Odamızın duvarlarına posterlerini asmak istediğimiz adam: Joaquin Phoenix

Yazı: Seden Mestan

Dudağının üzerindeki o karizmatik yara izi olmak istediğimiz Joaquin Phoenix’in dudağının üzerindeki o karizmatik yara izi, Burhan Altıntop vari bıyıklara gömüldüğü Her filminde görülmüyor maalesef. 

Sözünü ettiğimiz karizmatik yara izini daha iyi görün diye koyulmuş bir fotoğraf.

Sözünü ettiğimiz karizmatik yara izini daha iyi görün diye koyulmuş bir fotoğraf.

Bu da Burhan Altıntop bıyıklarını görmeniz için konulmuş bir fotoğraf. Burhan Altıntop da kim diyenleri Google'a davet ediyoruz.

Bu da Burhan Altıntop bıyıklarını görmeniz için konulmuş bir fotoğraf. Burhan Altıntop da kim diyenleri Google’a davet ediyoruz.

Evet, One Directioner hissiyatıyla Joaquin Phoenix’e dadandığımız bir girişin ardından, kendisinin son filmi Her’e dair aklıbaşında bir yazı çıkaramayacağımızı anlamışsınızdır herhalde. Biz aslında önce çok ciddi bir şekilde filmi çözümleme işine koyulacaktık ama pek sık dadandığımız bloglardan Fabilog‘da filmle ilgili bize “hah ağzımdan aldın, benden çok yaşayacaksın” dedirten bir yazı çıktı. Tam da zihnimizdekileri söyleyen bir yazı varken aynı satırları bir kez daha yazmaya ne gerek var, değil mi? Buyrun çekinmeyin, Fabilog’taki yazıyı şuradan okuyun. (Yalnız, Black Mirror’da Her’dekine benzer hikayenin anlatıldığı bölüm, kesinlikle Her’den çok daha vurucu, sarsıcı ve nefis!)

“Phoenix Kardeşler” klanının şanlı bir üyesi olan Joaquin Phoenix yıldızının parladığı ilk dönemlerde “River Phoenix’in kardeşi” olarak anılıp dursa da son 10 yıldır kendisinden bu şekilde bahseden kaç kişi kalmıştır acaba? (Tamam, dolaylı yoldan da olsa bizim de az önce aynı tanımlamayı yapmış olduğumuz kabul.) Bazılarımızın ilk kez, Nicole Kidman’lı To Die For filmiyle tanıdığı, bazılarımızın ise ilk kez 8mm ile hastası olduğu Joaquin Phoenix, aslında taa 1982 yılında küçücük bir veletken, River Pheonix’in de yer aldığı Seven Brides for Seven Brothers dizisiyle aktörlüğe başlamış.

phoenix_a_0

Bebişkoyken bile çok tatlıymış. Tabii yıldız hamurunun hangi kardeşte olduğu ilk bakışta belli oluyor da… Alın yazısı işte…

‘Çocukken sette sana kraliyet ailesindenmişsin gibi davranılıyor. Dünyanın en harika şeyi. Herkes “abur cubur ister misin?”, “bir şey ister misin?” diye dört dönüyor etrafında. Yani bundan çok matah bir şeymiş gibi söz etmek istemiyorum ama ailemiz gerçekten çok fakirdi ve setteyken “vay annesi (yazarın notu: buradaki asıl ifadeyi biraz incelttik), burada her şey var, inanılmaz! Yemekler, tüm bu insanlar… Herkes gerçekten de çok mutlu!” diye kalıyorduk.’ (Yazarın ikinci notu: “kalıyorduk” da çeviri sırasında bizim kondurduğumuz bir sözcük.)

Bu sözler Joaquin Phoenix’in geçtiğimiz haftalarda katıldığı bir radyo programından… (İngilizce ile arası iyi olanlar buraya gidip dinleyebilir programı.)

To Die For, 8 mm falan dedik de, Joaquin’imizin esas popülerliği Shyamalan’ın The Signs ve The Village filmleriyle oldu dersek abartmış olmayız. Tabii bir de arada Russel Crowe’a kan kusturduğu, burun deliklerinden hırs ve zalimlik çıkarttığı Gladiator’daki rolünü hatırlamak gerekiyor. Game of Thrones’un Jeoffrey’si kadar değil belki de ama ümüğünü sıkmak istediğimiz karakterler listesinde çok şahane bir yeri var kendisinin.

Parmağını kırarım pislik!

Parmağını kırarım pislik!

Tüm bu saydığımız filmlerden sonra yavaştan yavaştan başrollere doğru seğirtti kendisi. John Travolta’lı, olmasa da olur denilecek cinsten Ladder 49 ve Claire Danes’li It’s All About Love sayesinde doya doya izledik Joaquin’i.

Ve tüm bunların sonrasında süper bir şey oldu; Joaquin Phoenix, çok sevdiğimiz adamlardan birinin suretinde bize göründü: Walk the Line. Yani Johnny Cash’in hayatını anlatan bir film zaten başlı başına bir mutluluk sebebi olabilir ama üstüne bir de Johnny Cash’i Joaquin Phoenix canlandırınca bize “Allah allah!” demek kaldı. (Bu arada June Carter’ı canlandıran Reese Witherspoon’a dadanacağımız günler de gelecek.)

2012’nin harikalarından, Paul Thomas Anderson’ın sağlam kadrolu filmi The Master, Joaquin Phoenix’in oyunculuğuna methiyeler düzülen bir film oldu. Biz onun içindeki bu deli cevherini zaten bildiğimizden pek şaşırmadık elbette. Onun bu koltuklarımızı kabartan performansı karşısında gururlu anne pozu takındık.

Her hakkında yorum yapmaktan Fabilog’un süperli yazısı sayesinde yırttık ama film boyunca Joaquin’in yanına oturup “kimler üzdü seni öyle” diyerek (yani aslında filmin bizde yarattığı tek hissiyat bu olduğu için kendimizi sığ hissetmiyor değiliz) saçlarını okşamak istediğimizi de ayrıca belirtelim.

Yalnız, tüm bunlardan bahssettikten sonra Casey Affleck’in yönettiği “mockumentary” (bu sözcüğün Türkçesi var mı? nasıl diyor siz?) filmi I’m Still Here’ın arızalığına dikkatleri çekmek Joaquin Phoenix’e ve siz değerli okuyucularımıza karşı en büyük görevimiz. (Son zamanlardaki triplerine ithafen bu filmin bir DVD’sini Shia LaBoeuf’e göndermek istiyoruz ayrıca!)

Yazıyı bitirdikten sonra sizleri bir de İpek Ongun klasiği olan Yaş On Yedi’yi okumaya davet ediyoruz. (Dadanizm > Beliebers!)

Ve en en en en son cümle: Her geçtiğimiz cuma Türkiye’de vizyona girdi. İzlemeyen varsa sinemaya koşsun izlesin!