
Oscar’a doğru: Lady Bird
Başıma bir şey gelmeyecekse, Lady Bird hakkında bazı söylemek istediklerim var.
Aslında Lady Bird’ün benim için ‘torpilli’ bir film olduğunu söyleyebilirim. En tepesinde Greta Gerwig’in adının yazıyor olması bile birkaç sıfır önde başlaması için bir sebep. (Frances Ha ile tutup beni diplerden çıkarmışlığı var.) Hem bu torpili bir yana, anglosaksonların ‘coming-of-age’ diye sınıflandırdıkları büyüme temalı ergenlik hikayeleri sinemada da edebiyatta da her daim kalbimi çalmayı başarmıştır. (bkz. Elif Batuman’ın romanı ‘The Idiot’) Neticede ergenlik coğrafya, din, dil, ırk tanımıyor; her daim rezil bir şey ve talihsizce komik.
Sadece bu da değil… Günlük hayatın sıradanlığını en basit haliyle anlatan filmleri, milyon dolarlık bütçelerle çekilen nice filme tercih ederim. Karakterlerin günlük giysiler içerisinde, “Ya bu doğaçlama mı” diye düşündürten replik ve jestlerle donattığı filmler… Bu konuda ‘La vie rêvée des anges’ (‘Meleklerin Düş Yaşamı’ diye çevirmişlerdi sanırım) ders gibi bir film adeta. Mutfaktaki laklak ettikleri sahnede başkarakter Isa’nın fincanındaki saçı çıkarmak için ufak ufak çabalayışını görmek, ‘aşırılıklar’ devrinde yaşayan biri için hipnotize edici bir etki yaratabilir. Tıpkı ‘Lady Bird’de Christine’in elindeki tatlıyı bitirdikten sonra umursamazca parmaklarını yaladığı sahnedeki gibi… Sırf böyle anlar için bile sevebilir insan bu filmi.
Evet işte, sevdim sevmesine de; göreceğiniz üzere beklentilerimi zirvelere taşıyıp da karşısına geçtiğim için midir, nedir; kalbim söküle söküle izledim, bu daha görmeden ‘Oscar favorim’ diye kefil olduğum filmi.
Nasıl anlatsam, nereden başlasam…
Bir kere 18 yaşında bir kızın minnoşluklarla dolu Çilek çocuk odasından çoktan vazgeçmiş olması gerekmez miydi? Ya da takma adla çağrılma hevesinden? Yine aynı şekilde, 18 yaş ‘en birinci kanka’yla seks konuşmak için biraz geç değil mi? Hele ki genç kızların erkeklere göre çok daha önce ergenliğe girdiği şu dünyada… Yani kısacası, Lady Bird’ün 18 yaşında bir genç kız olmasına rağmen, 12’lik bir kız çocuğu gibi davranması bir tek benim mi kafamı karıştırıyor? Yoksa benimki gerçekten dejenere bir ergenlik miydi?
Peki tamam, Katolik okulunda okuyan ‘aşırı’ bastırılmış bir karakter söz konusu diyelim (ki öyle olmadığını biliyoruz) ve bunu kabullenerek izlemeye devam edelim filmi.
Maalesef yine olmadı.
Adını duvarlara yazdığım, birlikte yıldızları seyrederken ‘seni seviyorlarum’lara boğduğum erkek arkadaşımı tuvalette bir başkasıyla üstelik de bir erkekle öpüşürken basarsam aklımı biraz kaçırırdım herhalde. Hele ki 18 yaşımda olsaydım… Olayın birkaç hafta sonrasında, oturup doğru düzgün yüzleşmemişken bile Christine ile Danny’nin, aralarında geçen tüm talihsiz ilişkiye rağmen kanka olmaları Greta Gerwig’in Lena Dunham’a bağladığının üzücü bir kanıtı bence: “Bakın aslında bu, dertsiz tasasız Amerikalı beyaz bir kızın hikayesinden çok daha fazlası” diyebilmek için yaratılmış bir formül sanki. Lady Bird’ün hikayesini bilmediğimiz abisi de bu formülün bir parçası gibi. Amerika semalarında dolaşan demokrat duruşun Girls’teki minik yansımalarından ne kadar hoşlanmadıysam, benzerlerini bu filmde de görmek kalbimi kırdı.
“Hikayesini bilmediğimiz” demişken… Ne olduğu bilinmeyen o kadar çok konu var ki filmde. Mesela babası neden işsiz, hep mi ‘fakir’diler yoksa babaları işten çıkınca mı ‘fakir’leştiler (bu ‘orta sınıf fakirlik’ konusuna değinmiyorum bile), annenin alkolik annesi dışında geçmişinde neler var ki bu kadar ‘sert’ bir karaktere dönüşmüş, erkek kardeş evlatlık mı yoksa eski bir ilişkinin meyvesi mi, erkek kardeşin kız arkadaşı ailesiyle ne yaşadı da Lady Bird’ün evine yerleşti, matematik hocası neden Lady Bird’e kıl da en birinci kankası Julie’ye bayılıyor (zengin diye mi), tiyatro kulübünün başındaki papaz efendiye ne oldu… Evet bazı sorular ve varsayımlar… Karakterlerin hikayelerinin bu kadar havada olması ters etki yaratıp senaryoyu aşağı çekiyor. Bir hikayenin kopuk parçaları arasında süzülüyoruz gibi.
En başta dediğim gibi, benim açımdan torpilli olduğu için, bazısı bilinçli bazısı da kazara verilmiş tüm bu kararlara rağmen sevmeye çalıştım Lady Bird’ü. Biraz da başardım bence. Annesiyle yaşadığı aşırı gerçekçi diyalog ve anlar tam kalbimden vurdu beni. Hepsini bizzat yaşamıştım ve şu 30 yaşımda hâlâ bunlara çok yakın anları yaşamaya devam ediyorum. (Çünkü anne-kız ilişkisi bunu gerektirir.) Ayrıca etrafımızı saran büyük hikayelerin yanında sadece bir ergenin hayatından birkaç aylık durağan bir kesiti anlatıyor olması bile Lady Bird’ü sevmek için bir neden olabilir. Saoirse Ronan’ın karakterin her halini zahmetsizce üstüne geçiriyor olması ise filmin tartışmasız en iyi tarafı. (Oscar alsın.)

Frances Ha’nın yönetmenliğini Noam Baumbach yapmıştı. Senaryosu ise Baumbach ve Greta Gerwig’e ait.
Elimde olmadan Frances Ha’yla bir kıyaslama yapacağım. Yirmili yaşların sonunda ‘yolunu kaybetmiş’ genç bir kadının yine aynı durağanlıkta ilerleyen hikayesini ve yoldan çıkan arkadaşlıklarını tatlı bir üslupla anlatan Frances Ha ile Lady Bird’ün kesiştiği çok yer var. Ama maalesef, Lady Bird, Frances Ha’nın ilham vericiliğinden çok çok uzakta. Ha belki ileride genç yönetmenlere, bir hikayenin nasıl basitçe anlatılabileceğine dair yol gösterebilir, ki bu da büyük bir başarıdır aslında.
Oscar’lık mı, ondan pek emin olamasam da Akademi’nin tüm Hollywood’u etkisi altına alan feminist ruhu görmezden gelmeyeceğini düşünürsek Lady Bird’ün şansı oldukça yüksek.