
Orada, bir ev var uzakta: The House That Jack Built
Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yaptığından beri The House That Jack Built hakkında çıkan tüm incelemeler filmin ne kadar vahşi olduğundan, tahammül sınırlarını ne kadar zorladığından bahsediyor.
Nihayet Filmekimi’nde filmi izledikten sonra, o yazıları yazanları tek tek bulup, Shrek’tan daha sert bir şey izleyip izlemediklerini sormak istedim. Evet, şiddet dozu yüksek sahneler var ama benim için salon terk etme noktası Cannibal Holocaust veya Srpski Film seviyesinde bir yerlerde. Bu kadar vahşi olmadığını söylemek zorundayım.
Filmin şiddet dozu ve uzunluğundan çok daha önemli meseleler var filmle ilgili konuşulması gereken. Zira film, bir filmden çok bir makale gibi işlenmiş. Yönetmen Lars Von Trier, başta Cannes Film Festivali olmak üzere, tüm endüstriye ve izleyiciye estetik, sanat ve ahlak felsefeleriyle ilgili düşüncelerini açıklıyor, film yapmak üzerine düşüncelerini aktarıyor. Bütün bunların sonunda von Trier’nin görüşlerini beğenip beğenmemek, temsil ettiği algı dünyasını doğru bulup bulmamak kişisel bir tercih elbette – ki ben çok bayılmadığımı itiraf etmeliyim. Ancak şurası bir gerçek ki, içerik, üslup ve materyal arasında kurduğu üçgenin ve kendini ifade etme biçiminin estetik değeri çok yüksek.
Filmde 12 yılda 60’dan fazla cinayet işlemiş bir seri katil olan Jack’in hikayesini izliyoruz ve dinliyoruz. Jack bu dönemi, filmin ancak sonunda gördüğümüz Verge isminde bir karaktere, seçtiği beş olay üzerinden anlatıyor. Von Trier, filmi beş bölüme bölüyor ve bir son sözle de hikayeyi bağlıyor. Verge başlarda bir terapist gibi konumlandırılmış olsa da sonlara doğru iç ses / alter ego kimliği ortaya çıkıyor.
Jack’in anlattığına göre, kendisi mimar olmak istiyormuş ancak annesi mühendis olmaya zorlamış. Mimar olmayı şarkı bestelemeye, mühendis olmayı ise yazılan müziği icra etmeye benzetiyor. Ve kendisini bir “mimar” olarak kanıtlama ihtiyacı içerisinde. Burada “mimar”lığı Matrix’teki ve şu an aklıma gelmeyen bir dolu filmdeki “mimar” göndermelerini de hesaba katarak düşünebiliriz. Jack’in esas amacı ortaya sanatsal ve mükemmel bir yapıt ortaya koymak. Yarattığı evrenin “mimarı” yani aslında “tanrısı” olma kompleksi içinde. Narsist kişilik bozukluklarının da farkında olduğunu biliyoruz. Çünkü Jack, egosundaki tüm bu dozu yüksek duyguların yazdığı kartları, kameraya bakarak bize gösteriyor. Adeta kendi teşhisini kendisi koyuyor. Ne olduğunu biliyor ve bunu gizlemiyor.
Jack’in teşhisleri bize gösterirken kameraya bakması, bana şiddetli sahnelerden daha ürkütücü geldi aslında. Çünkü burada bize bakan Jack miydi, yoksa Matt Dillon mıydı emin değilim. Jack’i Dillon oynuyor olabilir ama film boyunca ipuçları çok açık edildiği gibi aslında Jack, von Trier’nin bir alter egosu. Her yönetmen gibi von Trier de kendi kurduğu film dünyalarının “tanrısı” bir nevi. Dolayısıyla Dillon, Jack olarak narsisizm teşhisini seyirciye gösterirken, sanki von Trier kendisini duymadan, yönetmenden gizli bir şekilde seyriciyle iletişime geçmeye çalışıyormuş gibi duruyor. Sanki, yönetmenin durumu hakkında, seyirciye ihbarda bulunuyor. Dördüncü duvarı yıkma halinin bu şekilde kullanılması, Funny Games’den bu yana gördüğüm en tüyler ürpertici vaziyetti.
Filmde Jack, cinayetin de bir sanat eseri / sanatsal eylem olabileceğini söylüyor. Bu noktada von Trier, toplama kamplarından görüntüler gösteriyor ve Jack, Hitler’in ve Nazi yönetiminin sebep olduğu katliamın içindeki estetiği tartışıyor. Bu noktada Verge, von Trier’i “istenmeyen insan” ilan eden Cannes Film Festivali’nin ve von Trier’e cık cıklayan herkesin sesi oluyor ve Jack’e sinirleniyor, onu bir canavar olarak görüyor. Verge, Jack’in öldürdüğü erkeklerden çok kadınları anlatmasına ve hepsini de aptal, fırsatçı veya nevrotik tipler gibi tasvir etmesine dikkat çekiyor. Yani Verge, von Trier’i eleştirenlerin sesi oluyor. Ancak filmin sonunda, yine de Jack’in kendisine, üzerine düşünülecek şeyler söylediğini kabul ediyor. Ve evet, seyirci olarak biz de ediyoruz. Bu yine de Jack’in cehennemin katları arasında dolaştırılıp, cezalandırılmasını engellemiyor tabii. Verge, Jack’i son kata getirdiğinde, burayı sadece görmesini istediğini, ancak Jack’i orada bırakmayacağını söylediği halde, Jack’in kendi çıkış planını uygulamak istemesi de, von Trier’nin bize dönüp, “beni bu cehenneme siz koymadınız, ben zaten kendi cehennemimde yaşıyorum, çıkışları tutan da benim” demesi gibi okunabilir.
Film üzerine söylenebilecek daha çok söz var ama salonda karanlıkta not tutmadan ve ikinci defa izlemeden, aklımda kalanlarla şimdilik bu kadar.