
Zorunda değiliz ama meyilliyiz: “Evet” demek ya da diyememek
Sırf “hayır” cevabını alacağımızdan korktuğumuz için kaç işten, potansiyel sevgili/eş adayımızdan ya da ortaklık girişiminden denemeden vazgeçtik, kim bilir? İnsanların genel olarak “hayır” demeye “evet” demekten daha meyilli olduğunu düşünüyoruz çoğumuz. Aslında insanlık adına umudumuzu kaybetmeye başladığımız şu zamanlarda çok da haksız sayılmayız. Ama merak etmeyin içinizi karartmayacağız ya da pişmanlıklarınızı hatırlatmayacağız; size cesaret verecek bir araştırmadan bahsedeceğiz bu yazımızda. Çünkü görünen o ki bu kuruntumuz çoğunlukla bir yanılsamadan ibaret ve insanlar “evet” demeye düşündüğümüzden çok daha yakınlar. Başkaları üzerindeki etkimizi ya da aklımızdaki fikirleri fazla küçümsediğimizi gösteren bu araştırmadan güç alarak, “evet” demek üzerine derin bir sohbete dalıyoruz beraber.
Jim Carrey’li Yes Man edasıyla giriş yaptığımız yazımızda size bu film kadar iddialı şeyler vaat etmeyeceğiz tabii ki; her zamanki gibi bilimsel verilerle, gerçekçi bir şekilde konuşacağız (dadanmak neydi, dadanmak emekti…) Zaten her şeye “evet” diyen Carl karakterinin başına hep iyi şeyler de gelmiyordu hatırlarsanız. Çoğumuz kendimizle baş başa kaldığımızda, özellikle bir post apokaliptik senaryoda sıkıştığımızı hissettiğimiz şu zamanlarda, karamsar düşüncelere kolaylıkla meyledebiliyoruz. Bu sebeple de güvenli alanımızdan çıkmak, arkadaşlarımızla buluşmak ya da herhangi bir işe girişmek konusunda ekstra bir desteğe, güce ihtiyaç duyuyoruz. Dolayısıyla da herkesin bizim gibi hissettiğini varsayıyoruz. Ama Columbia University’de psikoloji bölümünde doçentlik yapan, örgütsel davranış konusunda uzmanlaşmış Vanessa Bohns’un yaptığı çalışma bu konudaki gerçeklerin düşündüğümüzden çok daha umut verici olduğunu ortaya koyuyor.
Bohns, yüksek lisans öğrencisi iken çalıştığı bir proje kapsamında belirli sayıda insanla anket yapmak zorunda kalmış. Ve o zamanlar yoldan geçen birini anket için durdurduğunda genellikle homurdanma ya da hakaret gibi tepkiler alacağını düşünürken beklediğinden çok daha fazla insanın anketi için gönüllü olduğunu görmüş. Böylelikle “hayır cevabı alma” korkumuz üzerine bir araştırma yapmaya karar vermiş. Bohns’un 2016 yılında yayınladığı, uzun yıllar boyunca farklı deneylerle sürdürdüğü araştırmasının sonuçları ise tahmin ettiği gibi çıkmış; insanların düşündüğümüzden daha işbirlikçi ve “evet” demeye, yardım etmeye çok daha yatkın olduğunu ortaya koymuş.
Bohns’un You Have More Influence Than You Think isminde bir kitap şeklinde de yayınladığı bu çalışması, 1970’lerde Ellen Langer tarafından gerçekleştirilmiş bir araştırmadan da ilham alıyor. Langer bu araştırmasında daha çok “insanların yardımseverliğini test etmek” gibi bir amaç gütmüş olsa da Bohns’un çalışmasıyla hemen hemen aynı kapıya çıkıyor diyebiliriz. Şimdilerde Harvard Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Langer, bu fikrini test etmek amacıyla bir üniversite kütüphanesinde küçük bir deney yapıyor. Bu deneyde bir öğrenci uzun sayılabilecek bir fotokopi kuyruğundaki insanlara, farklı zamanlarda önce “acelem var” diyerek, daha sonra sadece birkaç sayfa fotokopi çektireceğini söyleyerek ve son olarak da mazeretsiz bir şekilde öne geçmeyi teklif ediyor. Sıradaki insanların yüzde 93’ü işinin kısa süreceğini, yüzde 94’ü de acelesi olduğunu duyduklarında sırasını vermeyi kabul ediyor. Katılımcı hiçbir mazeret sunmadığında ise bu oran yüzde 60’lara düşüyor (yine de fena bir oran değil farkındaysanız). Yani insanların 70’lerde de düşündüğümüzden daha yardımsever olduğunu ortaya koyuyor Langer. Bohns, Langer’ın araştırması için “isteğimiz tanıdık, sıradan bir senaryoya uyduğunda insanlar üzerinde çok fazla düşünmeden yüzeysel bir şekilde kabul ediyorlar” diyor ve 2000 yılına girdiğimizde kendisinin tasarladığı deneylerine başlıyor.
Bohns 10 yıl boyunca, birçok meslektaşıyla beraber yürüttüğü çalışmalarında katılımcılarından toplam 14 binden fazla yabancıya “telefonunuzu ödünç alabilir miyim?” ya da “benim için yalan söyler misiniz?” gibi çeşitli isteklerde bulunmalarını istiyor. (Deli herhalde.) Ve her durumda, bu taleplerde bulunmadan önce katılımcılardan uyum (yani isteklerini kabul etme) beklentilerini de öğreniyor. Ardından da katılımcıların uyumluluk tahminlerini gerçek uyumla karşılaştırıyor. Sonuç ise katılımcıların, insanların isteklerine uyması konusunda aşırı karamsar olduklarını, bu uyumluluğunu yüzde 48 oranında hafife aldıklarını ortaya koyuyor.
Mesela kendi yüksek lisans tecrübesinden ilham alarak gerçekleştirdiği bir deneyde Bohns, katılımcılardan bir üniversite kampüsündeki insanlarla bir anket yapmalarını ve beş yanıt almalarını istiyor. Katılımcılar bu beş yanıtı almak için en az 20 kişiye sormaları gerektiğini düşünürken ortalama 10 kişiye sormaları yetiyor. Ya da başka bir deneyde katılımcılara sahte kütüphane kitapları veriliyor. Katılımcılardan yabancılara şu istekle yaklaşmaları isteniyor: “Merhaba, birine şaka yapmaya çalışıyorum ama el yazımı biliyorlar. Bu kütüphane kitabının bu sayfasına çabucak ‘turşu’ kelimesini yazar mısın?” Bohns ve katılımcılar çok az insanın (yüzde 28 gibi bir tahmin) aynı fikirde olacağından şüphelense de anket çalışmasında olduğu gibi bu tahminlerin de yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bazı kişiler bu istekten duydukları rahatsızlıkları belirtse de, başlarının belaya gireceğinden korksa da katılımcıların sorduğu insanların yarısından fazlası (yüzde 64) bu isteği kabul ediyor.
Özellikle açıkça güç dinamiklerinin etkili olduğu ilişkilerimizde “hayır” diyebilmek bize daha zor gelebilir haliyle. Sadece iş ortamında değil; ailemizle ya da dostlarımızla kurduğumuz ilişkilerde de geçerli bu. Bazen bile isteye ya da bazen farkında olmadan insanlar üzerindeki güçlerini, pozisyonlarını kötüye kullanan pek çok kişi var etrafımızda, malum. Bohns bu konuyla ilgili olarak da taleplerimizi iletirken insanların bizimle aynı fikirde olmayabileceklerini de düşünerek onlara rahat bir ortam sunmamız gerektiğini, talepleri değerlendirecek kişilerin de her zaman reddetme seçenekleri olduğunu unutmamaları gerektiğini söylüyor. Geçtiğimiz yıl Olsen kardeşlerle yeniden gündemimize düşen ve bazen sadece “hayır” demenin yeterli olduğunu hatırlatan şu güzel nasihatı da buraya iliştirelim o zaman; No is a full sentence!
Tüm bu anlattıklarımızın elbette oldukça genel kalıplar, çıkarımlar olduğunu vurgulamakta da fayda var. İnsanların isteklerindeki ya da etkisindeki bireysel farklılıklar ve bu güce ilişkin algıları birçok faktöre bağlı olarak değişebilir. Örneğin isteğimizin kabul edilme olasılığı bu isteği hangi şekilde (telefonla, yüz yüze ve mail) ilettiğimize göre bile değişiyor. Ve evet, yüz yüze ilettiğimizde kabul edilme olasılığı artıyor. Ya da kişi üzerindeki etkimiz (bu manipülatif bir etki değil, daha duygusal bir etkiden bahsediyoruz) ne kadar çoksa yine kabul edilme olasılığımız artıyor. Bohns, kitabının yayınlanmasıyla birlikte sözlerimizin başkalarını nasıl etkilediğini ve reddetmenin zorluğunu hafife alma eğilimimizin farkına varacağımızı, böylece insanların sınırlarına daha çok saygı duyacağımızı umuyor. “Gerçek bir anlaşma istiyorsak, her zaman başkalarının hayır demesini kolaylaştırmanın yollarını düşünmeliyiz” diye de ekliyor. Sonuçta, insanların aslında “evet” demeye düşündüğümüzün iki katından fazla meyilli olduğunu ve “hayır” cevabının da her zaman bir seçenek olduğunu hatırlamak, şu bir acayip insan ilişkileri çağında daha cesur davranmak için elimizi güçlendiren bir etken olarak karşımıza çıkıyor elbette.