
Seninle her şeye varım ben: Elisabeth Moss
Elisabeth Moss hakkında upuzun bir güzellemeye giriştiysek bir sebebi var elbette: Türler arasında zikzak dokurken ve birbirine benzemez bir dolu karakteri canlandırırken her seferinde kendine has oyunculuğuyla yine yeniden zihnimize kazınan bir isimden bahsediyoruz. Her filmde şaşırtıyor, hayran bırakıyor, şöyle bir soluklanıp filmografisini yeniden ziyaret etmek için bünyeyi tetikliyor. Aynen bu yazıda olduğu gibi…
Yazı: Buluştuğumuz İyi Oldu adına, Zeynep Naz İnansal
Yeni çıkan filmlerin azalmasıyla minik bir film kıtlığı yaşadığımız bu günlerde, karşıma 2020 yapımı biyografi Shirley çıktı. Konudan ve yönetmenden bağımsız, hatta hiçbir detayı önemsemeden filmi izlemek istememin tek sebebi de afişten bana göz kırpan başrolü Elisabeth Moss’tu. Düşündüm de, Moss’un bende böyle bir etkisi var. Ne iş yapsa hemen izlemek istiyorum onu, hatta suratını görmek bile bana iyi geliyor. Kendisinin şahane bir oyuncu olduğu su götürmez bir gerçek olsa da, bu etkinin sebebi sadece oyunculuğu değil, biraz da seçimleri aslında. Her yeni projesinde, bu kez senaryonun ya da karakterin hangi yönünü sevdiğini anlamak ya da bu projeyi neden seçtiği merakıyla izliyorum onu. Moss’a olan hayranlığımı, cesur seçimleri ve özdeşleştiği rolleriyle, kariyerinde bir yolculuğa çıkarak anlamak ve açıklamak istedim.
Gencecik bir Elisabeth Moss’u Hollywood dünyasında haritaya kazıyan, ilk kayda değer rolü 1999 yapımı Girl, Interrupted filmindeki Polly oluyor. Angelina Jolie, Winona Ryder, Jared Leto ve Whoopi Goldberg’ün de aralarında bulunduğu yıldızlar geçidi bu filmde acemi sayılabilecek Moss yine de seyircinin dikkatini üzerine çekmeyi ve bu kız da kim dedirtmeyi başarıyor. Sonraki yıllarda da adım adım kariyerinde ilerliyor ve Law & Order ve Grey’s Anatomy gibi neredeyse her oyuncunun yolunun geçtiği televizyon dizilerinde konuk oyuncu olarak rol alıyor.
Moss’un Peggy’si
2007 yılındaysa her şey bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişiyor ve Moss, efsanevi Mad Men dizisinde Peggy Olson rolüyle hayatlarımıza bir daha çıkmamak üzere giriyor. 1960 ve 1970’lerde New York’ta bir reklam ajansı üzerinden reklamcılık dünyasını anlatan dizi, aslen değişimin kaçınılmazlığını tüm yönleriyle ele alıyor. Mad Men, zamanın değiştiği, o zamanki anlamıyla eski tip erkekliğin ve geleneksel aile hayatının yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemi anlatıyor. Baş karakter Don Draper’ın dizinin jeneriğinde ofisinin camından düşmesi gibi, krallığını ilan etmiş reklamcı erkeklerin değişen dünyaya adapte olamaması ve değişemeyenlerin elenmesini izliyoruz.
Peggy de tüm bunların arasında yaratıcı, çalışkan ve hırslı bir genç kadın. Reklam yazarı olmayı kafasına koyuyor ve tüm eleştirilere, dalga geçmelere ve zorbalıklara kulak tıkayarak azimle yükseliyor. Dizinin sonunda Peggy’nin dönemi başlarken, Don’unki de kapanmış oluyor. Bu dönemden kazançlı çıkanın Peggy olmasının sebebi de değişimden korkmaması, kendi olması ve hayallerine sadık kalması. Aslında tüm dizinin Peggy’nin hikayesi olduğunu söyleyebiliriz, zira en çok değişim geçiren ve en büyük karakter çatışmaları yaşayan o. Bu görüşü savunun ya da savunmayın, Moss’un Peggy olarak performansı akıllara kazınacak nitelikte. Yarattığı bu karakterin tüm hırslarını, üzüntülerini ve hayallerini hissettiriyor ve seyirciye Peggy’i desteklemekten başka bir seçenek bırakmıyor. Bu rol birçok oyuncu için kariyerinin en büyük rolü olabilecekken, bir kutudaki yüz renkten biri olmayı seçmeyen bu komplike karakter Moss’un kariyerinin yalnızca başlangıcı oluyor.
İkiyle çarpılan bir romantizm
2014 yılında bir romantik komediyle karşımıza çıkan Moss’un Mark Duplass’la başrolü paylaştığı The One I Love ise yine Moss’un zevkine uygun absürt ve heyecan verici bir romantik komedi. Film, ilişkilerini düzeltme umuduyla ve terapistlerinin tavsiyesiyle bir tatil evine giden bir çiftin kendileriyle, daha doğrusu kendilerinin birer kopyasıyla karşılaşmasını anlatıyor. Duplass ve Moss kendilerinin iki farklı versiyonunu canlandırıyorlar. Filmin belki de son anına kadar hangi versiyonu seçtiğimize karar veremeyerek sürekli gidip gelmemizde ikilinin güçlü performanslarının da etkisi var. Kim olduklarına dair bıraktıkları küçük ipuçlarını yakalamaya çalışmak da oldukça keyifli. İlişkilerde hangi versiyonumuz olduğumuz, kime dönüştüğümüz ve belki de ne kadar ”kendimiz” kalabildiğimizi sorgulayan filmi bu vesileyle de önermiş olalım.
2017 yılı da Moss için önemli bir yıl. Hem Cannes Film Festivali’ne katılıyor hem de o ana kadarki kariyerindeki en önemli projeye başlıyor kendisi. İlk olarak Ruben Östlund’un Altın Palmiye ödüllü filmi The Square’de bu kez alışık olduğumuzdan çok daha sıradan bir rolle karşımıza çıkmayı tercih ediyor. Stockholm’ün çağdaş sanat dünyasının absürtlüğü içinde kendini bulan Anne’e hayat veren Moss, bir kez daha her tip rolün altından kalkabileceğini ve belki de epik detaylara ihtiyaç duymadığını göstermiş oluyor. Tabii bunu bile yine oldukça sıra dışı bir film seçimiyle yapmayı seçiyor. Aynı yıl The Handmaid’s Tale de Hulu’da gösterime giriyor ve ağlasak da delirsek de izlemeyi bırakamadığımız bir dramla hayatımıza girmiş oluyor.
Damızlık kızların öyküsü
Çok da uzak görünmeyen bir distopyada, Gilead’de geçen dizi, çocuk yapabilen kadınların damızlık olarak kullanıldığı totaliter bir düzeni anlatıyor. Moss bu kadınlardan biri olan June’u canlandırıyor. Başta tek amacı kaçırılan çocuğunu kurtarmak olan June, giderek bir başkaldırının lideri haline geliyor. Çoğu zaman konuşamadığı, istediği hiçbir şeyi dillendiremediği bir düzende June’un tüm duygularını bize açıkça anlatabilen Moss belki de en çok June’la özdeşleşiyor kafamızda. Özellikle de üçüncü sezonda tek mekanda ve tek başına tüm bölümü sırtladığı hastane bölümüyle de bir kez daha herkesi kendine hayran bırakmayı başarıyor.
Peggy sonrası bir daha bu kadar özdeşleşen bir rol oynayamaz derken aksini kanıtlayan oyuncu, ikonik bir karakteri daha kendine özgü hale getirmeyi başarıyor. Kişisel olarak The Handmaid’s Tale’i bazen toksik bir ilişki gibi görüyorum. Zira beni çok üzse de, mutsuz etse de ondan bir türlü kopamıyorum. Yeni sezonu ertelenen diziyi ancak önümüzdeki sene izleyebileceğiz gibi görünüyor. Şimdilik kendimizi ruhen hazırlamak için bolca zamanımız var.
Punk ölmedi, Elisabeth Moss’la yaşıyor
2018’de dizi çekimleri sırasında gitar çalmayı öğrenen Moss, Alex Ross Perry’nin Her Smell filminde Becky Something adında uyuşturucu bağımlısı, depresif punk rock solisti Becky Something olarak çıkıyor. Etrafındaki herkesi kendinden uzaklaştıran bu öfkeli karakterin çok da kolay bir rol olmadığını söylüyor Moss. Her hissini içinde yaşaması gereken June’dan, yaşadığı her hissi ekstra yaşayan Becky’ye geçmesi çok kolay olmamış. Tabii çok keyifli ve özgürleştirici bir sonuç yaratmış.
Hemen sonraki yıl, yani 2019’da da Get Out’la aklımızı alan yönetmen Jordan Peele’ın ikinci filmi Us’ta iki farklı karakteri canlandırıyor. Oldukça sıkıcı, hatta karikatürize derecede kibirli bir kadınla, onun gölgesi olarak görebileceğimiz katil ikizini canlandıran oyuncu, bu sinir olduğu sıkıcı kadın ile katil arasındaki geçişin oldukça heyecan verici olduğunu söylüyor. Bu rolüyle The One I Love’a da göz kırpan Moss, bir yandan da psikopat rolünün kendisi için biçilmiş kaftan olduğunu gösteriyor. 2020 yapımı The Invisible Man ise baskıcı bir ilişkiden kaçan ve ancak sevgilisi öldüğünde rahatlamış hisseden bir kadının, sevgilisinin hayaleti tarafından da rahat bırakılmamasının hikayesi. Gaslighting konseptine modern görünümlü bir bakış sunan filmde Moss, aksiyon ve gerilim türünde de devleşiyor.
Korku aleminde dev bir isim
Oyuncunun son filmi Shirley ise Josephine Decker’ın yönetmen koltuğunda oturduğu bir biyografi. Ünlü korku yazarı Shirley Jackson’ı canlandıran Moss, bu kez çok farklı bir zorlukla karşılaştığını söylüyor. Çünkü şimdiye kadar canlandırdığı tüm karakterlerde kendi kafasında yarattığı kurallara uyduğunu, ama bu kez gerçekten yaşamış bir karakteri canlandırdığı için bir tür performans kaygısı yaşadığını anlatıyor. Filmin çok da güçlü olmayan senaryosunu da tam tahmin ettiğimiz gibi başrolü paylaştığı Michael Stuhlbarg’la olan ortak performansları kurtarıyor. Biraz nevrotik, yaratıcı ve kırgın Shirley, Moss’un kariyerinin belki de en güçlü performansı. Kendisi ve Shirley arasında çokça benzerlik bulması da tesadüf olmasa gerek.
Önümüzdeki günlerde de Moss’u bol bol izleme şansı bulacağız. Öncelikle The Handmaid’s Tale’in ağzımıza bal çalan dördüncü sezon fragmanı bizi mutlu etse de, ancak bir sene sonra izleyebilecek olduğumuz gerçeği aklımızda. Bu yılın sonunda izleyebileceğimiz yeni Wes Anderson filmi The French Dispatch, Taika Waititi’nin son filmi Next Goal Wins, ve Daina Reid’in psikolojik gerilimi Run Baby Run, Moss’u izleyeceğimiz yeni projeler arasında.
Her rolüyle başka kapılar açan Moss, varlığını her zaman hissettiren bir oyuncu. Onu izlerken tam olarak bizi neyin beklediğini hiçbir zaman bilmiyoruz. Gerek performanslarında, gerek film seçimlerinde bizi her seferinde bir kez daha şaşırtmayı ve kafamızı karıştırmayı başarıyor. Bu yüzdendir ki, ben en sevdiğim film türünün Elisabeth Moss’un oynadığı filmler olduğunu fark ettim. Moss’un kariyerine bu hızla devam etmesini ve bizi kendinden mahrum bırakmamasını dileyerek bu yazıyı kapatıyorum.