
Öfkeye övgü: Beef, bastırılmış duygular ve toksik pozitivite
Bazen hayatımız alt üst olur çünkü alt üst olması gerekiyordur…
Uzun süreler gerilimli bir iletişimim olan eski bir arkadaşımla geçen gün ilk kez barışçıl bir şekilde evde oturduk, sohbet ediyorduk. Sohbet sırasında başımdan geçen bir olayı anlatırken ne kadar kızdığımı söyleyince bana “Aa çok garip, ben hiç öfkelenmiyorum,” dedi. Bu cümle ensemden başlayıp tüm saçlarıma yayılan bir ürperti şeklinde yankı buldu bedenimde. Arkadaşım öfke duymamakla gurur duyuyordu. O da yetmezmiş gibi öfke duymadığı için kafasında hiyerarşik bir şema kurup beni de aşağılara bir yere konumlandırıyordu. Bu tabii ki hiçbirimizin ilk kez karşılaştığı bir fikir değil; sosyal medya bu fikirlerden geçilmiyor yıllardır. Ama ben de yıllardır düşünüyorum; bir duyguyu yaşamamak, dahası bununla gurur duymak bayağı tuhaf değil mi? Yani benim baktığım yerden, “Ben hiç mutlu olmam,” demek kadar tuhaf görünüyor açıkçası.
Öfkenin bu kadar dışlandığı bir başka dönem var mıydı bilmiyorum ama şu an insanlık olarak öfkeyle aramızdaki ilişki çok tuhaf bir yerlere varmış gibi duruyor. Sürekli “zen” hâlde olmamız beklentisi ve öfkenin “duygu” mertebesinden adeta aforoz edilmesi üzerine düşünürken Netflix’in yeni dizisi Beef’e denk geldim ve aradığım katarsisi buldum.
Trafikte yaşanan bir dalaşın iki insanın hayatını nasıl alt üst ettiğini izlediğimiz dizinin konusunu kısaca anlatalım.
Dikkat, bundan sonrası spoiler içerebilir!
Hayata tutunmak için hiç durmadan çabalayan ama bir türlü iki yakasını bir araya getiremeyen yoksul Danny Cho (Steven Yeun) ve markasını büyük bir şirkete satmak üzere olan başarılı iş kadını Amy Lau (Ali Wong), bir süpermarketin otoparkında karşılaştıklarında ikisi de aslında farklı sebeplerden ötürü zaten sinir krizinin eşiğinde insanlar. Ne var ki ikisi de içlerinde taşıdıkları bu öfkeyi hiçbir zaman dışarı vurmamış, vuramamış. Danny park ettiği yerden geri geri çıkmaya çalışırken Amy’nin yolunu kazara kesince ikisinin de yıllardır zor bela zapt ettiği öfke sonunda bir çıkış yolu buluyor: Amy’nin dışavurumu çıldırtırcasına kornaya basmak, Danny’ninki ise Amy’nin peşine düşmek şeklinde vuku buluyor. Bu ufacık andan sonra ise olaylar çığırından çıkıyor.
Danny ve Amy farklı sınıflara mensup olsa da dizide birbirlerine yönelttikleri öfkeyi sosyo-ekonomik bir bağlamda okumak çok yüzeysel kalır çünkü bu öfke daha büyük bir çatıya asılı bir bayrak. O çatı aile. Çocukken sorunların asla konuşulmadığı, herkes tarafından bilinen kocaman yalanların hiçbir zaman ortaya dökülmediği, mutlu aile rolünün tüm aile üyeleri tarafından başarıyla ifa edildiği, bu rolden çıkmaya kalkanın deli muamelesi gördüğü bir ailede büyüyüp, sonra modern dünyanın toksik pozitifliğiyle sarmalanmak şeklinde özetleyebiliriz onları buraya getiren süreci. İşte bu yüzden Amy’nin kocası George’un tekrarlayıp durduğu “Öfke geçici bir bilinç durumudur,” cümlesi aslında Amy ve Danny gibiler için hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü Amy bunu duyduğunda, “Ya değilse?” diye haykırmak istiyor.
İkilinin öfkesinin ve intikam ateşinin boyutu çoğumuza fazla gelecek olsa da herkesin tanıdık pek çok duyguyla karşılaşacağına şüphe yok. Bazen mesela banka kuyruğunda bir haksızlıkla karşılaştığınızda, siz de kafanızda senaryolar kurar mısınız? Ya da biri canınızı bir şekilde acıttığında? Böyle anlarda olay çıkarma fantezileri kurmak çok olağan. Ama işte çoğumuz bunları yalnızca kafamızda kurarken, Danny ve Amy hepsini birer birer gerçekleştiriyor. Onların zincirlerinden boşanmasını izlerken bizler de bir yandan korku, bir yandan da büyük bir tatmin yaşıyoruz.
En yakınları tarafından bile kabul görmeyen öfkeleriyle yapayalnız kalan bu iki insan, Danny ve Amy, birbirlerinde sonunda bu öfkeyi sınırsızca kusabilecekleri özgür bir alan buluyorlar. Ve kusmak, iyileşmek demek… Bu kusma ve kustuktan sonra iyileşme hâlini dizinin son bölümü mükemmel bir şekilde veriyor. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde yaralı bir hâlde mahsur kaldıklarında yedikleri yaban yemişleriyle zehirleniyorlar. Zehirlenmenin etkisiyle sabaha kadar kusuyorlar, hem midelerindekileri hem ruhlarındakileri. O ana dek birbirlerine zarar vermenin akla hayale gelmeyecek yollarını arayıp bulan Danny ve Amy, bu halüsinatif zehirlenme sayesinde yeryüzünde kendilerini daha iyi anlayacak bir başkasının olmadığını anlıyorlar. Yıllardır sustukları her şey, bastırdıkları her düşünce, her duygu hiçbir sansüre uğramadan dökülüyor ağızlarından. Ve karşılarında onları yargılayan kimse yok. Ölüme en yaklaştıkları anda bir anlamda yeniden doğmanın bir yolunu bulmuş oluyorlar bu şekilde.
Trafikte yaşanan bir dalaşın iki insanın hayatını nasıl alt üst ettiğini izlerken, aslında o hayatların belki de zaten en başından beri alt üst edilmesi gerektiğini görüyoruz. Doğru olan hep buymuş. Çünkü pozitif düşünce tek başına, ömür boyu bastırılan travmaları düzeltmeye kadir değildir. Uyum sağlamaya çalışırken özünden uzaklaşan insan nereye kadar rol yapabilir? Beef’te bu sorunun cevabı, bir trafik kavgasına kadar. Tüm sezon boyunca Danny ve Amy’nin hayatlarının yokuş aşağı gittiğini izlediğimizi düşünebiliriz ama bunu yukarı fırlamak için dibe vurma girişimi olarak okumayı tercih ediyorum ben. Tüm bu çılgınlık en nihayetinde büyük bir amaca hizmet ediyordu: İkisi de yıllardır taktıkları maskelerden kurtuluyor, uyum sağlama baskısından sıyrılıyor, sakladıkları özlerini dürüstçe ortaya koyuyor, anormalse de anormal olmakla barışıyorlar.
Beef, derinlikli karakterleri, harika oyunculukları, komedi ve gerilim unsurlarını mükemmel bir şekilde harmanlaması bir yana öfkenin işlevselliğine dair söylediği şeyler açısından çok başarılı bir dizi.
Öfke bir duygu ve mutluluk kadar, üzüntü kadar, neşe kadar meşru bir duygu. Dizide yıllarca bastırıldığı için makul sınırları aşan bir öfke izliyoruz. Oysa öfkeden veya diğer “olumsuz” duygulardan böylesine korkmasak ve bastırmadan zamanında yaşayabilsek onları, zararlı addedilen duyguların neden var olduklarını ve nelere hizmet edebileceklerini deneyimleyebiliriz.
Makul sınırlardaki öfke, insanın kendini koruması için, sınırlarını çizmesi için, hayatını ileri taşıması için, bir şeyleri yıkıp yeni şeyler inşa etmesi için gerekli bir itici güç. Bunu yalnızca bireysel alanda düşünmek zorunda değiliz; toplumsal alanda da öfke hak kazanımları açısından aynı derecede işlevsel bir duygu. Fransa’daki eylemleri düşünelim mesela. Avrupa’nın tüm sterilliğinin içinde yanan o alev sayesinde insanlar haklarının gasp edilmesine dur diyorlar. Belki başarırlar belki başaramazlar ama konu bundan daha büyük. Başaramasalar bile sonunda kendilerini sinmiş, boyun eğmiş hissetmeyecekler. Bu bile başlı başına bir kazanım çünkü o “sinme” hâli bir kez hissedildi mi, bir daha ayağa kalkmak çok zor, hepimiz biliyoruz.
Çağın öğütlediği gibi öfkeden kaçmak yerine içimizde belirdiği anda ona dümdüz bakmak, onu görmek, dinlemek insan olmanın gereği. Fransa’daki eylem videolarını izlerken eylemciler kadar eyleme tanıklık edenler de dikkate değer. Sokakta barikat yanarken kaldırımdaki bir kafede şarap içen çiftin videosunu belki görmüşsünüzdür. Birileri şehri yakıyor, katılan katılıyor, katılmayan da bunu görmeyeceği bir yerlere kaçma derdinde değil. Öfkeyi şarabını yudumlayarak izleyecek kadar kabul etmek, ondan gözlerini kaçırmamak çok şairane değil mi?