Yılın en heyecan dolu animasyonu: Blue Eye Samurai dizi incelemesi
Netflix, yılı kapatırken Blue Eye Samurai ile bize son bir sürpriz daha yaptı ve yılın en iyi dizilerinden biriyle gönlümüzü çaldı. Geçtiğimiz Kasım ayında yayınlanan bu animasyon serisi Blue Eye Samurai, yayınlandıktan sonraki iki hafta boyunca küresel ilk 10’da yer aldı ve hemen ardından da ikinci sezon onayını kaptı. Kılıcını kuşanıp ettiği intikam yeminini tutmak için yollara düşen mavi gözlü bir samurayın sürükleyici macerasına tanık olduğumuz bu diziyi bir oturuşta bitirdik desek yeridir. Siz de dadanın diye ilk iki haftasında toplam 4.8 milyon izlenmeye ulaşan Blue Eye Samurai’yi konuşuyor ve de yeni sezonu için atan kalp atışlarını buradan duyuyoruz.
Son aylarda dijital platformlardan umduğumuz verimi alamasak da arada böylesine güzel işler gelip bizi bu kör kuyulardan çıkartıyor. Blue Eye Samurai tam olarak böyle bir dizi; heyecanlı, tatlı, aksiyonlu, gizemli, göz alıcı ve de merak uyandırıcı. Edo dönemi Japonya’sında, intikam peşindeki gözü pek bir samurayın hikayesinin anlatıldığı bu dizinin kadrosunda Maya Erski, George Takei, Kenneth Branagh, Brenda Song gibi isimler yer alıyor. Yaratıcıları ise Michael Green ve Amber Noizimi. Ne demiştik, intikam peşinde bir samurayın hikayesi bu. 17. yüzyıl Japonya’sının birtakım gerçekliklerini alıp hikayeyi besleyen ögeler haline getiren Green ve Noizimi, seyir zevki oldukça yüksek bir işle çıkıyor karşımıza. Toplumun dışlanan, hor görülen, şeytanlaştıran bir kesiminden olan Mizu, beyaz teni ve mavi gözleriyle gittiği her yerde dikkatleri üzerine çekiyor. Çünkü sınırların kapatıldığı ve de yabancıların ülkeye kabul edilmediği bir zamanda, beyaz bir çocukla karşılaşmak pek normal değil oralarda. Mizu’nun annesi de bunun farkında olduğu için Mizu’yu belirli bir yaşa kadar evden çıkarmıyor ve onu kendince korumaya çalışıyor. Gelin görün ki Mizu talihsiz bir kazada evini ve de annesini kaybedip yabancı olduğu koca dünyada bir başına kalıyor. Bir kılıç ustasının yanına sığınan bu çocuk, Japonya’da yalnızca dört kişi kalan beyaz adamlardan intikam almayı, annesine bu acıyı yaşatanlara dünyayı dar etmeyi aklına koyuyor.

Aman dikkat, spoiler geliyor…
Edo dönemi Japonya’sında, dizide de gördüğümüz gibi toplumun katı çizgilerle sınıflara ayrıldığı bir hiyerarşik düzen hakim. Başrolümüz Mizu, samuraylar, çiftçiler, zanaatkarlar ve tüccarlar şeklinde kabaca söyleyebileceğimiz sınıfların yer aldığı bir Japonya’da var olma mücadelesi veriyor. Onun verdiği mücadele çok daha haşin çünkü onun babası, yabancıların girmesinin yasak olduğu bir ülkede bulunan 4 İngiliz adamdan biri. Bu nedenle gözlerini, tenini hatta cinsiyetini bile saklamak zorunda. Mizu, daha küçük bir çocukken yanına sığındığı kılıç ustası Seki’den öğrendikleriyle ve bahtına düşen benzersiz kılıcıyla bu dört İngiliz’i gözüne kestiriyor ve onları “avlamak” için yollara düşüyor. Mizu’yu daha yakından tanıdıkça onu, intikam hırsını anlıyor; tıpkı başlarda istemediği yol arkadaşları gibi onu sevmeye başlıyoruz. Yol üstünde uğradığı (ve kana buladığı) bir handa karşılaştığı Ringo, kısa sürede dizinin en sevilen karakterlerinden birine dönüşüyor. Mizu’nun ilk düşmanlarından olan Taigen’le zamanla kurduğumuz samimiyet diziyi daha eğlenceli bir hale sokuyor. Prenses Akemi ise üst sınıfların hayatını daha yakından görmemizi sağlarken, onun da tıpkı Mizu gibi bir hayat mücadelesi verdiğini görüyoruz sonradan.

Bir destan misali ilerleyen Blue Eye Samurai, adının hakkını da sonuna kadar veriyor. Birbirinden enfes samuray dövüşleri hem şok edici sonları hem de bol gerilimli aksiyonları barındırıyor. Bir yandan Mizu’ya bir şey olacak diye koltuğun ucunda otururken bir yandan da onun ortalığı tarumar edeceğinden ve bu dövüşlerden sağ çıkacağından son derece emin oluyoruz. Gözümüzde devleşen Mizu’nun da kanlı canlı bir insan olduğunu fark ettiğimiz anlarda ufaktan bir sıkıntı bassa da kendisinin düşmanı kadar dostu da var diyoruz. Ama diziyle ilgili sevdiğimiz tek şey Mizu değil elbette. Fowler gibi kötücül bir düşmanı, Ringo gibi saf bir iyiyi; Daichi gibi çıkarcı lordları, Madam Kaji gibi bu çürümüş sistem içinde kendince bir güce sahip olabilmiş kadınları inci gibi işliyor Blue Eye Samurai. Karakterleri gördüğümüz ilk andan son ana kadar onlar hakkında yeterince bilgi sahibi olmuş, tıpkı onlar gibi hikaye içinde yoğrulmuş oluyoruz.

Dizinin yaratıcılarından olan Green bir röportajında şöyle diyor; “insanların hikayeye ve sanat düzeyine kapılmalarını ve de animasyon izlediklerini unutmalarını istiyoruz. Bunun her ilgi alanına girmesini isteriz; eğer The Witcher’ı seviyorsanız, animasyonu seviyorsanız, Game of Thrones’u seviyorsanız, The Crown’u seviyorsanız, tarihi dramayı seviyorsanız, Shakespeare’i seviyorsanız, Tarantino filmlerini seviyorsanız Blue Eye Samurai’de size göre bir şeyler var.” Ayrıca Nouizimi ve Green’in evli olduklarını belirtmekte fayda var. Çünkü Blue Eye Samurai’nin çıkış noktası bu çiftin mavi gözlü bebişlerinin ta kendisi. Yarı Japon olan Nouizimi de bu konu hakkında “kendimi kızımın mavi gözleri olduğu için heyecanlanırken buldum. Kendime ‘Bu konuda neden bu kadar heyecanlanıyorum?’ ve de ‘neden daha beyaz görünen bir bebeğim olacağı için bu kadar heyecanlıyım?’ gibi sorular sordum” diyor. Green ve Nouizimi çiftinin mavi gözlü kızlarından ilham alarak yarattıkları bu evren için şimdilerde hepimizi büyülüyor. Birbirinden dolu ve de kanlı geçen sekiz bölümün ardından, Mizu’yu ilk hedefine ulaşmış bir şekilde buluyoruz. Fowler’a ulaşan ve barutlu silahlarını bile alt eden korkusuz samurayımız, diğer beyaz adamaların peşine düşmek için Fowler ile beraber ilk defa duyduğu o yere, Londra’ya doğru açılıyor. İkinci sezon onayını kısa sürede alan Blue Eye Samurai’yi bir çırpıda bitirsek de kendisi kalbimizde izlediğimiz en iyi yazılmış kadın kahramana sahip hikayelerden biri olarak yer buluyor.