
Tatlı tatlı korkacaksınız: The Haunting of Hill House
Sen hikayelerin en güzelisin, “perili ev”.
Sene 2018 olmuşken klişelere tahammül etmek insana zor gelebilir. Bu kadar çok teknik olanak varken, hep aynı yere varılıyor olması can sıkıcıdır neticede. Ve bu bir tek “perili ev” hikayeleri söz konusu olduğunda geçerli değildir, çünkü klişelerin en güzelidir perili ev.
Yıllarca odalarında yaşamış olan ruhları içine hapseden, onlarla birlikte delirip yeni sakinleri de delirtmeye and içen, geceleri tekinsiz seslerle doldurup kendine yeni kurbanlar arayan bu perili ev hikayelerinde kahramanların neden elektrik kesilmişken, zifiri karanlığa aldırmadan koridorlarda fink attığını sorgulamamalısınız. Ev sakinlerinin tüm o garipliklere rağmen neden hâlâ evde kalmakta ısrar ettiğini sorgulamamalısınız. Hayaletlerin neden gündüz değil de gece çıktığını sorgulamamalısınız. Bunların hepsi, perili ev hikayelerinin birer kuralıdır. Kabul ederseniz oyuna dahil olabilirsiniz; yoksa zaten ne siz içine girebilirsiniz ne de o sizin dahil olmanızı ister.
Netflix’in en tazelerinden The Haunting of Hill House tam da böyle bir hikaye. Oyunun kurallarına sadık kalıyor ve bunları olabilecek en özgün yöntemlerle günümüze taşıyor. Hem de ta 1959 yılında yazılmış bir hikayeden ilhamla kurgulanmış olmasına rağmen.
Yedi üyeli Crain ailesi, müthiş bir tablo çizmektedir. Televizyon reklamlarındaki o kırmızı yanaklı mutlu aileler gibi. Sağlıklı ve sevimli beş çocuk ile birbirlerine delice aşık bir anne-baba… Yazı geçirmek için eski ve kocaman bir eve taşınırlar. Amaçları, ucuza kapattıkları bu yıllanmış evi tamir edip aldıkları fiyatın birkaç katına satmak ve zengin olmak. Harika bir kentsel dönüşüm hikayesi aslında… Neyse…
Her şey güzel başlasa da işler bekledikleri gibi gitmez. Çünkü ev perilidir. Hatta peri çok minnoş kalır: Ev kafayı yemiş hayaletlerle doludur. Dertlidirler oraya hapsoldukları için… Sonrasında olanları tahmin ediyorsunuzdur muhtemelen. Daha fazla detaya girmeyelim.
Artık ezbere bilindiği için olsa gerek, perili ev hikayeleri çocukça görülür bir taraftan da. Türün hastası olsam da bu önyargıya kapılarak hafifçe küçümsediğim, sonrasında feci bozguna uğradığım çok film, dizi oldu. Herhalde bozgunu seviyorum ki The Haunting of Hill House’u de yine benzer hislerle izlemeye başladım. Hatta ilk bölümü doğru düzgün izlemedim bile; Instagram’a baktım, mutfağı topladım, şöyle yan gözle ekrana bakar gibi yaptım.
İkinci bölümden sonra olanlar ise gece 2’ye, 3’e kadar bölümleri peş peşe izleyip, karanlık koridordan geçmeye korkar hale gelecek kadar zevkliydi!
Her bölüm, ailedeki farklı bir üyenin gözünden anlatılıyor. İlk bölümün sarmaması da normal; olup bitenleri fark etmemiş, ailesindeki tüm bu gariplikleri akıl hastalığına bağlayan Steven’ın gözünden izliyoruz çünkü. O anlam veremediği için, biz de pek anlayamıyoruz olanları. İkinci bölümden itibaren, biz de bizzat görmeye başlıyoruz o tehlikeli ruhları ve bir anda hikayenin içine düşüveriyoruz.
Gerçek bir karakter dizisi aslında The Haunting of Hill House. Giriş, gelişme, sonuç; her karakterin macerasını tane tane anlatıyor. Her biriyle empati kuruyoruz, başlarına gelenleri gördükçe kahroluyoruz. Bağlandığı yer ise, tahmin edilebilir olmakla birlikte kalp kırıcı; her bir karakterle yakın bir bağ kurduğumuzdan talihsizlikler karşısında üzülmememiz imkansız.
Karakterler etrafında döndüğü için oyuncu seçimi bu dizi açısından bizzat önemli ve bence sağlam bir iş çıkarmışlar. Dizi iki ayrı zamanda geçiyor; karakterleri de (doğal olarak) iki ayrı halleriyle izliyoruz. Arada çok zaman geçtiğinden, karakterlerin çocukluklarını ve yetişkinliklerini de farklı aktörler canlandırıyor. Ve iki versiyon için seçilen aktörler birbirlerine hem fiziksel hem de davranışlar olarak çok benziyor. Yani “Bu buna olmuş mu şimdi” diye isyan ettirmiyor insana. Özellikle Theo karakterinin çocukluğu ve yetişkin hali o kadar çok benzerlik taşıyor ki! Konuşmaları, vurguları bile aynı. (Benim hikayesini en çok sevdiğim karakter ayrıca.)
Game of Thrones’un yağız delikanlılarından Daario Naharis’i canlandıran Michiel Huisman, az önce bahsettiğimiz Steven’ın yetişkinliği rolünde. Baba rolünün yaşlılığı ise Ordinary People filmiyle 20 yaşında En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ına layık görülen ve bu kategoride ödül kazanan en genç isim olarak tarihe geçen Timothy Hutton’a teslim. (O da mesela, gençliğini canlandıran aktöre o kadar benziyor ki uzun bir süre bu bir makyaj harikası mı, ikisi de aynı adam mı diye bakarak izledim. Değilmiş…)
Bu yazıyı bizzat akşam saatlerinde yayınlamamızın bir sebebi var. Her türlü işinizi bir kenara bırakın ve televizyonun başına geçin. Hayaletler karanlıkta ortaya çıktığı için, bu diziyi gece izlemenin keyfi başka. Tatlı tatlı korkacaksınız…
Ha bu arada, ben de tekrar izleyeceğim. İlk sefer hikayeyi kovalarken çok fazla detayı es geçtiğimi fark ettim. Özellikle arka plana çok fazla hayalet gizlenmiş. Gözden kaçırmışım. Hepsini görmek istiyorum! (Ve gece uyuyamadı…)