
O meşhur filmden Gilmore Girls’e: Popüler kültürdeki Titanik referansları (George Costanza bonuslu)
Titanik enkazına turistik bir gezi için yola çıkan OceanGate yolcularının üzücü sonu Titanik’in trajik hikayesini yeniden gündeme taşıdı. Netflix bile farkında: 1 Temmuz itibariyle kataloğunda yeniden o meşhuuur Titanik filmine yer vermeye başlayacak. (Buna aşk filmi diyenler birkaç kere daha düşünsün, bizce tüm zamanların en büyük gerilimlerinden biri.)
Peki neydi bu Titanik? Toplanın; size 30+ bir ekip olarak, milenyallerin ağlamaktan gözlerini Sahra çöllerine döndüren, Z kuşağını ise “Ne? Bu gerçek mi?” diye şaşkınlıkla Google’a koşturtan, “bu gemi batmaz, batamaaaz!” denen Titanik’in hikayesini ve onun popüler kültürümüzdeki yerini anlatacağız.
James Cameron’ın 1997 tarihli filminde gördükleriniz ve görmediklerinizle: Titanik’in hikayesi
Gözlerinizi kapatın ve zamanının en büyük ve şaşaalı yolcu gemilerinden Titanik’i (a.k.a. ‘Millionaire’s Special,’ çünkü kabul edin ancak milyonerler yüzen bir saraya ayak basabilirler, sizler yalnızca Akbil basarak karşıya geçebilirsiniz) hayal edin. Titanic/Titanik, ismini Yunan mitolojisindeki primordiyal ana-babamız Uranus ve Gaia’nin evlatları Titanlardan alıyor. ‘‘Titanlar’’, yani büyük, haşmetli, güçlü olanlar.
Yüce Titanik’in üçüncü sınıf kabinleri bile ortalama yolcu gemilerine taş çıkarırdı. Titanik sosyetenin elitlerine squash sahalarından, hamama, spor salonlarından, havuza, berbere ve kütüphaneye o kadar çok şey sunuyordu ki pek çoklarına ‘burası benim evimden daha güzel’ dedirtiyordu. (Hem sadece işçi sınıfından da bahsetmiyoruz.) Titanik’in milyoner yolcuları arasında biz fakirlerin müzesinden bildiğimiz ünlü Guggenheim ailesinin üyelerinden Benjamin Guggenheim (filmde de vardı, şapkasını takıp o ünlü merdivenlerin başında ölümü bekliyordu), hâlâ dünyanın en zengin ailelerinden kabul edilen Astor ailesinin üyesi ve gemideki en zengin kişi John Jacob Astor IV, Britanya İmparatorluğu’nun en meşhur gazetecisi olarak ünlenen William Thomas Stead, ve Macy’s mağazalarının ortaklarından Isidor Straus ve eşi Ida bulunuyordu. crème de la crème! Bu yolcuların akıbetlerine daha sonra geleceğiz ama önce beraber Titanik’i trajik sonuna götüren olaylar silsilesine bakalım.
Titanik Southampton, İngiltere’den ilk seferine çıkmıştı. Yola çıktıktan dört gün sonra, Titanik diğer gemilerden çok sayıda buzdağı uyarlıları almaya başladı. Ancak bu uyarılar, yolcuların karadaki yakınlarıyla olan mesajlaşmalarının arasında kayboldu gitti (bana burada bir İkizler burcunun parmağı var gibi geldi; yine onunla bununla mesajlaşırken önemli haberlerin kendisine ulaşmasını kaçırmış gibi. 12 burcun maymunu.) Saat gece 11:30’da görevlilerden biri geminin bir buzdağına yaklaştığını fark etti. Hemen ikaz zili çalındı, telefonlar açıldı; panik butonuna basılmıştı. Kısa süre içinde motorlar ters yöne çalıştırıldı ve gemi geriye döndürülmeye başladı. Mürettebat olayı birkaç önemsiz çizikle atlattıklarını düşünürken, aslında buzdağı gemiyi alt bölgelerden delerek beş kompartımanın sular altında kalmasına neden olmuştu bile.
Titanik batarken, geminin mimari Thomas Andrews, en son sigara odasında görülmüş, muhtemelen Titanik’in fotoğrafına bakarken bu hazin sonun ironisini düşünüp son içkisini yudumluyordu. Astor gerçek bir centilmen; hamile eşini kurtarma botuna bindirmiş, ama kendisi bota binmemiş. Isidor Straus ise kendisine botta yer teklif edilmesine rağmen bunu reddetmiş ve eşi Ida da Isidor’u geride bırakmayarak, onsuz yaşamaktansa onunla ölmeyi seçmiş; ki bu hikaye Titanik filminin de en meşhur sahnelerinden birine ilham olmuş, yatakta birbirine sarılarak suların yükselmesini bekleyen o yaşlı çifti hatırlayın… (Bir bilgi daha: Ida ve Isidor, OceanGate’in hayatını kaybeden CEO’su Stockton Rush’ın eşi Wendy Rush’ın büyük büyük anne-babası… Hayatın cilvesi…) Benjamin Guggenheim ise mahalle yanarken odasına gidip en resmi kıyafetini giymiş ve “En şık halimizle, bir centilmen gibi ölmeye hazırız” demiş. Hasar aldıktan batmasına kadar gecen 3,5 saat içinde, 1.300’ü yolcu olmak üzere 2.200’den fazla kişiyi taşıyan Titanik’ten yalnızca 706 kişi sağ kurtulmuştu.
Şimdi de film olan Titanik’in hikayesi (aksın gözyaşları)
Şimdi, milenyum kuşağının zihninde modern bir Romeo ve Jülyet hikayesi olarak yer edinen Titanik filminin vizyona girdiği 1997 senesine doğru yelken açalım. Titanik, 14 dalda aday gösterildiği Oscar Ödülleri’nden 11 heykelcikle dönmüştü. O dönem insanlar Titanik’i izlemek için akın akın sinema salonlarına doluşuyordu (biz dahil) ve hatta Titanik’i kaç kere izledin rekabetine girişiyordu (biz dahil, hatta bu yazının yazarının ilk çıktığında filmi üç kere izlediğini not düşelim). Leonardo DiCaprio’yu ve Kate Winslet’ı Hollywood sinemasında bir gecede ünlendiren bu filmdi, ki ikisinin kariyerleri bundan çok önce başlamıştı ve epey de alkışlanmışlardı ama bu filmle birlikte artık dünya çapında birer yıldıza dönüşüvermişlerdi. Hele Leonardo DiCaprio’nun beybifeys’i, Backstreet Boys posterlerinin yanında yerini almıştı bile. ‘‘Brad Pitt’i mi daha çok seviyorsun, Leo’yu mu’’ sorusu ergen anketçilerin dilinde dönüp duruyordu. Keza filmin ününü pekiştiren soundtrack, Céline Dion’un seslendirdiği My Heart Will Go On da sevin ya da sevmeyin (şahsen gıy gıy kemanı ve acıklı flütüne dayanamayıp her duyduğumda gözlerimi deviriyorum) bugün hâlâ popüler kültürün en ünlü soundtrack’leri arasında.
Bu filmi, aslında yönetmen James Cameron’ın denizaltı tutkusuna bir aşk mektubu gibi düşünebiliriz. Ünlü yönetmen için Titanik ‘batmış gemilerin Everest’i’. Cameron’ın bu sözle ne kastettiğini anlamak için, Titanik’in derinliğini şu şekilde anlatabiliriz: Dünyanın en yüksek binası olan Burj Khalifa 0,8 kilometre yüksekliğinde; Titanik ise okyanus yüzeyinin 3,8 kilometre altında yer alıyor. Çocukluğundan beri sudaki yaşama ve denizaltı keşiflerine ilgi duyan Cameron, o dönem Titanik enkazını görüntüleyen IMAX ekibinin filminden çok etkileniyor. Hatta açıkça kıskanıyor diyebiliriz, çünkü sonra diyor ki, “ben de Titanik’e keşif dalışı yapacağım, üstelik parasını da Hollywood’a ödeteceğim.”
İşte Cameron’ın bu deniz takıntısının bir ürünü olarak, Rose ve Jack’in sınıfsal aşklarının etrafında senaryolaştırılan, 200 milyon dolar bütçeyle çekilip, gişede 2 milyar dolar hasılat yaparak Hollywood yapımcılarını para içinde yüzdüren Titanik ortaya çıkıyor. Cameron, Hollywood yöneticilerini, “bu enkazın 3D’sini stüdyoda yapmak size daha pahalıya mal olur, ben dalar, çekerim” diye ikna ediyor ve toplam 33 kez Titanik enkazına keşif gezisi yapıyor (Cameron’in iç sesi: ‘‘I see it, I like it, I want it, I got it’’)
Cameron ve çekim ekibi yaptıkları dalışlarla, Titanik’te Titanik’in mürettebat ve yolcularından daha fazla vakit geçirmiş oluyorlar. Cameron diyor ki: ‘o derinlikle, inç başına 6000 pound su basıncı düşer, su altı aracınızdaki en ufak bir kusur, herkesin anında ölümüne sebep olur.’ (Maalesef OceanGate firmasının gerçekleştirdiği gezide yaşadıkları durum da tam olarak bu.) Bütün bu tehlikelere rağmen, James Cameron, denizlere, okyanuslara, suya olan özleminin pesinden giderek, bunu beyaz ekrana yansıtmaktan vazgeçmiyor. Bilhassa, Terminator filmlerinden başarı elde ettikten sonra, zincirlerinden koparılmış gibi, artık bu takıntımı saklamama gerek yok diyerek, oyuncuları ve bütün ekibi zorlu şartlarda çalıştırdığı su temalı filmler çekiyor: Titanic, The Abyss, Avatar I ve Avatar II.
Hâlâ kalbimiz acıyor: Rose ve Jack
Aslında Kate Winslet, Rose DeWitt Bukater rolü için ilk başta düşünülen isimlerden biri değil, hatta düşünülen bir isim bile değil. Cameron, Rose karakteri için ‘Audrey Hepburn’ tarzında bir yüz istiyor. Gwyneth Paltrow, Claire Danes, ve Gabrielle Anwar Rose rolünü reddettikten sonra, Winslet bu rolü almak için epey emek sarf ediyor. Cameron’a İngiltere’deki evinden her gün yazıyor. En sonunda Cameron, “tamam gel, seni denemelere alalım” diyor. DiCaprio ile beraber test çekimlerinden sonra, Winslet DiCaprio’nun oyunculuğundan o kadar etkileniyor ki, Cameron’a “beni almasan bile bu çocuğu kesinlikle al ekibe” diyor. Winslet test çekimlerinden sonra Cameron’a tek bir gül yollayıp, “From your Rose” diye içine not düşüyor (Offf vıcık vıcık romantizm!). Pek çok kez ikna telefonları açıyor ve hatta bunların birinde “Rose, benim! Neden hâlâ başkalarını deneme çekimlerine çağrıyorsun, anlamıyorum” diyor. Ve sabrın ve ısrarın sonu selamet, Winslet ikonik Rose DeWitt Bukater rolünü kapıyor.
Rose ve Jake’in hikayesine gelince… Aristokratik bir aileden gelen Rose DeWitt Bukater, annesi Ruth DeWitt Bukater ve ünlü bir Pittsburgh çelik baronunun oğlu olan nişanlısı Caledon Hockley (Cal filmin yakışıklı antagonisti) ile beraber Titanik’in yolcularındandır. Annesi Ruth bu evliliği çok istemektedir çünkü DeWitt Bukater’ları ekonomik sıkıntılarından kurtaracağına inanmaktadır. (Ah şu anneler…). 17 yaşındaki Rose ise bu nişandan da, birinci sınıftaki şatafattan da, kendisine dayatılan yaşamdan da hiç mutlu değildir. Koşarak geminin burnuna doğru gider, suya atlamak üzere hamle yapar. Bu sırada (da da daaaannn) serseri ressamımız Jack Dawson, onu durdurmaya çalışır. “Bak, ben bir kere Wisconsin’de buzda balık avlarken, suya düşmüştüm ve binlerce bıçak vücuduma saplanmış gibi hissetmiştim, buradan atlarsan daha da beter hissedersin, yapma etme gel” der. Aşk hikayemiz böyle başlar. Ve aslında, Cameron da ince ince, daha filmin en başında, filmin trajik sonuna referansını yapar. Jack ve Rose’un aşklarının arasına Cal dahil kimse giremez derken, bir buzdağı kenardan sinsi sinsi sahneye giriş yapar.
Ve 26 sene sonra bile hâlâ tartışmalar yaratmaya devam eden o ünlü kapı sahnesi… Titanik battıktan sonra Rose, gemiden kopmuş bir kapının üzerinde yüzü koyun yatmaktadır. Jack ise dondurucu soğuktaki suyun içinde Rose’un ellerinden tutuyordur. Ve tabii, Jack vücuduna saplanan binlerce bıçak darbesine bu sefer aldırmıyordur. Filmin başında onları bir araya getiren okyanusta ölüm fikrinin ürkütücülüğü gerçeğe dönüşmüş olsa bile Jack de, Rose da filmin başındaki kişiler değillerdir artık. Aşkı, tutkuyu ve samimiyeti tatmışlar ve soğuğun değil, sevdiğinden ayrılmanın onları incitebileceği bir yere gelmişlerdir. (Biz de arabeske bağladık.) Bu arada, Jack kapıya Rose ile beraber sığamaz mıydı? Sığabilirlerdi. Myth Busters bunu kanıtladı, ilgilenenler için:
Her ne kadar bu romantizm seviyesi bana şu yaşımda çok gelse de, beş kere evlenip boşanmış olan James Cameron, aşka dair bir-iki şey biliyor olmalı ki, o dönem sinema salonlarında seyircilere gözyaşlarından ıslanmış patlamış mısırları üstüne para verdirterek yedirtmişti. (Biz dahil.) Ve Titanik bize aynı zamanda Leo ve Kate’in sağlam dostluklarını kazandırdı. Bugün bile ikisini ödül törenlerinde yan yana görmek bizi akıl dışı bir şekilde mutlu ediyor, sanki onları hâlâ genç Rose ve Jack gibi düşünüyoruz.
Tabii Rose’un kalbi, aşk hayatı 18-25 yaş arası kadınlarla dolu Leo gibi bir playboy’u kaldırabilir miydi, buna rağmen ‘my heart will go on’ der miydi, emin değilim. Ama, şurası kesin ki Titanik sinema tarihinin ikonik filmleri arasında yerini aldı ve onun popüler kültüre etkisi internet meme’lerinden, başka yapımların senaryolarına kadar seneler içinde dalga dalga yayıldı. Şimdi acıklı konuları bırakıp biraz bunlara dadanalım.
Ooops, I did it again!
Şimdi burası biraz ilginç, biliyorum. Klip Mars’ta geçiyor, yakışıklı bir astronotumuz var, Marslı bir tanrıça kılığında kırmızı deri tulum giymiş bir Britney var; Titanik ne alaka, diyorsunuz. Ve haklısınız. Ben de bilmiyorum.
Klibin yönetmeni Nigel Dick Rolling Stone’a verdiği röportajda Mars temasını ve Titanik referansını Spears’ın önerdiğini söylüyor. Klipte o kadar çok yere referans var ki, galiba Britney sadece bir şeyleri bir araya getirerek anlamlı olmasını değil, ilginç olmasını önemsemiş.
Astronotumuz Britney’e bir kolye uzatıyor (dikkat edelim, bu Titanik’teki kolyenin aynısı değil, neden? Çünkü telif hakkı!). Britney diyor ki:
B: Ay, ne güzel! Aa bir dakika bu şey değil mi? Yaşlı teyze bunu okyanusa düşürdü sanıyordum?!
A: Ne sandın şekerim, senin için dalıp aldım.
Ne zaman? Nasıl? Sen bir astronotsun! Senin için yerin dibine de giderim filan mi demeye çalışıyor? Gerçekten, ben böyle romantizme gelemiyorum.
Gilmore Girls
I will follow you where you lead…
Referansları, popüler kültüre yansımaları ve baş döndüren diyaloglarıyla başlı başına bir dosya konusu olan Gilmore Girls de Titanik’e referans vermeyi ihmal etmiyor. Yale Üniversite’sinin gizli öğrenci kulübü Life and Death Brigade’in kabul töreninin bir parçası olara Logan, Rory’nin yüksekten atlamasını istiyor (Logan’in bir Jack olmadığını görüyoruz.) Rory de buna karşılık olarak doğrudan Rose’un filmdeki repliğiyle cevap veriyor “You jump, I jump, Jack” ve el ele tutuşarak aşağıya atlıyorlar.
OwlKitty – Titanic
Jack ve Rose’un kolları iki yana açık, geminin burnunda aşka geldikleri o meşhur ‘‘Jack, uçuyorum’’ sahnesi. Söylenen o ki, bu sahnedeki gün batimi bir CGI oyunu değil, gerçekmiş. Aferim, Cameron, bütçeni düzgün kullanıyorsun.
Protagonistlerimiz, pokerdeki başarısı sayesinde Titanik’e bilet kazanan, serseri ressam, fakir oğlan Jack ve sosyetenin kırılgan ve zarif çiçeği Rose arasındaki toplumsal statü farkının sıfırlandığı, sanki hayatlarının gemisini onlar idare ediyorlarmış gibi hissettikleri bu sahne, internetin fotoşop zibidilerince milyonlarca farklı şekilde yeniden türetildi. En meşhurlarından birini aşağıda paylaşıyorum. İnce ince işlenmiş bir editing şaheseri…
Titanik filmleri
James Cameron’ın yönettiği filmin bir ilk olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Titanik’le ilgili ilk film, gemi battıktan hemen sonra çekilen, Saved From the Titanic adlı bir sessiz kısa filmdi.
1929’da ise, Atlantic isimli bir film daha yapılıyor ama Titanic ismi yasal sebeplerden ötürü kullanılamıyor.
1943’e geldiğimizde, Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in (evet, o meşhur Goebbels!!!) Alman film yapımcılığını övmek ve kazanın sorumluluğunu Amerikan ve İngiliz kapitalist sistemine atmak için yaptırdığı Titanic filmi çıkıyor karşımızda.
1996’da yani Cameron’in Titanik’inden bir sene önce, Catherine Zeta-Jones ve Peter Gallagher’in baş rollerinde olduğu bir Titanik mini-serisi vizyona giriyor. Bu mini seriyi izleyenler, 1997 yapımı Titanik ile arasında pek çok benzerlik kuracaktır. Milyonlarca dolar bütçeyle, Hollywood’un tüm imkanları önüne sunularak yönetmen koltuğuna oturan Cameron’ın, bir sene önce piyasaya sürülmüş bu filmden diyalog ve konu araklamasına gerek var miydi, emin değilim.
”Draw me like one of your French girls”
İnternet kültürümüzün başyapıtlarından biri, ikonik ‘Draw me like one of your French girls’ meme’i. Kate Winslet’in canlandırdığı Rose, Leonardo DiCaprio’nun Jack’ine çıplak poz verir. Rose bir koltuğun üzerine uzanır, üzerinde yalnızca o meşhur Heart of the Ocean kolyesi vardır ve Leo’ya gerçek bir mistress gibi emreder: ‘Draw me like one of your French girls’. Ve işte o kutlu anda, şu muhteşem eser dünyaya gözlerini açar. George Costanza ve o baş döndürücü estetiği…
Jake ve Rose dans sahnesi
Titanik ‘‘meme’’ müzemizin bir diğer nadide eseri, geminin üçüncü sınıf bölümünde, Jake ve Rose’un deliler gibi dans ettikleri o sahneden ilham alıyor. Bu sahne de birçok farklı şekilde türetildi; artık üzerine daha fazla edebiyat yapmaya gerek yok. Conan hayranlarının en sevdiği (ya da güldüğü diyelim) GIF’lerden biri bu:
Biraz da ciddileşelim…
Titanik’in trajik hikayesinde insanı ölümlülüğüyle yüzleştiren bir şeyler var; daha doğrusu ölümün hiçbir ayrım gözetmeksizin herkese eşit davranacağını anlatıyor bize. Batiskaf OceanGate’in hikayesi de, Yunanistan açıklarında batan multeci gemisi de bize aynı hatırlatmayı yapti. Doğa kendi kanunları içinde adil bir şekilde işliyor. Peki ya insanlar adiller mi?
Titanik bir geminin batış hikayesi gibi görünse de, katman katman incelendiğinde içinde bugün bizlere belki de pek bir anlam ifade etmeyen soyluluk anlayışı, sınıf düzeni, toplumun kadın-erkek rollerine dair bakışına kadar pek çok mesaj barındırıyor. Dünyanın en lüks yolcu gemilerinden biri olarak, ‘batmaz’ denilerek New York’a doğru ilk seferine çıkan Titanik, en fakir mürettebattan en zengin yolcuya kadar, içinde paranın satın alabileceği (ve belki de alamayacağı) tüm zenginlikleriyle birlikte nAtlantik Okyanusu’nun dibine batıyor. Titanik hafızalarımızda insanlığın açgözlülüğü, içi boş gururu ve materyal dünyaya bağımlılığına dair bir sembol olarak yer alıyor.
Nihayetinde dünyanın en iyi gemisini de yapsanız da mühim olan bu gemiyi kimin kullandığı. Aslında eşyalar, sahip olduklarımız değil, bunlarla ilişkiyi kuran bizlerin kim olduğu ve bizim insan olarak ederimizin ne olduğu konusudur bu. Eğer Yunanistan açıklarında hayatlarını kaybeden mültecilere uzatılmayan yardım eli ile, OceanGate’in yolcularına uzatılan yardım eli vicdanımızı yaralıyorsa, bunun sebebi aslında Titanik hikayesinin bizlerin toplumsal bilinçaltında edindiği sembolle aynı. Okyanus sanki Titanik’i zamanla sularında çözümüş ve aynı sembolün farklı yansımalarını mültecilerin yaşam mücadeleleri ve denizaltı turistlerinin hikayesi üzerinden su yüzüne çıkarmış gibi. Yaşam eşitsizliklerle dolu, evet, peki biz bu eşitsizlikler içinde kendimizi nerede ve nasıl konumlandırıyoruz? Bu eşitsizlikler karşısında ne yapıyoruz?