Kraliçelere yakışır bir aşk, nazar değmemesi gereken bir tutku: Queen Charlotte dizi incelemesi

Şşşt, duydunuz mu? Bridgerton’ın spin-off’u Queen Charlotte, Netflix’e görkemli bir giriş yaptı. Kırmızı halılarla karşılamak adettendir, ne de olsa bir kraliçenin doğuşuna tanıklık etmek herkese nasip olmaz. Siz duydunuz, ben söyledim. Sıra hem eleştirip hem vazgeçemediğimiz Netflix’e girip diziyi izlemekte. Kendinize bir iyilik yapın, seçim gündemini altı saatliğine arkanızda bırakın. Biliyorsunuz, bu hafta oldukça hareketli geçecek. Küçük bir kaçamağın kimseye zararı olmaz. Ben sizin yerinize de dadandım, buyurun.

‘‘Sevgili okuyucu,

Sosyetede işler bu sıralar biraz karışık. Yaklaşan bir seçim, verilecek kararlar, yaşanacak günler, söylenecek şarkılar var. Biraz eğlenmek için asla geç değil.’’

GIF by NETFLIX - Find & Share on GIPHY

Bridgerton’ın meşhur Leydi Whistledown’ı Türkiye’deki bir gazetede magazin köşesi yayımlıyor olsa, bunların söylerdi sanırım. Shonda Rhimes’ın senaristliğini üstlendiği Queen Charlotte, Bridgerton serisinin dişli kraliçesini mercek altına alıyor. Rhimes, her biri birer saatten oluşan altı bölümlük heyecan verici bir hikaye sunuyor. Bridgerton’da çöpçatan rolünde izlediğimiz ülke kraliçesinin hüzünlü hallerine zaman zaman şahit olmuştuk hatırlarsınız. Eşi, Kral George, nedenini pek de bilmediğimiz bir hastalıktan ötürü geri plandaydı. Ülkeyi, kendini dedikoduya ve aşka adamış Charlotte yönetiyordu.

İşte bu dizi, Kral George’un gizemli hastalığını ve bir kadının yalnızlığını güçlü bir silaha nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor. Seni kim candan sevdi Charlotte? Sana ağlayan kimdi? Bırak, gözyaşların anlatsın. Charlotte, henüz 17 yaşında ülkesinden koparılıp hiç tanımadığı bir erkekle evlendirilmek için İngiltere’ye getirilse de sert mizacından bir şey kaybetmiyor. Başı dik, dediğim dedik, gururlu ve onurundan ödün vermiyor. Feminizm deyince, Charlotte. Bu arada erkek şahsiyet İngiltere Kralı George. Henüz ilk bölümde gönlümüzü çalan bir karizması, insanın içini hoş eden bir gülümsemesi ve belli ki şeytana taş çıkartan bir zekası var. Kendisini övmelere doyamayız, hatta günlerce överiz. Ama gelecek hafta seçim var, ülkecek biraz yoğunuz.

Shonda Rhimes gerçeklerinin önünde kim durabilir ki?

Charlotte ve George, birbirlerini gördükleri ilk anda aşık oluyor; ama o işler öyle kolay değil. Hele evlilik hiç kolay değil. Üstelik atladığım önemli bir ayrıntıdan bahsetmenin tam da sırası. Rhimes, dizinin temel retoriğini siyah-beyaz çatışması üzerine kuruyor. Charlotte, İngiltere’nin ilk siyahi kraliçesi. Gerçekte öyle mi bilmiyoruz ancak ne önemi var? Bridgerton’da Rhimes’ın gerçekleri konuşur. Bu kurgusal dünyada, Charlotte ve George’un evlenmesinin skandala yol açma ihtimali yüksek. Ancak parlamento ve saray, toplumu ”eşitlemeye” karar veriyor. Aman, aman. Lütfettiler. Parlamento, Charlotte’un halk tarafından kabul edilmesi için sosyetedeki siyahlara unvan atıyor. Tabii ki sorunlar bununla çözülmüyor.

Çünkü o dönemin (hatta bu dönemin de) beyazları kendileri herkesten ve her şeyden üstün görmeye bayılıyor. En azından kurgusal bir dünyada, insanlar olduğu gibi, özgürce yaşasa fena mı olur? Rhimes da aynı şeyi düşünüyor olmalı ki Charlotte sihirli bir şekilde sorgusuz sualsiz seviliyor, destekleniyor. Fakat yalnızlıktan bin pişman, bir perişan, dağlara taşlara. George hastalığının çaresini bulmaya çalışırken kızcağızı bir ihmal ediyor ki sormayın.

Bana geçmedi billahi

Burada Rhimes’ı eleştirmek için araya girmekten başka çarem yok. Gerçekten bu hikayeyi anlatmamıza gerek var mıydı? George’un hastalığı, bir gizem olarak kalsa fena olmaz mıydı? Her fikri, bir diziye ya da filme dönüştürmek zorunda mıyız? Charlotte ve George’u canlandıran genç oyuncular bizi ikna etmek için ellerinden geleni yapıyor, haklarını yiyemem. Ancak seyirci ısrarlı bir şekilde, hikayenin dışına itiliyor. Bridgerton’ın ilk iki sezonunu aklınıza getirin; o ihtiras, o öfke, tutku, söyleyecek sözü olan yan karakterler.

Neredeyse O Ses jürisi gibi ortaya çıkıp ”Bana geçmedi” diyeceğim. Hikaye akışı düz bir çizgide ilerliyor, senaryo sık sık tekrara düşüyor, Rhimes yan karakterleri tanımıyor bile. Violet Bridgerton ve Lady Danbury gibi iki önemli karakteri ekrana ara sıra konuk alacaksak, hiç almayalım daha iyi. Tek karakter, tek mekan üzerine kurulu diziler genelde pek çalışmıyor. Doktorlar’dan sonraki diğer doktor dizilerinin tutmamasının sebebi bu. Kızılcık Şerbeti’nde sadece hain Fatih ve saf Doğa olsaydı izler miydiniz? Bir düşünün derim. Bazı okuyucular, dizinin isminin Queen Charlotte olduğunu hatırlatacaktır. Ben de size Poyraz Karayel, Deli Yürek gibi oyuncusu bol, senaryosu yaz yaz bitmez dizileri hatırlatacağım.

Kişisel olan politiktir

Queen Charlotte’ta durum biraz farklı. Hikayenin merkezine yerleştirilmek istenen tek karakter Charlotte, ancak o da dizinin ismini en iyiler arasına taşıyacak kadar güçlü bir karakter değil. Bu kadar eleştirdiğime de bakmayın, çok iyi olabilecekken potansiyelini kendi içinde öldürmüş bir dizi sadece. Bridgerton’ın son sezonu bizi ekrana kilitlemişti malum. Günlerce konuşmuş, izlemeyene izlettirmiş, herkesi bağımlısı yapmıştık. Kate ve Anthony’nin çekişmesi, ruhu, dinamizmi bizi adeta yeni bir dünyaya götürmüştü. Kurgunun amacı da bu değil midir zaten? İyi hikayeler, seyirciyi özgür kılmaz mı? Romantik bir hikaye; seyirciyi ateşlere, ne bileyim canım, yangınlara sürüklemiyorsa gerçek bir romantizmden bahsetmek için de sıraya girmeyeceğim. Bu gözler, Bihter-Behlül ilişkisinin bitişini de izlemiştir zira. Bazı okuyucular söylediklerime katılmayabilir elbette. Çünkü Rhimes, ”Kişisel olan politiktir” mesajını bulduğu noktalara sıkıştırmayı da ihmal etmiyor. Hak mücadelelerine, insan kayırmaya, cinsel istismara değiniyor. Ama gayesi ‘‘Aşk her şeyin üstesinden gelir’’ mesajı vermek isteyen dizide pek de masalsı bir aşk hikayesinin olmaması bu yazarı biraz üzdü doğrusu. George’un hastalığına gelince…Dudaklarım mühürlü, gözüm kapalı.

Queen Charlotte, her şeye rağmen ayakları yere basan bir dizi. Ne anlatmak istediği belli, karakterleri insanın içini ısıtıyor, cesur ve hoş vakit geçirmek isteyen izleyicilere açık. Hafızalarda iz bırakmıyor, fakat her hikayeyi hatırlamak zorunda da değiliz.

Değil mi?