
Hiçbir şey onunla kıyaslanamaz: Sinéad O’Connor
“Ben İrlandayım” demişti aramızdan ayrılan Sinéad O’Connor bir gazeteciye. “İrlanda’ya olan her şey bana oldu.”
Daha 20’li yaşlarının başında dünyaya tanıttığı uluyan sesi ve melankolik melodileriyle hem İrlanda halkının trajedilerine merhem olmaya çalışmış hem de dünyanın çürümeye yüz tutmuş sistemlerine karşı olan kişisel başkaldırışını popüler kültüre taşımış bir sanatçı olarak hatırlanacak O’Connor. Geçtiğimiz senelerde Müslüman olduğunu ve ismini Şüheda Sadakat’a değiştirdiğini söylemişti fakat sanatçı olarak Sinéad O’Connor ismiyle anılmaya devam edildi. Plak şirketlerinin kravat takımına karşı gelmek için üç numaraya vurdurduğu saçları, kocaman gözleri, utangaç gülümsemesi, Doc Martens’leri ve deri ceketiyle sahneye taşıdığı tezatlıklarının steril pop dünyasında yarattığı punk rahatsızlığını sonuna kadar kullanan, ona basın tarafından atfedilen “çıkıntılığıyla” bir olan bir sanatçı. Bir ‘‘baş belası’’ olmaktan gurur duyuyordu ve bu hislerini Emperor’s New Clothes parçasında da yansıtmıştı. “Kendi kurallarıma göre yaşayacağım, temiz bir vicdanla yaşayacağım, huzurla uyuyacağım.” Bu yazıyı yazarken zorlanmamın sebebi de şu an huzurla uyuduğundan hiçbir şüphem olmaması. Yoluna konulan her taşla uğraşmış, aklındakileri hep savunmuş ve popülerliğini daima ve sadece bizimle daha sıkı kenetlenmek için kullanmış biri için tam olarak ne yazılabilir? Şiddetle geçen çocukluğu ve çalkantılı medyatik personasını, hem “uyumlu” olmayı reddetmesi hem de kendini herkesin gözü önünde iyileştirmeye çalışmasını irdelemek ne kadar doğru? Ne kadar etik? Bu yazıda bahsedeceğim medya kanallarına bu tarz eleştiriler doğrulttuğum ve aynı hatayı – her ne kadar farklı bir ölçekte olsa da – yapmak istemediğimden dolayı bu yazı daha çok Sinéad’i hatırlama yazısı görevi görecek sanırım. Bir süre sonra kaybedecek bir şeyi olmadığını anlayarak başkalarının sesi olma görevini üstüne almış biri için küçük bir sevgi yazısı.
90’ların ilk asisi
Sinéad’in yükselişi, 1990’da Rolling Stones tarafından “90’ların yeni süper starı” olarak anılmasıyla başlıyor. Prince’in yazdığı ve kendisinin seslendirdiği Nothing Compares 2 U şarkısının Billboard listelerinde ilk sırayı kapmasıyla adını iyice duyuruyor. Birçoğumuzun daha Sinéad’i tanımadan melodilerine hakim olmamızı sağlayan Don’t Cry For Me Argentina, Mandinka ve Emperor’s New Clothes gibi şarkılarıyla da unutulmayacak bir sanatçı olarak yerini alıyor. Oprah’nın programında söylediğine göre, sektör tarafından keşfedildiği gibi pop starlığa yükselmeye başlamıştı aslında. Annesi tarafından bir “işkence odası” olarak yönetildiğini söylediği çocukluk evinin kalbinde açtığı yaraları merhemlemesi için ona zaman tanınmamıştı. Wrecking Ball müzik klibi yayınlandıktan sonra Miley Cyrus’a yazdığı mektubunda da belirttiği gibi biliyordu ki “Sektördekiler seni hiçbir zaman önemsemeyecek. Onlar seni ve vücudunu her zaman bir para makinesi olarak kullanacak ve daha sonra seni yalnız bırakacaklar.” Sinéad de kendiyle baş başa bırakılmadığı bir ortamda sesini duyurabilmek için bazılarına göre fevri davranmaya başlamış, feminen gözükmesini isteyen patronlarına cevap olarak saçlarını kazıtmış ve sadece inandığı gayeler doğrultusunda adım atacağını emin gözlerini kameraya dikerek ve sektördekilere değil, bizlere konuşarak vurgulamıştı. O hiç şüphesiz asi İrlandaydı.
Daha sonra 1992 yılında adının üstüne kara bir leke yapışmasına yol açan Saturday Night Live performansı geliyor. Cumartesi akşamı canlı yayınlanacak olan setinin provasında plana göre hareket eden Sinéad, yayın vakti geldiğinde program akışından sapıyor ve hayranı olduğu Bob Marley’nin War şarkısını söylerken bir anda cebinden bir fotoğraf çıkarıyor. O zamanlar görevde olan Papa II. John Paul’un fotoğrafıyla karşı karşıya kalıyoruz, Sinéad bu kağıdı iki tarafından tutuyor. Papa’nın fotoğrafını yavaşça yırtarken kameraya bakıyor ve şöyle diyor: “gerçek düşmanla savaşın”.
Sinéad’in bu protestosu İrlanda gazetelerinde zar zor yer kaplayan, kiliselerde taciz edilmiş çocukların haberlerine bir tepkiydi. Bu meselenin gazetelerin arka sayfalarına gömülüyor olması onu sinirlendirmiş, belki de kendi çocukluğunda yaşadığı yalnızlığı ve işkenceleri hatırlatmıştı. Programdaki protestosundan pişman olmadığını söyledi hep Sinéad, yaptığından gurur duyuyordu. Fakat dünyadaki yerini anlamakta zorluk çeken genç sanatçı için, bu protesto sonrası medyada başlatılan bir nevi “cadı avı” onu bekleyen daha zor günlerin bir habercisi görevi gördü. Bir sonraki hafta Saturday Night Live’ı sunan Joe Pesci, “Eğer benim programımda bunu yapsaydı onu tokatlamıştım” demiş, Madonna açık bir şekilde Sinéad’in protestosuyla dalga geçmiş ve iki sene süren “pop star” imajı yavaş yavaş parçalanmaya başlamıştı. O’Connor bu anın onun kariyerini mahvettiğini hep reddetti: “Listelerde bir numara olan bir şarkım olması benim kariyerimi rayından çıkardı. O fotoğrafı yırtmak ise beni olmam gereken yola geri soktu.” SNL sonrası değişen kariyerinin büyük bir ihtimalle plak şirketindeki patronlarının Antigua’da almak istedikleri bir evi kaybetmelerine yol açtığını söyler, bundan ne kadar memnun kaldığını da eklerdi hep. Çocukluğundan beri süregelen akıl sağlığı sıkıntıları ve krizleri ise medyadan gördüğü bu muameleyle beraber kötüleşmiş, kendisini hepten yalnız hissetmesine yol açmıştı.
Bu bir defaya mahsus bir protesto değildi. Emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı Sinéad, Amerikan milli marşının okunduğu konserlerde sahne almayı reddetmiş, müziği materyal ölçülerle değerlendiren Grammy’lere de katılmamıştı. Bu aykırı ruhu zaman zaman etrafındakilere de yönelirdi. Prince’in menajerini onu uyuşturucuya alıştırmakla suçlamış, 2016’da yaşadığı ve daha demin bahsettiğim krizinde Facebook’tan çocuklarının babalarına onu yalnız bıraktıklarını ve çocuklarını kötü etkilediklerini söylemişti. Özür dilediği anlar da olmuştu anlayacağımız. Bipolar olduğunu söyleyen Sinéad, kendisi gibi zorluklar çeken insanlar için televizyon programlarına çıkarak destek olmaya çalışmış, geçen sene Ocak ayında intihar eden küçük oğlunun ölümünden sonra devletin psikolojik rahatsızlıklara olan kayıtsızlığını sık sık eleştirmişti. Unutulmayacak olmasının sebeplerinden biri de her yönüyle “insan” olduğunu, “süperstar” lakabını sadece lafta reddetmediğini ve daima bizimle olduğunu göstermesiydi.
Eiré ❤️ Sinéad
O’Connor 26 Temmuz 2023’te Londra’daki evinde hayata gözlerini yumdu. Ölüm haberi yayınlandığı andan itibaren günümüz içerik dünyasında aramızdan ayrılan sanatçılara bağışlanan, “aslında biz onu hiçbir zaman tam anlayamamamışız” tonlamalarıyla süslenen makaleler internetin her köşesinden fışkırmaya başladı. Aslında her köşesi demek doğru olmaz. BBC gibi daima ana akım, çoğunlukla da gizli sağcı İngiliz medya kanallarının “Ben İrlandayım” diyen bir süperstar için çok da emek ve kelime sarf etmesini beklemek biraz da delilik olurdu zaten. Ya da 2016’da Sinéad’in yaşadığı psikolojik bir krizi sosyal medyadan paylaşması ve akabinde kaybolmasıyla beraber “Sinéad Nerede” isimli bir canlı takip ve güncelleme aracı açan, hayattayken kendisini yerden yere vuran Telegraph’ın bir günde kendi aklayacağını düşünmek.
Ölümü sonrası hakkında söylenen merhametli kelimeler kadın sanatçılara yapılan muameleyi tekrardan düşündürmüyor değil. Ya da konuşmaktan korkmayanların. Ya da statüko zincirlerinden kopanların. Aslında gördüğümüz gibi Sinéad için burada “ya da” demenin bir anlamı kalmıyor. Aramızda olduğu 56 yıl boyunca başkalarının zorluklarına ilaç olan müziği ve duruşu kendi acısını dindirmeye hiçbir zaman yetmediği için elindeki her şeyi arkasına koyarak her kötüye düşman olmuştu çünkü. Sinéad’in İrlanda’ya, iyiliğe ve adalete olan inancı, onun asıl ulaşmaya çalıştığı insanlarla arasında yıkılmayacak bir köprü kurması için yeterliydi zaten. Thank You For Hearing Me (Beni Duyduğun İçin Teşekkür Ederim) parçası aslında karşılıklı hislere tercüman oluyordu. Yaşamının büyük bir kısmını geçirdiği Bray’de gerçekleşen cenazesine gelen hayranları, Sinéad’e onun sisteme meydan okuyan ve ezilenlerin sesi olan asi ruhunu onurlandıracak bir şekilde veda ettiler. Evinin önünde bırakılan pankartlarda “BLACK LIVES MATTER”, “GAY PRIDE”, ve “REFUGEES WELCOME” yazıyordu. Zamanında üstünden geçen savaş uçaklarına tarafsız İrlanda toprağından geçtiklerini sinyallemek için bir tepenin üzerine kocaman harflerle yazılan “Eiré” yani “İrlanda” yazısı, şu an üzerinden geçen yolcu uçaklarına “Eiré ❤️ Sinéad” görünümüyle İrlanda’nın tarafının Sinéad ve onun gibi kötüyle savaşmayı seçenler olduğunu hatırlatıyor, şükranlarını sunuyor.
Ben ise bu yazıya ve Sinéad’e başka bir anıyla veda etmek istiyorum. Sinéad Mart 1993’te, Yugoslavya’da devam eden savaştan etkilenen çocuk ve mülteciler için para toplama etkinliği kapsamında The Late Late Show’a çıkmıştı. Bu program için sadece bir kerelik olmak üzere ondan istenen feminen görünümü benimsemiş, sahneye upuzun siyah bir peruk, siyah bir elbise, mor ve tüylü bilezikler ve makyajla çıkmıştı. Artık alıştığımız bir Sinéad hareketi olarak söylemeyi planladığı şarkıdan son dakikada vazgeçmiş, enstrümanlardan destek almadan yumuşacık sesiyle bir Hristiyan ilahisi olan Make Me A Channel of Your Peace’i söylemişti. Dinledikçe iyileşmemiz dileğiyle…