
Ve Buzz Lightyear içindeki sesi dinler…
Toy Story’nin dördüncü filmiyle vizyondaki yerini almasını fırsat bildik ve bizi nice harikalarla buluşturan Pixar’ın geçmişinde bol oyuncaklı bir yolculuğa çıktık. Seviyoruz çünkü…
“Bir müzikal yapmak istemiyorduk. Bir peri masalı yapmak istemiyorduk. Disney’in bundan önce yaptığı hiçbir şeye benzemek istemiyorduk. Biz, farklı olmak istiyorduk.”
Sanatın ve bilimin buluşması, en başta yalnızca üç adamın hayaliydi: Yaratıcı bir bilim adamı Ed Catmull, sanatçı John Lasseter ve ileri görüşlü bir girişimci Steve Jobs. Gerçekleştirdikleri şey yalnızca kendi hayalleri olmakla kalmadı, dünyayı değiştirdiler.
1975 senesinde, henüz 18 yaşındaki ve Kaliforniya, Whittier’da bir lise öğrencisi olan John Lasseter için hayat, hayal gücünü kullanmaktan ibaretti. “Lisede okuduğum yıllarda çizgi filmlere karşı zaafım ve ilgim vardı. O yıllarda tanıştığım, Disney Stüdyoları’nın animasyon yapım tekniklerinin anlatıldığı bir kitabı elime alır almaz kendime şöyle demiştim: İnsanlar bir hayat uğraşısı olarak çizgi film yapıyorlar. Tam o anda, sanki yıllardır o anı bekliyormuşum gibi hissettim. İşte bu. Yapmak istediğim şey, yapacağım şey bu.” Ve aynı sene, Walt Disney’in ömrünün son dönemlerinde kurduğu, amacı geleceğin animatörlerini yetiştirmek olan sanat okulu CalArts’a başvurdu. İlk programa kabul edilen Lasseter: “Orada yaptıkları şey bir çeşit sihir olmalıydı. Disney’i Disney yapan tüm sanatçıları bir araya toplamış ve bizleri eğitmeye ikna etmişlerdi. İnanılmazdı.” diyordu.
John’un sınıf arkadaşları arasında, gelecekleri Pixar adı altında ortak şekillenecek Brad Bird ile John Musker ve onlardan biraz daha farklı bir yol çizecek olan, gözlüklü bir animasyon dehası daha vardı: Tim Burton.
“Hayatımda bazı yerlerde doğru zamanda ve doğru yerde olduğumu hissederim ve CalArts bu tanımı baştan yaratan yerdi.” diyen Lasseter için animasyon öylesine bir tutkuya dönüşmüş ve derinlik kazanmıştı ki yaz aylarında okula ara verilir verilmez Tomorrowland’de yarı zamanlı bir işe başlamıştı. Onun gibi bir çizgi film tutkununun eğlence trenleri, hayranı olduğu Disney karakterleri ve bu rengarenk dünyadan beslenmemesi içten bile değildi. Okula dönmesiyle ilhamını kağıda dökmesi bir oldu. CalArts’ta iki film tasarlayan Lasseter’ın ilk filminin adı “Lady and the Lamp”, kırılan ampulünü yanlışlıkla bir şişe cin ile değiştiren lambanın hikayesini anlatıyordu. Lasseter’ın masa lambasıyla uzun sürecek ilişkisi bu filmle başlamış olabilir. İkinci filmi “Nitemare” ise uyumak için ışıkları söndürdüğünde odasını canavarların ele geçirdiği bir çocuğu konu alıyordu. Size de bir yerden tanıdık gelmedi mi?
Bu iki filmiyle sayısız takdirin ve birçok ödülün sahibi olan Lasseter için animasyon dünyasının spotlarını üzerine çevirme zamanı gelmişti. Hayallerini biriktirmeye devam ediyordu; önce ilham veren bir kitap, ardından unutulmaz bir okul hayatı sonrasında şimdi de uzun süredir beklediği yerdeydi: Walt Disney Stüdyoları.
Walt Disney Stüdyoları, Burbank, CA, 1979
Bu yeni dünyada yol almaya başlayan Lasseter’ı ilk karşılayanlar arasında, stüdyoda ondan birkaç yıl daha eski olan animatör Glen Keane yer alıyordu. John’un animasyon tutkusu sayesinde kısa sürede kusursuz bir uyumla çalışmaya başlayan ikilinin ilk işleri, 1981 yılındaki “The Fox and the Hound” oldu. Çizmekten ve bunu sahnelemekten aldıkları keyif tartışılmazdı ancak açık olan bir şey vardı: Maddiyat hayal gücünü dahi sınırlayabiliyordu. Çok katmanlı bazı sahne çizimleri teoride her ne kadar mümkün olsa da iş pratiğe geldiğinde animatörlerin zihinlerindekileri beyazperdeye yansıtabilmenin bedeli ağır oluyordu; aşılan bütçeler, kısıtlanan çizgiler ve sonuç, hüsran. Ta ki bu durağan döngüden sıkılan birkaç stüdyo çalışanını son sözü söyleyene dek: Tron. Eğer işiniz animasyonsa, sanatınızı bilimle mükemmelleştirebilirdiniz. Bunun farkında olanlar tarafından dönemin bilgisayar teknolojisinin tüm imkanları kullanılarak geliştirilen bu yeni teknik, yeni bir dönemin kapısını aralıyordu. Glen Keane’in yorumuysa hissedilenleri açıklar nitelikte: “Neden yapamayalım ki? Bir düşünün, eğer yaparsak… Eğer bu teknolojinin üzerine karakterlerimizi çizebilirsek…” Ne de olsa daha önce hiç yapılmamış olması, asla yapılamayacağı anlamına gelmiyordu. Ancak bu yenilik herkes için değildi ve John Lasseter bu gerçeği, Tron’u kullanarak geliştirdiği yeni projesini stüdyoya sunduğunda anlayacaktı. İşten çıkarılmıştı.
Aynı günlerde Kaliforniya’dan uzakta, Utah’da, Ed Catmull adında bir bilim adamı, sanata olan hayranlığını bilime duyduğu saygı ile harmanlamaya karar vermek üzereydi. “Çokça çizerdim. Bir sanatçı olmak istiyordum, bir animatör. Bir yandan da bunun için yeterli olmadığımı düşünüyordum. Bu yüzden de bilgisayar bilimi ve fiziğe merak saldım, aldığım ilk dersten sonra tam anlamıyla aşık olmuştum çünkü bu dünyada, bu çok geniş dünyada sanat, programlama ve bilim bir aradaydı.” Onu ateşleyen ise, bu gelişen yeni dünyaya yatırım yapmaya gönüllü yegane üniversite olan New York Tech’teki şu düşünce olmuştu: “Niçin bilgisayarı film yapmakta kullanmayalım ki?”
Ed, ‘Tween’ adını verdiği bir yazılım geliştirerek el çizimlerini dijital ortama taşımayı başardı; sanatçılar artık yalnızca bilgisayar kullanarak çizim yapabiliyorlardı. Ve bu başarısı yeni bir yıldızın doğuşunu müjdeliyordu: Star Wars’u yaptıktan sonra bu dijital dünyada bir adım daha ileri gitmek isteyen George Lucas, Edwin Catmull ile çalışmaya başladı. Lucasfilm, sinema tarihinde bir şeyleri değiştirmeye kararlıydı.
Long Beach, CA, 1983
Long Beach’teki bilgisayar grafikleri üzerine bir konferans, özellikle iki insan için unutulmaz olmuştu. Geride kalan üç yılda hayallerini gerçekleştirip şimdi tüm bu hayallerine veda etmek üzere olan John Lasseter, konuşmacılardan birinin adını okuduğunda, hayallerinin yeni ortağının adını okuduğunu bilemezdi: Ed Catmull. Animasyona dair neler yapmak istedikleri ve ihtimaller üzerine saatlerce konuştuktan sonra John, Bay Area için bavulunu hazırlamaya başlamıştı.
“Apple ölüyor. Apple işkence çekerek ölüyor. Çok yazık. Sanırım bu noktadan sonra geriye dönüş de yok.”
Fakat elbette her şey planlandığı gibi gitseydi, bugün bu satırları ne ben yazardım ne de siz okurdunuz. Ne yazık ki George Lucas da hayal gücünün engel tanımadığını anlayamayanlardandı. Bulundukları yeni konumlarında, animasyon yapmaya devam etmek için ciddi bir yatırım desteğine ihtiyaç duyan Lasseter ve Catmull’un yardımına beklenmedik, asi, aykırı ancak bir o kadar da hayalperest biri yetişecekti: Ed ve John’un yeni bilgisayar yazılımları Pixar, 10 milyon dolarlık bir yatırıma kavuşmuştu. Yatırımın adı Steve Jobs’tı.
Ed: “John, bizim kim olduğumuzu anlatan bir animasyon yapalım.” Masasında oturmuş düşünen John’un gözü masa lambasına takılıyor. Hani şu, ona ödüller kazandırıp animasyon kariyerini başlatan lambaya…
Luxo Jr. Akademi Ödülleri’ne aday ilk kısa metrajlı animasyon filmi oluyordu. 1987’de her şey -bu defa ışıltılı biçimde- değişmişti.
Filmler birbirini izledi, başarılar katlanarak devam etti. Oscar ödülleri, çizim dünyasında yepyeni teknolojiler derken Disney elbette bunlara kayıtsız kalamazdı. Eski stüdyosu neler kaybettiğinin farkına varmış olacak ki John’a Disney’de yönetmenlik teklif etmişlerdi. John ise onlara mucizevi bir fikirle geldi: Oyuncaklara hayat vermek. Sıradaki hayal, bu mucize fikri dünyanın ilk uzun metrajlı animasyon filmine dönüştürmekti.
Ignorance was bliss
Pixar ekibi daha önce kendi başlarına uzun metraj bir film yapmamıştı. Belki sıradan biri bu durumdan endişe edebilirdi ancak John önderliğindeki yaratıcı ekibin düşüncesi böyle değildi. Heyecan içindelerdi, ne bilmediklerini bilmiyorlardı.
“Bir müzikal yapmak istemiyorduk. Bir peri masalı yapmak istemiyorduk. Disney’in bundan önce yaptığı hiçbir şeye benzemek istemiyorduk. Biz, farklı olmak istiyorduk.”
Lasseter ve ekibi hikayelerini tamamlayıp Disney’e sunmak üzere Burbank’e uçak biletlerini almışlardı. Kara Hafta başlamak üzereydi… Disney filmi berbat bulmuştu, karakterlerin hikayeden yoksun, film durağan, Woody fazlasıyla aksiydi. Projeyi durdurmaları söylendi.
Oturdular. Ne yapmak istediklerine karar verdiler. Yeniden yazdılar. Bu hikaye yalnızca bir hikaye değildi; onların hayali olmalıydı. İşe ismini koymakla başladılar: Oyuncak Hikayesi.
Oyuncak Hikayesi, dünya çapında 350 milyon dolarlık hasılatının yanında çok daha önemli gelişmelere ön ayak olmuştu. Animasyon filmlerinin yeni yüzyılı başlamış, Pixar bir stüdyoya, Disney’in ortağı olan bir stüdyoya dönüşmüş ve belki de en önemlisi, hayal gücünün sınırsızlığının kanıtlanmıştı.
Sanatın ve bilimin buluşması, en başta yalnızca üç adamın hayaliydi: Yaratıcı bir bilim adamı Ed Catmull, sanatçı John Lasseter ve ileri görüşlü bir girişimci Steve Jobs. Gerçekleştirdikleri şey yalnızca kendi hayalleri olmakla kalmadı, dünyayı değiştirdiler.
Bugün serinin 4. filmini izlerken aklım sürekli ilk filmi izlediğim zaman gidiyor. Bir çocuğa “Oha yoksa oyuncaklarım cidden canlı mı?” sorusunu sordurmak bile başlı başına başarıyken, onlar bir film yaparak benim bu düşünceye bugün bile biraz inanmamı sağlayabildiler (Ben Noel Baba’yı da yıllarca kapılarda az beklemedim).
Buzz gibi, içimizdeki sesi dinlediğimiz günlere…