
Teknolojik distopyalara hiç olmadığı kadar yakınız: Matrix serisiyle büyüyen siberpunk akımına dadanıyoruz
“Dünya, gerçeği görmemen için bir perde gibi önüne çekilmiş sanki.” 1999 yılında vizyona girmiş ve bilim kurgunun geleceğine yön vermiş Matrix serisinin ilk filminde Morpheus’un dudaklarından dökülen ve tüm izleyicileri derin sorgulamalara iten cümlelerden yalnızca biri bu. Şüphesiz, milenyuma girerken Wachowski’ler yazdıkları bu seriyle bilim kurgu sinemasının yönünü keskin bir şekilde distopyalara doğru çevirdiler. Ama özellikle de “siberpunk” şeklinde tanımladığımız, üstün teknolojilerin karanlık taraflarını öngören distopyalara. Ve çoğunlukla yakın gelecekte geçen hikayelerin anlatıldığı bu türün önündeki taşları bir güzel temizlediler bu ikonik serileriyle. Siberpunk’ın öncülerinden kabul edilen Matrix serisinin dördüncü filmi The Matrix Resurrections’ın vizyon tarihi yaklaştıkça bizim de bu epik seriye karşı duygularımız yeniden hayat bulurken kendimizi bu vesileyle siberpunk türüne, bilim kurgunun karanlık geleceğine dadanmaktan alamıyoruz elbette.
Wachowski kardeşler, bir ömür boyu türlü sorularla zihnimizi bulandıracak (ve her şeye şüpheyle yaklaşmamıza sebep olacak) ilk Matrix filmini tam 23 yıl önce hayatımızın orta yerine bırakıvermişti. Buna rağmen Wachowskiler’in ortaya attıkları Matrix simülasyonu fikri bize hiç de uzak gelmedi. Seri sinemalarda son sürat estirirken bu fikre gönülden inananların sayısı da her geçen gün arttı, çatılardan atlayan insanların haberleri önümüze düşmeye başladı. Bu fikre inanan insanlar arasında çağımızın en zengin “uzaylı”sı Elon Musk bile var. Kendisi geçtiğimiz yıllarda “Matrix gibi bir simülasyonun içinde olduğumuza inanıyorum” şeklinde bir açıklama yapmıştı hatırlarsanız. Hatta Musk’ın bu açıklamasını fazla ciddiye alan Oxford Üniversitesi de kendisinin teorisinin imkansız olduğunu bilimsel bir dille açıklamaya çalışmıştı… Bu Musk’ın Matrix’e tek dadanışı değil hatırlarsanız; aşırı sağ kanattan destek alan bu Matrix sevdası yanlış yollara sapmış (kendi gibi) ve Lilly Wachowski tarafından fak yu’lanmıştı.
Fuck both of you
— Lilly Wachowski (@lilly_wachowski) May 17, 2020
Musk’ı kendi ütopik dünyasında bırakıp asıl konumuza dönersek Matrix fikrinin teknolojik distopyalara büyük bir alan açtığını ve hali hazırda örnekleri bulunan siberpunk türünün miladı olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bu gişede zamanlamanın da önemi büyüktü; duvarlarımıza kablolarla bağlı olan telefonlar cebimize, bilgisayarlar koca koca monitörlerle de olsa evimize girmişti. Anlayacağınız yapay zeka bize hiç olmadığı kadar yakındı. Bir yandan bu gelişmeler hayatımızı kolaylaştırırken bir yandan teknolojiye karşı içgüdüsel bir şekilde sahip olduğumuz dürtüler bu gidişatın tehlikeli bir hal alabileceğini de bize hatırlatıyordu. Matrix’te de yapay zekanın esiri olmuş, çeşitli simülasyonlarla uyutulmuş insanlığın bazı “seçilmiş kişiler” önderliğinde teknolojiye karşı verdiği mücadele anlatılıyordu zaten. Elbette Wachowski’lerin sürrealist kalemlerinden çıkan çok daha felsefi, zihin açıcı bir senaryo eşliğinde.
Bilim kurgunun bir alt türü olarak karşımıza çıkan siberpunk ise temel olarak insanlardan daha üstün ya da güçlü; çoğunlukla teknolojik, cansız yaşam formlarının insanlık üzerinde hakimiyet kurmasını konu edinen bir tür. Bu terim ilk olarak 1983 yılında ABD’li yazar Bruce Bethke’in, teknolojik olarak aşırı gelişmiş bir toplumda yaşayan bir grup asi gencin bir bankanın ana bilgisayarını hack’leyerek giriştiği soygunu anlattığı Cyberpunk romanı ile ortaya atılmış. Bethke bu türe bir isim vermiş olsa da ondan önce Philip K. Dick’in 1968 yılında yayınladığı Do Androids Drem of Electric Sheep? romanı da bu türün ilklerinden kabul ediliyor. Zaten bu roman daha sonra, 1982 yılında Ridley Scott eşliğinde Blade Runner olarak da beyaz perdeye uyarlanıyor ve siberpunk ruhu yavaştan hayat bulmaya başlıyor. Ardından punk müziğin zirve yaptığı yıllarda yayınlanan William Gibson’ın Neuromancer romanı, Japon Mango dizisi Akira, Mike Pondsmith’in Cyberpunk 2020 oyunu derken bu distopik tür kendisine çok daha fazla izleyici/okuyucu/oyuncu bulmaya başlıyor. Özellikle sınıf ayrılıklarını, artan suç oranlarını ve uyuşturucu kullanımını, yozlaşmış hükümetleri, iklim felaketlerini karanlık punk kültürü ile harmanlayan bu yapımlar oldukça tutuluyor. Haksızlıklara, adaletsizliklere, otoriter figürlere karşı bir isyan bayrağı çeken asi punk ruhu dünya çapında kendisine birçok yoldaş buluyor.
https://giphy.com/gifs/nerdist-cyberpunk-keanu-reeves-2077-fSpC2w245xoVyCCuVx
Matrix serisinin bize bu kadar yakın gelmesinin sebebi de biraz bu düzene baş kaldıran ruhunda saklı sanki. Girişte yazdığımız cümlede Morpheus’un bahsettiği, gözlerine inen o perdeyi arayabilen bir avuç “alt sınıf” isyankarın, mahkumu olduğu sisteme karşı ayaklanma çabasını izliyor ve soğuk, güçlü, kudretli teknolojiye karşı verilen bu mücadeleyi ekran başından destekliyoruz. Ne de olsa biz de en az Neo, Trinity ve ekibin diğer üyeleri kadar gelişen teknoloji karşısında aciziz ve bu nedenle kendimizi onların yerine rahatça koyabiliyoruz. Wachowski’lerin Matrix ile yaptıkları iş 1920’li yıllarda akıllı telefonların, uçan drone’ların olduğu bir gelecek fikrini ekranlara taşımaya oldukça da benzese de bu fütüristik fikre iç karartıcı, distopik bir atmosferin hakim olması seriyi tam da siberpunk türünü karşılayan bir seriye dönüştürüyor. Bu nedenle kendimizi karanlık bir distopyaya hapsolmuş gibi hissettiğimiz şu günlerde teknolojinin çok daha karanlık taraflarının günün birinde hayatımıza gireceği gerçeğini iyice kabullenmiş olan bizler için de hala özel bir yerde duruyor ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen bizi heyecanlandırmayı başarıyor Matrix.
Siberpunk yalnızca sinema değil; oyun, edebiyat ve müzik dünyasında da son yılların popüler teması haline gelmiş durumda. Bir role-play, masa ve video oyunları tasarımcısı olan ve “Siberpunk bir uyarıdır, bir tutku değil” diyen Mike Pondsmith piyasaya sürdüğü son teknoloji Cyberpunk 2077 oyunuyla son yılların en popüler oyunlarından birine imza attı mesela. Çıktığı ay 10 milyondan fazla satan bu rol yapma oyununda tıpkı diğer versiyonlarında olduğu gibi oyuncular günümüzden 50 yıl sonrasında, Night City ismindeki kanunsuz bir şehirde dolaşıyor, diğer oyuncularla etkileşime geçebiliyor ve hayatta kalmaya çalışıyor. Hatta bu oyunun başrolünde de Keanu Reeves bulunuyor yine. Ve bu oyunu eğer bir VR/AR gözlüğüyle oynarsanız kendinizi oldukça gerçekçi bir siberpunk dünyasında buluveriyorsunuz.
Ya da müzik dünyasına bakalım. Son dönemde dinlemekten, izlemekten, yükselişinden büyük keyif aldığımız isimlerden biri olan Lil Nas X ve de Doja Cat’s gibi sanatçılar da video kliplerinde bu türe bolca atıfta bulunuyor (Bkz: Panini ve Need to Know). Bu kliplerde de uçan arabaların olduğu über teknolojik geleceklerin karanlık tarafları dikkat çekiyor. Ve elbette bir şekilde, istemeden de olsa tüm açıklamalarına kulak kesildiğimiz, internet aleminin kötücül karakteri Mark Zuckerberg’in ismi de her teknolojik yenilikte olduğu gibi yine, yeniden karşımıza çıkıyor. Kendisinin Metaverse projesi sanki bir 50 yıl öncesinin siberpunk fikirlerinden ilham almış gibi duruyor. Metaverse ile insanların sanal ortamda, uzaktan uzaktan, 3 boyutlu bir şekilde sosyalleşebileceği bir sanal gerçeklik peşinde Zuckerberg. Detayları belli olmasa da bu platformu insanların sadece sosyalleşmek için kullanmayacağı, beraberinde şiddet ve kaosu da oraya taşıyacaklarını tahmin etmek zor değil. Buyurun size teknolojik bir distopya… Neyse Zuckerberg’in hak ettiği cevabı da Keanu Reeves veriyor. (Kabaca bir çeviriyle, ”Metaverse’ü Facebook yarattı deyip durmasak olur mu? Konsept o kadar, o kadar, o kadar eski ki…” diyor ve ”C’mon man” diye de yapıştırıyor.)
one more Good Keanu™ moment about Facebook (sorry Meta) and the history of the concept of a metaverse pic.twitter.com/YEhuWQoBFi
— David Zhou (@dz) December 10, 2021
Tüm dünyada siberpunk etkileri git gide artarken bir yandan da bu türün sinemaya katacaklarının ya da Pondsmith’in deyimiyle “uyarabileceği şeylerin” bir sonunun geleceğini düşünenler de var. Bu düşüncenin arkasında da zaten bu karanlık distopyaları yaşıyor olmamız fikri yatıyor. İklim kriziyse iklim krizi, ölümcül bir pandemiyse pandemi… Henüz herhangi bir yapay zeka tarafından ele geçirilmemiş olmamız ise Matrix serisinin içinde bulunabilme umutlarımızı (!?) taze tutuyor. Zuckerberg’in kapı araladığı, vaktimizin bir çoğunu gerçek hayatta değil de sanal gerçeklikte geçirme fikri ise dediğimiz gibi bizi teknolojinin kontrolden çıkması, faydadan çok zararının olması gibi konular da düşündürüyor elbette (Bkz: Bir Amazon Prime dizisi olan Upload). Son olarak bu türün birçok örneğinde baş kahramanların bir şekilde yolunu bulsa da içinde bulundukları dünyaların oldukça kasvetli, yıkık dökük, toksik yani yaşanmaz bir halde olduğunu hatırlayın. Bu hikayelerde birileri kahraman olurken geri kalan insanlar ise bu uğurda harcanıyorlar… Yine de karanlık bir gelecek öngören siberpunk hikayelerine, başta Matrix serisi olmak üzere, duyduğumuz merak ve hayranlık da inkar edilemez tabii ki. Ve görünen o ki bu tür daha uzun yıllar yükselişine devam edecek, bizi de peşinden sürükleyecek gibi duruyor.