
Adèle Haenel’in önlenemez yükselişi: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi MUBI Türkiye’de
18. yüzyılın karanlıklarında Céline Sciamma’nın renkleriyle açılan bir film Portrait de la jeune fille en feu. Kelimelere ihtiyaç duymadan da birbirine çok şey anlatabilen iki kadının, bakışmalar ve ince mimiklerle başlayan aşk hikayesi ve tam da bu açıdan çok daha fazlası… Evet, Céline Sciamma şimdilerde çekimlerine başladığı yeni filmi Petite Maman ile gündemde ama Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi MUBI semalarında yerini aldığına göre filme olan takıntımızı da yanımıza katıyoruz ve dağları delecek kudretteki başrol oyuncusu Adèle Haenel’e dadanıyoruz.
Yakın dönem Fransız sinemasını şöyle bir sarsıp güncelleyen birkaç isimden biri Adèle Haenel. Hem kamera önünde hem de ”gerçek” hayatta… Yer aldığı ilk film Les Diables’dan bu yana, karakterlerini yorumlama şekilleriyle (ve elbette mimikleriyle) alkışları da ödülleri de toplayıp duruyordu; biz ona çoktan hayran olmuştuk zaten. Ama o güçlü kişiliğiyle bir kez daha çarptı bizleri. ”Kişisel olan politiktir” sözünden de güç alarak kendisi için zor olan bir deneyimi paylaştı ve sinema aleminin erkek egemen dinamiklerini şöyle sağlam bir şekilde sarstı. Okyanusun öbür tarafında Me Too hareketi günden güne güç kazanırken, sesleri duysa da henüz olan bitene gözlerini (özellikle de kendine) çevirmemiş olan Fransa’yı artık daha fazla kayıtsız kalamayacağı bir noktaya getirdi.
Mesleğe erken bir başlangıç
Sinema kariyerine 12 yaşındayken başlıyor Adèle Haenel. Öyle küçük rollerle falan da değil hem. İlk filmi Les Diables‘da, başrolde izlemiştik kendisini; otizmli Chloé’yi canlandırıyordu, filmin ana karakterleri olan iki kardeşten biriydi. Sağlam döktürüyordu. Les Diables’da rol almasının tamamen tesadüf olduğu düşünüldüğünde insanı daha da hayran ediyor performansı. Les Diables öncesinde aslında hiç aklında yokmuş oyuncu olmak. ”Bir saniye bile düşünmedim” diyor hatta. Les Diables’ın seçmelerine de kendisi için gitmemiş zaten, kardeşini götürmek için oradaymış.
Sonrasında olaylar çok hızlı ve sert bir şekilde gelişiyor. Bedenen ve zihnen ciddi hazırlık gerektiren rolü için altı ay boyunca yoğun bir şekilde çalışıyor. Filmin yönetmeni Christophe Ruggia, Adèle ve filmdeki kardeşini canlandıran Vincent Rottiers’yi rollerine hazırlamak için zorlu metotlar deniyor. Mesela ikisini de aylarca ailelerinden uzak tutacak bir planlama yapıyorlar ki filmin ruh halinin içine girebilsinler. (Filmdeki kardeşler çok küçük yaşta anne-babaları tarafından terk edilmişti çünkü.) Adèle’in çevresindekiler ”işte ne olduysa o sırada oldu, Ruggia Adèle’in yalnız olmasını fırsat bildi” diye açıklamalar yapmıştı, geçen sene olaylar patladığında.
Nedeni sonradan öğrenilen bir ara
Sinema eleştirmenleri, Adèle’in bu performansını ve sinemadaki ilk adımlarını övgülerle karşılıyor ama bir süre sinemadan elini eteğini çekiyor Adèle. Onun cephesinde neler olup bittiğini anlamamız ise yıllar sonra oluyor elbette. Geçtiğimiz sene, Christophe Ruggia’nın 12 yaşından 15 yaşına kadar kendisine cinsel istismarda bulunduğunu açıklamıştı ünlü oyuncu ve Ruggia hakkında bir suç duyurusunda bulunmuştu. Genç yaşında, ailesinden uzakta yaşamaya başladığı bu tacizlerin onda yarattığı korku ve çaresizliğin kendisini büyük bir depresyona sürüklediğini ve çözüm olarak sinemadan uzaklaşmaya karar verdiğini söylemişti. Filmografisindeki beş yıllık aranın arkasında, bu var işte.
Bu sürede liseye devam eden Adèle’i yeniden sinemaya dönmeye, Les Diables’daki rolü için de onu seçen casting direktörü Christel Baras ikna ediyor. İyi ki… Bu yazıya da vesile olan tanışmaya (”iş birliği”, ”dostluk”, ”aşk”; adına artık ne derseniz işte tam da ona) vesile oluyor. Adèle, Céline Sciamma’nın Naissance des pieuvres filmiyle yeniden beyazperdede boy gösteriyor. César’larda da bir adaylık kapıyor, Umut Vadeden Kadın Oyuncu olarak. Geleceği doğru görmüşler diyelim, sonrasında ne César’lar geldi Adèle’e.
Céline Sciamma ile ilk iş birliği
2007 tarihli Naissance des pieuvres, Céline Sciamma’nın da ilk filmi aslında. Ergenliğin alev alev olduğu yaşlardaki bir grup genç kızın hayatlarının tam ortasına götürüyordu bizi. Bir artistik yüzme takımının (su balesi yani) iç dinamiklerini görüyorduk ve bu dinamikler önümüzde yavaş yavaş açılıyordu; büyüme sancıları yaşayan bu genç kızların, kendilerini, hayatı ve cinselliklerini keşfetme süreçlerini izliyorduk. Görsellikler ise aynı anda hem sıradan hem de ihtişamlıydı. Günlük hayatın basit detaylarını yakalarken aslında bu basit dediğimiz şeylerin yan yana durduğunda ne kadar muhteşem olabileceğini gösteriyordu.
Bu su balesi takımının (artistik yüzme yani) üçte biri olarak karşımızdaydı Adèle. Çekimler sırasında Céline Sciamma ile birlikte romantik bir ilişkiye doğru yelken açmışlardı. (İçimizdeki magazinciyi tutmamız çok zor ama yani şimdi çok da alakasız bir şeyden bahsetmiyoruz.) İkilinin ilişkisi uzuuuun yıllar sürdü. Hatta 2014’te César’ını alırken teşekkür konuşması sırasında Céline Sciamma’ya aşkını haykırmıştı Adèle. Maalesef (!) ayrıldılar sonrasında. Hatta Portrait de la jeune fille en feu’nün öncesinde. Demek ki aralarında dostluk baki (!).
Naissance des pieuvres sonrası birkaç kısa film ve televizyon projesiyle haşır neşir oluyor Adèle. Asıl önlenemez yükselişi ise 2011’de hız kazanmaya başlıyor. O yıl içerisinde üç farklı türde filmle Cannes’da yer alıyor. Ondan sonra ise her yıla bir değil, birkaç proje birden sığdırmaya başlıyor. Tabii ki hepsi farklı tellerden çalıyor. ”Tabii ki” diye iddialı bir giriş yapıyoruz ama Adèle’in bir oyuncu olarak övgüleri toplaması; kendisini sınırlamamasından, tabiri caizse rahata kaptırmamasından ve her seferinde kendisini farklı yerlere savuracak rolleri, projeleri seçmesi sayesinde biraz da. Kendini kanıtlamanın bundan daha iyi bir formülü olabilir mi?
Şimdi biraz sayılarla konuşalım. (Merak etmeyin, abuk subuk hesaplamalara çıkacak, bir anda ”41!” diye bağırarak bitireceğimiz bir akışa girmiyoruz.) 2019’da, yani 30 yaşına bastığı yıl, filmografisi 23 uzun metrajlı filmle tamamlanıyor; bunlardan ikisi ona César ödülü getiriyor: Az önce de magazinsel nedenlerden ötürü andığımız 2014’teki ödülünü Suzanne filmiyle alıyor. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü… İkinci ödülü ise 2015’te geliyor. Bu sefer En İyi Kadın Oyuncu Ödülü; Les Combattans filmiyle. Bu arada altı kısa film ve iki de televizyon filmi sığdırıyor filmografisine. Başlangıçta talihsizce sekteye uğrayan kariyerinde kaybettiği o süreyi, sağlam bir şekilde telafi etmek istemiş ve belli ki başarmış.
2019!
2019’un üzerinde durmamızın bir sebebi var elbette. Sinefillerin yakından tanıdığı bir isim olsa da Adèle Haenel adının dünya çapında duyulması 2019’da Portrait of a Lady on Fire ile birlikte gerçekleşiyor. (Fark edenler olacaktır, filmi Fransızca orijinal adıyla mı, yaygın İngilizce adıyla mı yoksa kolay gelen Türkçe adıyla mı anmamız gerektiği konusunda ciddi kafa karışıklıkları yaşıyoruz; bizden bu konuda sistematik bir şey beklenmesin o yüzden.)
Bakışlar üzerinden ilerleyen bir film aslında Portrait of a Lady on Fire. Evet, genelde iki kadın arasındaki bakışmaları gördüğümüzü zannediyoruz ama sahnede görmediklerimizin de bakışları söz konusu… Mesela, erkek egemen toplumların kadına bakışı. Ya da izleyicinin, yani evet bizim, o iki aşığa, şatomsu evde yaşananlara bakışımız. Bakışlarla birlikte gelen duygular, yargılar, sorular, meraklar… Hepsini sessizce, bu bakışların anlattıkları üzerinden aktarıyor, uzun uzun diyaloglara da girmiyor Céline Sciamma. Gözleriyle konuşmayı da başrollerdeki Adèle Haenel’e (tabii ki) ve Noémie Merlant’a bırakıyor. Adèle’in aynı anda hem muzip hem de tekinsiz olabilen bakışlarına ve küçük küçük şekillenen mimiklerine adadık zaten bu yazıyı. Noémie Merlant’ın karşısında karakterini nasıl konuşturduğunu varın siz düşünün.
Ezber bozan hikayeler
Bir aşk hikayesinin ne kadar çok şey temsil edebileceğini ve neden çok şey temsil edebileceğini, bir röportajında şu sözlerle anlatıyor Adèle:
”Geleneksel kuralları uygulamıyoruz (filmde); ‘birine neden olduğunu bilmeden aşık olmak’ gibi. Çünkü bunun hem baskıcı hem de güç ilişkileri söz konusu olduğunda eşitsizlik yaratan bir tarafı var, ki genellikle bunların ikisinin de cinsellik açısından tetikleyici olduğu düşünülür.
Bu film ise bunlardan kendini kurtarıyor. Politik ve sanatsal olarak bizi daha az itaatkar kılan bir şey sunuyoruz. Tutkunun yeni bir versiyonu bu; entelektüel, fiziksel ve yenilikçi bir heyecan.”
Belli ki tutkunun bu yeni versiyonu, izleyiciyi de tam kalbinden vuruyor; her bir sahnesi adeta Noémie Merlant’ın karakteri Marianne’ın fırçasından çıkmış bir tablo gibi önümüzde uzanan film dünya çapında nice kalpler kırıyor, iflah olmaz romantikleri bir de kendine aşık ediyor.
2019’da Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi ile kariyerinde estiren Adèle, 2007 yılında ilk kez Céline Sciamma’ya açtığı hikayesini daha çok duyurmaya karar veriyor ve Les Diables ile birlikte anlattığımız şekilde, filmin yönetmeni Christophe Ruggia’nın tacizlerine uğradığını açıklıyor. Fransa henüz Me Too gibi hareketlerle popüler kültürde tokatlanmamıştı; Adèle öncü oluyor. Sadece Fransız sinema çevrelerinde değil, günlük muhabbetlerde bile ciddi kafa patlatılan bir mevzu yaratıyor. Çok da iyi yapıyor; Avrupa sinemasının da bir noktada silkinmesi lazımdı. Bu sene de, geçtiğimiz Mart ayında, 45. César Ödülleri’nde Roman Polanski’nin En İyi Yönetmen ödülünü alması üzerine komitenin bu kararını protesto etmek için, pek çok sinemacıyla birlikte salonu terk ediyor; Polanski’ye yönelik tartışmayı da yine hatırlatıyor ve Me Too öncesi ikiyüzlülüğü bir kez daha sorgulatıyor.
Yakın, çok yakın dönem Fransız sinemasının çıkardığı dünya çapındaki yıldızlardan biri oldu Adèle Haenel. Ve gariptir ki filmografisindeki 23 filme rağmen daha her şeyi görmediğimize ve çok yakında çok daha büyük şeyler göreceğimize dair bir his var içimizde. ”Gördüklerimiz, göreceklerimizin bir teminatıdır” diyelim bari.