı.)
“I see dead people.”
Ve maalesef tüm filmi, Sixth Sense kuşağı çocuğu olduğum için, Jennifer Lawrence ve evdeki tüm diğerlerinin aslında hayalet olduğunu görmeyi bekleyerek izledim. Evde bir sürü kişi ölmüştü ve Javier Bardem’in karakteri o büyülü gibi parıldayan taşla hepsini hayata geri döndürmüştü. Yani evet, hiçbir şey anlamamıştım filmden ve o yüklü gerilim hissini çaresizce bir yerlere bağlamaya çalışıyordum. (Yazarken bile utanıyorum. Aklımızla, mantığımızla oynadın be Darren Abim. Aynısı senin de başına gelir inşallah.)
Ve film bitti.
Boş duvarlara bakarken buldum kendimi. Çok sinirliydim. Anlamamıştım! Anlamak için de ölüp bitiyordum, neticede hayatımdan yaklaşık iki saati bu filme adamıştım. Peki çevremdekiler neden ölüp bitmişti bu filme? Benim neyim eksikti? (Bu noktada egom çıldırmaya başlamıştı. Evin içinde beni bağırarak dolaşmaya zorlayacak kadar.)
Gözümü karartıp filmi iki kere sinemada izleyen arkadaşıma mesaj attım: “Ya ben neden anlamadım bu filmi?” Ego sıfır zaten. Bitmişim. Sığ kişiliğimi görmesinin o an için hiçbir sakıncası kalmamış artık.
Ondan cevap beklemeye bile tahammülüm yoktu. Attım kendimi internetin derinliklerine…
Benim büyük utancım (ve kırılan egom)
Bu kadar bariz olan bir hikayeyi anlamamak tamamen benim ayıbım, evet. Sıradan hikayelere şartlanmış beynim, bu filmi de olabilecek en sıradan şekle sokmak için film boyunca haldır haldır çalışıp durmuş. Hal böyleyken ben Ed Harris’in kaburgasındaki yarayı, Nuh’un gemisinden İsa’nın doğuşuna kadarki o bariz göndermeleri nasıl anlayayım?
Her saniye, bir önceki anlamsız olayın açıklamasını bekleyerek izledim Mother!’ı. Tam bir zihin tembelliği… Aslında her şey en net şekilde karşımızdaymış. Metafor denen tek dişi kalmış canavara karşı ne kadar sığ kalmışım ben öyle!
Şiir gibiymiş mübarek!
Dinlerin tarihleri her daim ataerkil bir bakış açısıyla anlatıldığı için, tam da bunları eleştiren Mother!’ın feminist bir anlatıma sahip olması şaşırtıcı değil. “Erkek” ve “kadın” arasındaki tarih boyunca süregelen çarpışma en basit birliktelik (evlilik) üzerinden anlatılıyor filmde. Biz insanoğlunun bazı kurmacalar peşinde ne denli kendimizden geçtiğimizi, “şair”in sözlerini işimize gelen yerden anlayarak yeryüzünü şu günkü haline nasıl getirdiğimizi olabilecek en net ve en çarpıcı şekilde görmek ise kalbimizi sıkıştırıyor, yer yer insanlığımızdan utandırıyor. (“Yer yer” değil de “pek çok yerde” demek daha doğru aslında.)
Filmin metaforlarını izleyerek çözmek çok keyifli; bu zevki almayacağım elinizden, merak etmeyin.
Parçalanan egomu bağrıma bastırarak söylüyorum ki bu iyi bir ders oldu bana… (Çok sert!)
Eğer filmi izlemediyseniz ya da izleyip de çok farklı anlamlar çıkardıysanız (mesela Javier Bardem’in şizofren bir yazar olduğunu düşünen ve yaşayamadığı hayatların hayali içinde sürüklendiğini sananlar da var – ki olabilir, yorum farkı…) bir kez daha izleyin -bence-. Hem de sadece bir tuşa basarak, saniyeler içinde, yeniden!