
Damon Lindelof’un deliliği üzerinden bir Watchmen serüveni
Watchmen’in dizisi hakkındaki fikir ayrılıklarına denk gelmişsinizdir muhtemelen. Bazıları dizinin başarısız bir uyarlama olduğunu söylerken diğer bir kesim de bu yapımı özgün bularak fanatiği oldu. İster istemez Alan Moore ve Dave Gibbons’ın fevkaladenin fevkinde çizgi romanıyla kıyaslanan dizi, bu kıyas altında kalmak yetmezmiş gibi bir de 2009 yapımı filmle de karşılaştırıldı.Ben tüm bunlar olurken bölümleri izliyordum ve ilk bölümün ardından topa tutulup 6.8 puanla – evet ben sürekli puanlara bakıyorum 🙁 – açılan diziyi umudumu kaybetmeden izlemeye çalışıyordum. İtiraf ediyorum, ilk bölümün ardından benim için de geriye büyük bir hayalkırıklığı kalıyordu. Ama ben ne çizgi romanın koyu bir hayranıyım ne de Zack Synder filminin tadı damağımda kalmıştı; ben sadece Damon Lindelof’un deli mi yoksa dahi mi olduğunu (yaptığı her işi izlememe rağmen) hâlâ anlayamadığım için Watchmen’in başına oturdum.
Ancak başına oturduğumda, Damon Lindelof’un dizi hakkında söylediklerini bildiğim için beklentilerim de netti. Belki de temel fikir ayrılığı, çoğumuzun bu ön bilgiyi es geçerek bambaşka umutlarla diziye başlamamız oldu. Deli oğlan demişti ki, ”Moore ve Gibbons’ın 30 yıl önce yarattıkları 12 kitabı uyarlama niyetimiz hiç olmadı. O kitaplar, kutsal topraklar gibi. Dolayısıyla hiçbir şekilde yeniden çekilmeyecek, yeniden yaratılmayacak ve yeniden yapılmayacak. Yalnızca bir tür ‘remiks’ yapacağız.” Remix kelimesi için doğru Türkçe ifadeyi bulamadım ama sanırım ne anlama geldiğini hepimiz anladık, özellikle diziyi bitirdikten sonra bu anlam iyice yerine oturdu.

Şimdi, bu bilgiyle birlikte diziyi yeniden ele alınca, ben belki de (eğer başarabilirse) Watchmen’in en büyük etkisinin, çizgi romanın koyu hayranlarının da bağrına basabileceği bir işe dönüşebilmesi olacağını düşünüyorum. Çünkü sevdiğimiz şeylere körü körüne bağlılığın kimseye faydası yok. Bir televizyon dizisi yapılırken, hele de uyarlama yapmama niyetiyle yola çıkılmışken Watchmen, değişimi kabullenmemize yararsa, ne mutlu. Hem hatırlayın, 2009’da film ilk çıktığında da “Bu nedir arkadaş, çizgi romanın ruhuna ihanettir” diyenleri duymuştuk. Ayrıca anonim olumsuz yorumların tümüne cevap Will dededen geliyor: “You can’t heal under a mask, Angela. Wounds need air.”
Bu yazıda isteğim, bendeki Damon etkisini anlatmak. O yüzden bir dizi incelemesi gibi düşünmeyin. Tek derdim, yedirmeyelim şu çılgın adamı, biraz pohpohlayalım.
Yıllar bana şunu gösterdi: Söz konusu Damon Lindelof yapımıysa, büyük bir şeyler mutlaka olur. Bu büyük sıfatı geniş kapsamlı: Büyük şaşkınlıklar, büyük hüsranlar, büyük finaller, büyük kafa karışıklıkları… Şahsen ben hüsran kısmından nasibimi hiç almadım, Damon’a zamanla sabredip onu tam anlamıyla kabullenen bir izleyicisi oldum. Dolayısıyla Watchmen’i izlerken de büyük bir şeyler olacağını bekliyordum, nitekim oldu da.
Ama galiba içten içe bu manyağın sona bir şeyler sakladığını, bana “yaptı yapacağını” dedirteceğini biliyordum. Dizinin Instagram hesabındaki paylaşımların çoğunu, çoğu zaman anlamayamıyorum diye neredeyse takibi bırakacaktım, baktım ki 130k’yı aşmış geçmiş, sosyal fobiler devreye girdi, yapamadım, kopamadım, orada bir şeylerin saklı olduğu hissine teslim oldum. Sonuçta Damon’ın bendeki kredisi oldukça yüksekti. Onun yüksek entropili halleri, kafası kırık çalışma biçimi ve içimde bitmek bilmeyen deli mi dahi mi ikilemini çözebilmek için, takibe de izlemeye de devam ettim.

Her yeni bölümden sonra IMDb puanının bir tık arttığını görmek, güzeldi. 6.9’dan 8.0’e giden yol, her adımında daha fazla keyif verdi. Her ne kadar keyif verse de kaçınılmaz olan gerçekleşti, izlediklerimi anlayamamaya başladım… İşte bu noktada olayın Watchmen’in kendisiyle ilgili olmadığını fark ettim, hepsi Lindelof’la ilgiliydi. Açıkçası onun yürüttüğü işlere aşina olanlar (bknz. Lost’u ve The Leftovers’ı fazlaca sindirerek izleyen bizler), onun hızlanmak için son metreleri bekleyen bir atlet gibi olduğunu bilirler. Geç açılır ve eğer sonuna kadar izlerseniz mutlaka sağ gösterip sol vurduğuna hissedersiniz. Bunun temel sebebi de sorulara, cevaplardan daha fazla önem vermesi olabilir. Bolca gizem yaratıp bunları azar azar yanıtlamak, onun taktiklerinden biri ve eğer sunulan gizemler bizi yeterince tatmin ederse (The Leftovers örneğindeki gibi) yapılan iş efsane mertebesine ulaşıyor. Ama etmezse… Orası hüsran.
Damon Lindelof bir gizem dehası olmasının yanında, Watchmen’in 8. bölümü “A God Walks into Abar” ile bana, bu yazıyı da yazmama sebep olan sıra dışı bir yönünü hatırlattı. Belki de onu bu kadar sıkı takip etmemin asıl sebebini… O aynı zamanda çok iyi bir zamanlararası aşk hikayesi anlatıcısı. Bu terimi şu an uydurdum ama geçmişten şu örneklere bakınca ne demek istediğimi anlayacaksınız: Penny ile Desmond, Nora ile Kevin ve şimdi de Angela ile Jon’un her birinin hiç alışmadığımız bir düzlemde yaşadıkları ama hepimize çok dokunan hikayeleri vardı. Hal böyle olunca, 8. bölümü bitirdiğimde aklımda The Constant, aklımda The Leftovers finali, aklımda uzay zamanı büken aşk hikayeleri canlanıyor… Onun anlattığı haliyle aşklar, bizim hiç tecrübe edemeyeceğimiz bir şekilde ya da zamanda deneyimleniyor ve sahne ya da bölüm bittiğinde, geriye büyülenmişlik hissi kalıyor. Lindelof’un yaptığı bir anlamda bu, bir çeşit büyü. Çağımızda pek yapılmayan, çok özel bir şey yapıyor: Kalıcı hikayeler anlatıyor ya da bir başka deyişle, hikayeleri kalıcı kılıyor. Onun yazdığı ve etkisinden kolay çıkamadığınız diğer işleri düşünün, hepsinin ortak özelliği alıştığımızın dışındaki mistik ve gizemli dünyalarda, izleyeni alabildiğine yoğun duygu bombardımanına tutan işler. Sonuç olarak A God Walks into Abar, bana beklediğim sol kroşeyi böylece vurmuş oluyor.

Watchmen’i yaparken Damon Lindelof’in aklındakiler ve temennileri, aslında onun işine yaklaşımını da orijinal esere saygısını da biraz anlatıyor: “Umarım bir yankıdan ziyade bir aşk mektubu gibi hissettirir. Hayranlara istediklerinin verilmesi için bizlere milyon dolarların sunulduğu bir çağdayız ama ben bazı efsaneleri (bknz. orijinal çizgi roman) alıp günümüze taşımanın yanlış bir şey olduğunu düşünmüyorum.”
Her geçen gün yeniden ve yeniden yapılan çürük uyarlamalarla karşılaştığımız günümüzde, kendini bütün acımasız eleştirilere ve hayran linçlerine siper eden, onu bugün yaptığı işi yapmaya sevk eden, çocukluk kahramanı esere saygısını her zaman dile getiren, bu eserin yazarı Alan Moore’un rızasını alamasa da ona ve tüm hayranlara kitap gibi bir mektupla derdini anlatan, günün sonunda bambaşka ve özgün bir Watchmen hikayesi yarattığın için bile, yeterince delisin Damon Lindelof.
Eğer dizinin evreninde iyice kaybolmak istiyorsanız, Peteypedia tam sizlik.