
İzlemesi her geçen gün zorlaşan Netflix Türkiye yapımları: Yakamoz S-245 ile beraber isyanlardayız
Geçtiğimiz günlerde Türkiye semalarından çıkan yeni bir Netflix yapımı daha izledik: Yakamoz S-245. Yaratıcı ekibinde diğer birçok Netflix Türkiye projesinde olduğu gibi Jason George bulunurken, kadrosunda yer alan Kıvanç Tatlıtuğ, Özge Özpirinçci, Ecem Uzun, Ertan Saban, Onur Ünsal ve de Meriç Aral gibi isimlerle de elbette dikkatimizi cezbetti. Yine George’un yönetici yapımcılığını üstlendiği Belçika dizisi Into the Night’la aynı evrende ve kıyamet senaryosunda geçen bu dizide de maalesef diğer çoğu Türkiye dizisinde olduğu gibi koca bir hayal kırıklığı yaşadık; neresinden tutsak elimizde kalan bir başka yapımla daha karşılaştık. Haliyle de Netflix’in ülkemizdeki işlerini düşünürken uzaklara daldık ve sorgulamadan edemedik: Sahi, Netflix bizi neden “yüksek bütçeli” ama kötü kotarılmış dizilere mahkum etmekte bu kadar ısrarcıydı? Bu bir tercih miydi yoksa sadece bir başarısızlık mıydı? Kafamızdaki deli sorular eşliğinde Yakamoz S-245 başta olmak üzere Netflix Türkiye işlerine dadanıyor ve izleyici olarak ufak bir isyan ediyoruz.
Dijitale kayan, ekranlara bağlandığımız yeni dünya düzeninde kendine sağlam bir yer edindi Netflix; hatta yeni izleme alışkanlıklarımızı o belirledi. Ve hakkını verelim, birçok orijinal yapımını büyük bir zevkle izledik çoğu zaman. Kendilerinin Türkiye pazarına girişleri ise 2016’ya uzanıyor. Zaten iki sene sonra da ilk Türkiye yapımı olan Hakan: Muhafız’ı duyurmuşlardı. Netflix, ülkemizde gerek izleyicilerin gerekse upuzun mesai saatleriyle çalıştırılan tüm set emekçilerinin en iyi alternatifi oluverdi kısa sürede. Malum TV kanallarında yayınlanan dizilerin uzunluğu da birçok oyuncumuzu dijital platformlardaki yapımlara yöneltti haklı olarak. Ama maalesef önce 2000’lerin TV furyasında aklımızı çelen birçok Hollywood süper kahraman dizisinin vasat bir benzeri olan Hakan: Muhafız’da pek de umduğumuzu bulamadık. Başrolünde Çağatay Ulusoy’u izlediğimiz bu dizinin arkasındaki isim ise bundan sonra sık sık adını duyacağımız Jason George’du. George sonra da Atiye ile devam etti Türkiye projelerine. Bir zamanlar her hafta ekranda görmek için can attığımız (Aşk-ı Memnu forever) Beren Saat, Mehmet Günsur, Başak Köklükaya gibi birçok sevilen isimden oluşan kadrosuyla meraklandırdı yine bizi George. Yine fantastik türde olan bu dizide de bir şeyler eksikti; çıkış noktası iyi olsa da izlediğimiz her şey fazla yapay, oldubittiye getirilmiş ve de mantıksızdı. Ne kadar fantastik bir dizi olursa olsun Atiye, beş parasız bir şekilde Göbeklitepe’den taksiyle İstanbul’a gelip taksiciden “canın sağ olsun abla” lafını duyamazdı mesela. Senaryoda üzerine düşünülmemiş her boşluk böyle anlamsızca doldurulamazdı, değil mi?
Sonra tabii Türkiye’den başka yapımlar da çıkmaya başladı. Tabii bazen Bir Başkadır gibi sahici ve özgün yapımlar da izledik (Of of ne diziydi ama!) yine de şöyle bir genele vurduğumuzda çoğunlukla ortalamanın üzerine çıkılamayan ve de duygu sömürüsüyle işi yürütmeye çalışan işlerle karşılaştık diyebiliriz. Üstelik acı olanı da tüm bu yapımlar bünyesinde güzel potansiyeller barındırıyordu; en sevdiğimiz oyuncularla dolup taşan kadroları ya da merak uyandıran başlangıçları vardı. Ve son olarak Yakamoz S-245 de aynı “kader”in kurbanı oldu. Into the Night’la aynı dünyada yani Güneş ışınlarının kitlesel yok oluşlara yol açtığı bir kıyamet evresinde geçiyordu bu dizi de. Into the Night havada, bir uçakta hayatta kalmaya çalışan bir grup insanı anlatırken Yakamoz ise dipte, bir denizaltında Güneş’ten kaçan insanları anlatıyordu. Kıvanç Tatlıtuğ’un Arman isimli bir deniz araştırmacısına hayat verdiği, mavi ve de güneşli bir Ege sabahıyla açılışını yaptı Yakamoz S-245 dizisi. Sonrasında esas olaya bağlanmamız biraz uzun sürdü; Özge Özpirinçci’nin canlandırdığı, Arman’ın eski sevgilisi yeni nişanlısıyla beraber olaya dahil oldu sonra Adnan beyin, pardon Selçuk Yöntem’in sesini duyduk (yüzünü bir türlü göremedik nedense) ve bir an hangi kanalı izlediğimizi kontrol etme ihtiyacı duyduk… Neyse, sonuç olarak bir post apokaliptik hikaye izlediğimizi anlamamız biraz uzun sürdü ama sonrasında da olaya balıklama bir giriş yaptık. İlk bölümler yine kabul edilebilir bir vasatlıkta ilerlerken son bölümlerde ne izlediğimizi sıkça sorguladık, yine bolca militarist ya da aile dramalarına maruz kaldık, ipin ucunu kaçırdık açıkçası.
Peki şaşırdık mı? Pek değil… Çünkü Netflix’in Türkiye yapımlarındaki bu “olmamışlığı” kanıksamıştık artık. Ülkemizin en iyi oyuncularını bir araya getirip üstünkörü bir şekilde “çakma Hollywood” dizileri çekmelerini yıllardır üzülerek izliyorduk. Tabii bu arada bahsettiğimiz bu çoğu işin arkasında Jason George vardı ve Yakamoz’un ilk üç bölümünü yöneten, sonrasında çeşitli anlaşmazlıklar sonucu projeden ayrılan Tolga Karaçelik’in Gazeteduvar ekibinden Zehra Çelenk’e verdiği röportajda söyledikleri bize George hakkında birçok şeyi anlatıyordu: “Yakamoz’a bir devam serisi denemez, aynı anda paralel bir hikayeyi anlatıyoruz biz de aslında. Into the Night karakterleri güneşin doğuşundan uçakla kaçıyorlar, biz denizaltıyla kaçıyoruz. İki dizi birbirinden tamamen bağımsız olarak izlenebilir. Ben mesela Into the Night’ın tamamını izleyemedim. “Çok iyi fikir” dedim ama karakterizasyonda, dramada sorunlar vardı, fazlaca basit kurulmuştu. Jason George yazıyordu, daha önceki işlerini çok sevemediğim bir yazar. Daha aksiyon temelli ve belli formüller üzerinden işlenmiş bir fikir. O nedenle de devam gibi algılamayıp buradaki dünyaya, fikre konsantre oldum.”
Söylenenlere göre Karaçelik ilgisini çeken ve kendi işlerinden daha farklı bir tonda ilerleyen bu diziden George ile anlaşamadıkları için ayrılmış. Zaten röportajın devamında da senaryo sürecini “bol gelgitli ve biraz kanlı” olarak tanımlıyor ve senaryolar geldikçe “biz bunlarla ne yapacağız” diyerek korktuğunu, epey bir mücadele verdiğini anlatıyor. Zaten diziyi izlerseniz siz de öncesinin ya da sonrasının kesildiği ve anlamsızca biten sahneleri ya da tutarlılığı olmayan zaman belirteçlerini fark edeceksiniz muhtemelen. Belli ki Karaçelik’in bahsettiği bu “kanlı” mücadele sebebiyle senaryonun bazı kısımlarını izleyemedik ya da kesilmiş hallerini izleyebildik. Ki bu da ilk bölümlerden sonra neden her şeyin aceleye getirildiğini ve daha da mantıksızlaştığını gösteriyor.
Elbette Netflix’in Türkiye menşeili yapımlarındaki tüm bu olmamışlığını tek bir kişiye yüklemek anlamsız olur, koskoca bir markadan bahsediyoruz sonuçta. Yine de George, Netflix’in Türkiye’yi konumlandırdığı yeri yansıtan ve hâlâ (sene: 2022) “Turkish kebab” sığlığındaki oryantalist bakış açısından öteye geçemediğine iyi bir örnek olarak karşımızda duruyor. Netflix’in “izle ve unut” yayın politikasını sevdiğini ve bu politikasını sadece Türkiye’de sürdürmediğini bilsek de yine de buralara ait kültürel özelliklerin böylesine kullanılmasına, en iyi oyuncularımızın (ve onlar etrafındaki duygularımızın) bu uğurda harcanmasına da üzülüyoruz elbette. Ha eğer konu nitelikten ziyade sadece “para kazanmaksa” o zaman tüm bu projeleri anlayabiliriz tabii. Yine de hem oyuncularımızın hem de bu topraklarda geçecek fantastik/mistik hikayelerin içinde barındırdığı potansiyellerin böylesine heba edilmesini izlemekten biz artık acı duyuyoruz ve bu işin daha ne kadar böyle süreceğini merak ediyoruz…