
Uyarlamalarda günün sorusu: “Sherlock” mu “Elementary” mi?
Yazı: N. N. Özer
‘Ne var noluyor kardeşim, bir Sherlock Holmes furyası almış başını gidiyor’ diye soranlara cevabımızdır. Sinema dünyasında kahraman hikayelerinin dibine kibrit suyu döküldüğünde, bit pazarına nur yağmasını andıran ‘haydi orayı burayı karıştıralım da kenarda köşede kalan acayip karakterleri bulalım’ yarışmasında açık ara birinciliği kimseye kaptırmayan Sherlock Holmes’a dadanmamak ne mümkün. Birkaç sene önce, başrolünü tüm zamanların EN MÜTHİŞ adamı Robert Downey Jr.’ın canlandıracağı filmin çekileceğini duyduğumuzda uzun süre sırıtarak gezmiştik. Orijinal hikayenin aynen senaryolaştırıldığı 1990’larda bizi de genç ve çapsız bir ortaokul kızıyken kendisine dadandıran, peşinden Manchester’daki Granada stüdyolarına kadar gittiğimiz, BBC’nin efsanevi TV dizisi ‘Sherlock Holmes’ta küçük bir rol kapmış olan Jude Law’un, Dr.Watson’u büyük bir metanetle canlandırması da ekstra bir parça bitter çikolata gibiydi.
Çete hikayeleri adamı Monsieur Guy Ritchie’nin slow motion captionları ile soslanan, bazı sahnelerinde bizim gibi bağnaz Sherlockian dinine mensup kullara göre günah sayılabilecek, Sir Doyle’un orijinal hikayesine olmayacak eklemeler ve yorumlar getiren bu iki filmin başarısı sayesinde, tüm yapımcılar su verilen Quasimodo’ya döndü. ‘Yedi düvel Holmes gerçekten gay midir’, ‘Prof. Moriarty hangi denklemin sahibidir’ vs. trivialarına doyduk.
Ezcümle “e biz bunu dizi de yaparız” diyen İngiliz TV dramalarının (Dr. Who’nun babası) kral ismi Steven Moffat ve ekibinin konuya dadanması kaçınılmaz hale geldi. Aynı zamanda oyuncu da olan Mark Gattis’in, orijinal hikayelere bazen dayanarak bazen teğet geçerek yazdığı, günümüze adapte edilmiş ‘Sherlock’ böyle ortaya çıktı. Holmes artık telgraf yerine cep telefonuyla haberleşiyor, at arabaları yerine taksilerde geziyordu. Ama can çıkar huy çıkmaz deyimine uygun olarak, hala insanlıktan nasibini almamış, yeni Watson’a göre farklı bir tür bipolar, kendine göre ise ‘high functioning socipath’ olarak karşımıza çıktı. Bir sezon da 3 bölüm olur mu be kardeşim dedirtip, ağzına aldığın bir kaşık Nutella gibi kısa sürede biten Sherlock, dizi dünyasında rengarek bir piñata gibi patladı. İngiliz sinemasının son dönemde parlayan üç yıldızından (Michael Fassbender ve Tom Hardy’ye olan hayranlığımız ayrı birer yazı konusudur.) biri haline gelmesine sebep olan dizide başrolü oynayan Benedict Cumberbatch, dünyanın en en en karizmatik (bu hayali adama dadanmışlığımızı anlatmaya laf söz yetmeyeceğini nasıl ifade edeceğimizi bilemedik) karakterini aslına uygun şekilde o kadar iyi oynadı ki, sonrasında önü alınamadı. Martin Freeman zaten hepimizin bildiği ve sevdiği bir oyuncuydu, o da Dr. Watson rolüyle gözümüzde büyüdü de büyüdü.
Bunu gören Amerikalılar, serbest ekonomilerde çare tükenmez diyerek kendi Sherlock’larını yaratmaya karar verdiler. E bunu yaparken bir İngiliz’den yararlanmamak mümkün değildi tabii. Sonuçta House olsun, ‘Homeland’ olsun birçok diziyi başarıya, kendilerinden bile iyi Amerikan aksanıyla konuşan İngiliz oyuncular taşımıştı. Jonny Lee Miller bu işi halleder deyip bie de üstüne tüy dikmek için Dr. Watson’ı seksi hale getirmeye karar verip Lucy Liu’yu yanına katarak “sen oyna kızım” demek suretiyle ortaya ilginç bir kombinasyon çıkardılar. Miller’ın Holmes’u uyuşturucudan kurtulmaya çalışırken, New York sokaklarında, dahası bir karakola düşen dosyaları çözen ve kendini zengin babasına kanıtlamaya çalışan bir özel dedektif olarak resmedildi. Dizinin adı da Holmes’un her davayı açıklarken kullandığı ifade oldu ‘Elementary’.
Her iki dizide de Holmes’un efsanevi düşmanı Moriarty ve ona göre ‘kadın’ demek ne demekse o olan Irene Adler karakterleri olmazsa olmazlardandı. Sherlock’un Moriarty’si Andrew Scott yeri geldiğinde Cumberbicth’lerin bile ağzının suyunu akıtacak bir performans sergiledi. Amerikalılar ‘Elementary’de daha cimri davranıp, izleyiciyi de dumura uğratmak için, Moriarty’i Irene Adler kılığına sokup Tudors ile ekranlara seksi bir selam çakıp, ‘Game of Thrones’ ile yoluna devam eden Natalie Dormer’ı görevlendirdiler. ‘Sherlock’ta neyin nesi olduğunu anlamadığımız Molly karakteri deyim yerindeyse problem çözmede yedek oyuncu olarak görev alırken, ‘Elementary’de hikayenin vazgeçilmez ev sahibesi Mrs. Hudson yoktu bile. Her iki dizide de, orijinal hikayelerin ancak 2’sinde yer alan asosyal ve misantropik ağabey Mycroft’a fazlasıyla paye verildi. ‘Sherlock’un yazarı Mark Gattis bu rolü kendinden başkasına vermezken, ‘Elementary’ bir kez daha yapacağını yaptı ve karizmatik Rhys Ifans pek de lezzetli bir şekilde arz-ı endam etti. Sherlockçular bu atağa da, uzun aradan sonra izleyebildiğimiz yedinci bölümde Cumberbatch’in gerçek anne ve babasını, Holmes’un ebeveynleri olarak karşımıza çıkararak karşılık verdi. Üstüne üstlük Martin Freeman’ın gerçek hayattaki karısı Amanda Abbington, Watson’ın birtanesi Mary Morstan olma şerefine erişti.
Karşılaştırmak gerekirse, ‘Sherlock’ iki sezonda boyunca ağızları açıkta bırakan bir başarı yakaladı hatta son bölümde Holmes’u ünlü St. Barts Hastanesinin tepesinden atlattırdılar. Dizi bu sezon geri döndüğünde, yerinde duramayan 9 – 10 milyon kişinin ilk bölümün sonuna doğru suratında donan donuk yağ görünümlü ifade, ikinci bölümün ortasında yerini bayat süt içmiş ifadesine bıraktı. Bu kadar insanın dadandığı, o kadar büyük başarı yakalamış bir dizi silsilesinin sonu bu mu olmalıydı? Oysa ‘Elementary’ başladığı günden itibaren bizi arada sırada da olsa şaşırtmış, vadettiklerinden uzaklaşmadan tıpış tıpış yoluna devam etmişti.
Gözler Moffat ve Gattis’e dönmüşken bu Pazar izleyeceğimiz son bölüm son noktayı koyacak ve bakalım Sir Doyle mezarında fırdöndüye mi dönecek? Elementary iki sezondur ağır ama emin adımlarla yoluna devam edip, bir nevi San Francisco Sokakları dizisi tadında, kahramanlarını New York’ta oradan oraya koşturmaya devam edecek gibi görünüyor.
Ve bu arada küçük bir not: Tüm zamanların en ünlü Holmes’u hala Basil Rathbone olarak anılsa da, bize göre Holmes’u en iyi oynayan isim, orijinal hikayeleri resimleyen Sidney Paget çizimlerinden fırlamış gibi duran Jeremy Brett’tir. Kalbimizde ve aklımızda daima öyle kalacaktır. Holmes’un öldüğü sanıldığı 2 yılın ardından nasıl geri döndüğünü gerçekten izlemek isterseniz buyrun burdan yakın.