Dehşete doğru sürüklenmek: Oppenheimer film incelemesi

“Atom bombasının mucidi” Julius Robert Oppenheimer’ın vizyonu, Nolan’ın genişledikçe genişleyen son hikayesinde, öfkeli ama gizemli yaratılışıyla 20. yüzyıldan kalma bir Frankenstein gibi Cillian Murphy’nin avucunda büyüdükçe büyüyor. Şu sıralar vizyonu epey meşgul eden yapımlardan biri olan film, Nolan sinemasının temel referans noktalarını taşımasının yanı sıra heyecan veren detaylarıyla geriye dönüp yeniden bakılması gereken bir derinliğe sahip.

Filmin konusundan bahsederken sadece teorik bir bilim insanının hikayesini merkeze alıyor demek doğru olmaz. Böylesi bir tanım -her ne kadar Nolan’ın hikayesi zaman zaman hantallaşsa da- müthiş son filminin hırsını ve kapsamını içermek için çok küçük bir hikaye parçacığı olarak kalıyor. Film, karmaşık bir zaman çizelgesiyle enine boyuna oynayan yoğun ve oldukça karmaşık bir dönemin içinden geçiyor. Mahkeme salonu dramalarını, romantik ilişkileri, laboratuvar aydınlanmalarını ve ‘‘benim egomdan daha büyük bir ego var’’ diyeceğiniz anları bir araya getiriyor. Ama belki de tüm bunlardan daha fazlası; Oppenheimer en büyük canavar filmlerinden biri olmaya aday. Robert Oppenheimer (Cillian Murphy), bilimin sınırsız olasılıklarının büyüsüne kapılan ve yarattığı şeyin sınırsız bir yok etme kapasitesine sahip olduğunu çok geç fark eden atom çağındaki bir Frankenstein gibidir. Bununla birlikte en nihayetinde, bu hikayedeki canavar, Oppenheimer’ın icadı değil, insanlıkta saldığı yok etme iştahıdır. Karakterin tek başına bir karakter olarak kendiyle ve izleyiciyle oynadığı ahlaki oyun burada çok büyük bir yer kaplıyor. Film ilerledikçe Oppenheimer’ın içi boş, tekin olmayan yüzünde kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkan bir farkındalık belirmeye başlıyor. Murphy’nin uzağı gören buz gibi gözleri gerçekten hiç bu kadar iyi kullanılmamıştı 😂🧿

Nervous Christopher Nolan GIF by Bombay Softwares - Find & Share on GIPHY

Aslında, bir bütün olarak Murphy’nin fizikselliği, filmin elindeki en güçlü silahlardan biri. İnanılmaz derecede önemsiz gibi görünüyor ama birlikte çalıştığı askeri figürlerin sağlam kesinliklerinin aksine teorik bir insan fikri var. Nolan’ın karakter yaratımında temelde başvurduğu yöntemlerden biri de bu: Güçsüz ve kırılgan gibi görünen bir karakter dünyayı allak bullak edebilir. Örneğin Matt Damon, General Leslie Groves’u canlandırıyor. Güçlü ve sağlam, yumruk atacak bir şey arayan militarist bir karakter izliyoruz. Ya da önümüzdeki Oscar yarışında kesinlikle ismini çokça duyacağımız Robert Downey Jr.’ın büyüdükçe büyüdüğü Lewis Strauss karakteri. Ne şahane oynuyor! Bir sahnede, Oppenheimer’ın bir kucak dolusu kitabı yeni bir sınıfa taşıdığını görüyoruz ve sanki birikmiş bilgisinin ağırlığı altında eziliyor gibi görünüyor. Diğer zamanlarda sakin ve kendi iç dünyasıyla baş başadır. İtişip kakışan egolardan ve nihai silaha dönüşecek fikirlerin kaynaşmasından bir şekilde uzaklaşmış gibidir. Herhangi bir zaman diliminden bize bakan Oppenheimer, şu anda hangi zaman çizelgesinde yaşadığımızın bir göstergesi olan bir işaret gibi konumlanıyor. Yönetmenin filmsel zamanı hikaye bağlamı yani mizansen ile birleştirdiği en temel hat bu. Erken dönem akademik kariyerine dair iç görüler, hayatının her yönünü ele geçiren daha sonraki küçük düşürücü bir güvenlik izni duruşmasının anlık görüntüleri ile noktalanıyor. Film bu aks çevresinde gidip geliyor. Bombanın geliştirilmesi (meşhur Manhattan Projesi) – Oppenheimer’ın eski meslektaşı Lewis Strauss’un (Robert Downey Jr.) federal hükümet rolüne atanıp atanmayacağına karar vermek için bu kez Senato’da yapılacak başka bir duruşmayla birlikte kesiliyor. Yapının çöktüğü ve ortak mülkiyet anlayışının yerini ego çatışmasına bıraktığı bir aralıktır bu. Oppenheimer’da zaman tam anlamıyla doğrusal hissettirmiyor; anlar var, özellikle de Albert Einstein’la örneğin çok önemli bir karşılaşma var ve filmin geri kalanından kopmuş gibi. Nolan’ın filmlerinin tamamen çözülmesi için genellikle birkaç kez izlenmesi gerekiyor ve Tenet (2020) ne kadar şaşırtma faktöründen yoksun bir hikaye olsa da Oppenheimer şaşırtıcı detaylarla bezeli bir film.

Filme dair yoğun olarak eleştireceğimiz bir şeyler olsaydı, bu listenin başında kesinlikle kadın karakterlerin hikayede inanılmaz üstünkörü işlenmesi olurdu. İnanılmaz derinliksiz. Oppenheimer’ın birlikte olduğu Jean Tatlock rolündeki Florence Pugh kısa sürede hayalet bir karakter olarak kalıyor. Ve Robert’ın eşi Kitty Oppenheimer (Emily Blunt), ilk iki saatin çoğunu isyankar bir şekilde çerçevenin kenarında bir martini tutarak geçiriyor. Hayır biz de seviyoruz; vurur yüzüne rüzgarla bir martini tatlılığı ama bu da değil yani 😂

Ancak filmin geneline baktığımızda çok büyük bir başarı örneği olduğunu söylemek gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Nolan’ın IMAX 70mm filmle çekim yapma tercihi göz önüne alındığında, resim içinde boğulabileceğiniz bir ayrıntı derinliğine sahip. Soyut anlar inanılmaz yoğunlukta ve IMAX teknolojisi bireysel katastrofileri canlandırmak için ustaca kullanılıyor. Sanki atomun kalbine girmeye cesaret ediyor gibiyiz 😰 Gerginlik anlarında setlerin sarsılıyor gibi görünmesi de aynı derecede yaratıcı. Oppenheimer’ın dünyası izleyiciyi harekete geçen tepkinin şok dalgalarıyla tam anlamıyla yakalıyor. Ses ve müzik kullanımına değinmezsek taş oluruz. Jonathan Glazer’ın henüz Türkiye vizyon tarihi belirsiz olan filmi “The Zone of Interest” (2023) filmi gibi bu filmde de savaşın dehşetinin boca edilmediği, çoğunlukla duyduklarımız aracılığıyla kaçınılmaz bir şekilde felakete sürüklendiğimiz anlar var. Ludwig Göransson’ın müziği nefis. Büyüleyici. Linki aşağıda. Kesinlikle yılın en iyilerinden biri. Ve ses düzeninde sürekli yinelenen bir dokusu var. Gümbür gümbür yere vuran ayakların kreşendosu ne şahane düşünülmüş bir detay. Film Oppenheimer’ın kariyerinin doruk noktası olan bir zafer ve ihtişam anına eşlik ediyor. Ancak fizikçinin çalışmasının yıkıcı potansiyeli netleştikçe, bu ayak sesleri her defasında yinelenen, artan ve büyüyen bir tehdit duygusuna bürünüyor.