Müziğin duyulduğu kareler

Müziğin dinamizini fotoğraflarına taşıyan Ebru Yıldız, portreleriyle 212 Photography Festival’da.

İlk kez Pitchfork’ta görmüştüm Ebru Yıldız’ın adını. Dünyayı peşine takan tüm o müzisyen ve grupların fotoğraflarının altında Türkçe bir isim görmek aşırı derecede merak uyandırıcıydı elbette. (Asın bayrakları!) Kısa bir Google araştırmasının ardından ise kalp atışlarımı hızlandıran fotoğraflar çıktı karşıma: Indie ve rock müziği hayatının orta yerine yerleştirmiş birinin (mesela benim) rüyalarını süsleyecek konserlerden yüksek enerjili kareler, yine bu türlerin en özgün isimlerine ait güçlü ifadeli portreler… Üstelik hepsi de o ana dair tüm hisleri capcanlı bir şekilde yansıtıyor, görenin bir anda zihnine yerleşiveriyor. Hele bir de aralarında hayranı olduğunuz isimler varsa daha da çarpılmanız mümkün (yine benim gibi).

Anlayacağınız üzere, yaptığı işin sıkı bir takipçisi olarak çıktım Ebru Yıldız’ın karşısına ve müzisyen portreleriyle yer aldığı 212 Photography Festival kapsamında Türkiye’ye gelmesini fırsat bilerek, yıllardır beklediğim röportaj için sorularımı ilettim kendisine. Samimiyeti ve mütevazlığı tüm o harika fotoğrafların formülünü açıklıyor aslında. Ve tabii yaptığı işe duyduğu o büyük tutku da…

En başa dönelim mi: fotoğrafın bir ‘heves’ olmadığını, seni ciddi anlamda peşine takacağını ilk ne zaman fark ettin?

İlk andan itibaren fotoğrafın hayatımın hep büyük bir parçası olacağından emindim. Çünkü fotoğraf çekmeye başladığım ilk konserde aşık oldum kendisine. Ama açıkçası hiç bir zaman mesleğim olacağını düşünmemiştim. Bu kadar severek yapıyor olduğum bir şeyin meslek olması yanlış geldiğinden herhalde. Sanırım ilk para kazanmaya başladığımda sadece boş zamanlarımda yaptığım bir şey olmaktan çıktı.

Seni New York’a götüren ne oldu? Ve tabii orada kalmaya ikna eden? Yirmi küsur sene oldu, değil mi?

Evet, nerdeyse 21 sene olacak! Küçüklükten beri en büyük hayalim New York’ta yaşamaktı. O yüzden okulu bitirir bitirmez ilk fırsatta geldim buraya. Velvet Underground en büyük sebeplerin başında geliyor. Bütün sevdiğim müzikler hep buradan çıkmış. Kafamda idolize ettiğim bir yerdi; hâlâ öyle aslında. Sevdiğim müzisyenler bu sokaklarda yürümüş, müziklerini burada kaydetmişler, ilk defa burada çalmışlar… Açıkçası kalmak için ikna olmam gerekmedi. İlk andan itibaren kendimi evimde gibi, buraya ait hissettim. Daha önce hiçbir yerde böyle hissetmemiştim.

Bir fotoğrafçı olarak katıldığın, fotoğraf çekmek için gittiğin ilk konser hangisiydi? O konserden aklında kalanlar neler?

Pitchfork için çektiğim ilk konseri hiç unutamayacağım. O noktada daha önce pek çok konsere fotoğrafçı olarak katılmıştım aslında… SoB’s diye bir yerde Shabazz Palaces’i çekmiştim. Daha önce hiç fotoğraf çekmediğim bir yerde, daha önce hiç fotoğraflamadığım tarzda bir müzik ve ilk Pitchfork görevim… Konser başlayana kadar aşırı panik haldeydim ama tabii başlar başlamaz, makinemi elime aldığım andan itibaren her şey normale döndü.

Ebru

Marissa Nadler

Seni en çok etkileyen konser hangisi olmuştu peki? ‘Bir konsere gittim, hayatım değişti’ diyeceğin cinsten…

Çok var açıkçası. Bazı konserler gerçekten çok katartik olabiliyor. Aklıma ilk ve net bir şekilde gelenler: A Place To Bury Strangers, Iggy Pop, Iceage, Ty Segall, Thee Oh Sees.

Seni müziğe doğru yönlendiren ne oldu? Müzisyenlerle çalışmak zaten hep aklında olan bir proje miydi, yoksa işler ve tesadüfler mi seni oraya doğru çekti?

Müzik her zaman hayatımın büyük bir parçası oldu. Hiç tanımadığın bir insanın, hiç bilmediğin bir hayatı yaşarken kaydetmiş olduğu bir müziğin seni derinden sarması, bakış açını değiştirmesi, hislerine paralel gitmesi… Çok çılgın değil mi? Orta okulda ve lisedeyken sevdiğim şarkılardan karışık kasetler yapardım. Üniversite ise canlı müzik peşinde koşmakla geçti. O yüzden fotoğraf çekmeye başladığımda müzisyen fotoğrafları çekmek bütün hayatımın doğal bir evrimi, uzantısı oldu.

Ebru_Yıldız

David Byrne

Dünyaca ünlü müzisyenlerle yollarını kesiştiriyorsun. Ve gerçekten de portrelerinin hepsi tek bir bakışla bile çok şey anlatıyor. Hatta fonda müziği duymak bile mümkün. Çekimler sırasında karşındakindekilerle nasıl bir iletişim kuruyorsun? Ve onların, sana açılmalarını sağlamak için nasıl bir formül izliyorsun?

Böyle düşünüyor olmana çok sevindim. Çekimden çekime gerçekten değişiyor. Her zaman çok büyük bir araştırma yapıyorum çekimlerden önce, hem görsel, hem sessel dillerini bilerek çekime baslamak beni iyi hissettiriyor. Gerçekten portreler iki insan arasındaki çok özel bir anın sonucu, ve çok büyük güven var ortada; portresinin çekilmesine izin veren kişi size henüz derinden hak etmediğiniz bir güveni karşılıksız olarak veriyor gibi bir durum söz konusu ve tabii ki bu beni her zaman tedirgin ediyor. O yüzden çekimlerden önce her zaman gergin oluyorum, güvenlerini boşa çıkarmak istemiyorum.

Haklarında çok şey biliyor olduğum için, konuşmaya başladığımda bu bir şekilde ortaya çıkıyor. Zaman ayırıp onlarla ilgili araştırma yaptığınızı bilmek karşı tarafı sakinleştiriyor; o bahsettiğim güven hissini size daha kolay iletiyorlar.

Peki şimdiye kadar en çok kimin fotoğrafını çekerken heyecanlandın? Elin ayağın titreyecek kadar 🙂

Dediğim gibi aslında her çekimden önce çok heyecanlanıyorum; kendimi sakinleştirmek için yöntemler geliştirmemi gerektirecek kadar çok hem de. Ama her zaman bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, hiçbir şeyi cepte görmemek ve mütevazı olmak genel hayat felsefesi olarak çok önemli bence. Sanırım en çok John Cale ve Laurie Anderson’ın fotoğraflarını çekerken nefessiz kaldım. Çekimden sonra ne dediğimi, ne konuştuğumu hatırlamaz bir haldeydim.

Ebru_Yıldız

Laurie Anderson

Fotoğrafçılığa tamamen dışarıdan bakan biri ve bir izleyici olarak söylüyorum bunu: portre fotoğrafçılığı bire bir insan ilişkileri üzerine kurulu olduğu için sosyalleşme konusunda ayrı bir kabiliyet gerektiriyor sanki. Portre fotoğrafçılığının seni cezbeden ve zorlayan tarafları neler? Bu alanda nasıl ilerlemek gerekiyor?

Kesinlikle öyle. Bence iyi bir portre fotoğrafçısı olabilmeniz için genel olarak insanlara karşı bir hayranlığınızın olması gerekiyor. Her insanda sevebileceğiniz bir şey bulmanızı sağlayacak, büyük bir kalbinizin olması lazım. Aynı zamanda vücut dilinden de iyi anlamak gerekiyor.

Bu, pozlamadan ziyade, karşınızdakinin ne zaman kendini rahat hissettiğini veya neden rahatsız olduğunu anlayabilmeniz için önemli.

En sevdiğim şey, karşımdaki ile kısa da olsa anlamlı, sadece ikimize özel bir bağ kurduğum anlar. En zorlayan tarafı da o şekilde bir anı, 10 kişi omzunuzun üzerinden sizi izlerken yaratmak veya yaratmaya çalışmak.

Ebru_Yıldız

2015 yılında New Traditions and Old Ways: A Visual Guide to Turkey’s Thriving DIY Scene adlı projen Pitchfork tarafından yayınlanmıştı. Müzik severler için kalp atışlarını hızlandıran bir projeydi sahiden. Üzerinden çok zaman geçti ama yine de soralım: Proje nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir süreç izledin tüm fotoğrafları çekerken?

İnanamıyorum dört sene olduğuna. Türk müziği dinlemenin ‘kıro’ bulunduğu bir dönemde büyüdüm ben. O yüzden küçükken hep yabancı müziğe odaklanmıştım. Daha sonra New York’a yerleşip müzik çevrem genişlemeye başladığında, herkes bana Erkin Koray’ı, Selda Bağcan’ı soruyordu. Ben de büyük bir bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir utanç içindeydim. Tabii ki şarkılarının hepsini yıllarca duya duya öğreniyorsunuz ama kafanızı vererek dinlemek çok daha farklı bir tecrübe. Onlar hakkında bilgi sahibi olmak da çok farklı.

Artık bana gelen sorulara cevap verebilmek için öğrenmek, dinlemek yönünde bir çabam oldu. Tabii ki fon müziği yerine dikkatlice dinleyince ve müzikle alakalı bilgim de zamanla artmış olduğu için ne kadar inanılmaz olduklarını fark ettim. Onca sene gereken ilgiyi göstermemiş olduğumdan kendimce bir aşk mektubu yazmak istedim ve bu proje ortaya çıktı.

Bu proje ile alakalı bir röportajın altına biri, ‘‘Yani Amerikalılar cool deyince sen de cool bulmaya başladın, öyle mi’’ diye, soru olmayan bir soru sormuştu. Çok sonra gördüğümden, ‘‘öyle değil’’ aslında demeye de fırsatım olmamıştı. Şimdi diyeyim: Kendi kültürünü bilmiyor olmanın ezikliği içinde sadece bana soranlara cevap verebilmek için başladım dinlemeye, araştırmaya ama daha çok dinledikçe ve araştırdıkça iyice hayran kaldım.

Bir araştırma sürecinden sonra 20 müzisyen ve grup üzerine odaklanmaya karar verdim. Sonra onlardan, beni sevdikleri bir yere götürmelerini istedim. Oralarda fotoğraflarını çektim ve sohbet ettik. Benin için çok güzel ve özel bir projeydi. Kalbimdeki yeri gerçekten çok farklı. Projeyi büyütüp kitap haline dönüştürmeyi planlıyorum.

Ebru_Yıldız

We’ve Come So Far: The Last Days of Death By Audio

Hemen sonrasında da Death by Audio’nun son günlerini fotoğrafladığın We’ve Come So Far: Last Days of Death By Audio projen var. Bir kitap haline dönüştürülmüştü hatta. Seni buraya çeken ilk ne olmuştu? Bir fotoğrafçı olarak değil sadece, bir müzik dinleyicisi olarak da… Orada gördüklerin arasında, hafızana kazınan ne oldu?

A Place To Bury Strangers solisti Death By Audio’nun kurucularından. İlk onlar sayesinde oraya gitmeye başladım, ta 2005’te. İlk gittiğimde boş, kocaman bir depoydu ve arkadaşlarım gözlerimin önünde ikinci katı inşa ettiler ve sayamayacağım kadar çok oda eklendi. 

İkinci kata ilk kez çıkarken tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Bir şekilde sonradan eklenmiş bir yapıya güvenememiştim. Death By Audio dendiğinde ilk düşündüğüm şey bu oldu uzun bir süre. Kendilerine özel bir dünya kuran, kafaları birbirine yakın, yetenekli bir grup insan… Şimdilerde ise, orada en son çalan grup Lightening Bolt’un seti sırasında ayakta durmaya ve fotoğraf çekmeye çalışırken kulaklarımın ve kalbimin patlayacağına emin olduğum o anı düşünüyorum sürekli.

Death by Audio’nun son günlerine şahit olmak nasıl bir histi peki?

Gerçekten tarif edemeyeceğim kadar büyük bir duygu bombardımanıydı. Birkaç his arasında gidip gelmeli… Hem üzüntü hem sevinç; hem sonsuz gurur, hem sinir; hem eğlence hem kızgınlık; hem çok yorgun hem hayat dolu; hem ümitli, hem ümitsiz… Ama genel hissim, şu ana kadar yapılmış olan her şeyin bir kutlaması şeklindeydi. 

İlk taşındığından bu yana, Brooklyn müzik sahnesinde neler değişti, neler daha da yerleşti? Son birkaç yıla bakınca neler gözlemliyorsun? Buralara hakim olmaya başlayan yeni türler ortaya çıkıyor mu?

New York her zaman değişimin hakim olduğu bir sehir. Hatta hep denir, New York’taki tek sabit şey değişim diye. Tabii ki bu müzik sahnesini de etkiliyor. Küçük mekanlar çok daha zor ayakta durabiliyorlar ve sayıları oldukça azalmış durumda. Halbuki bu kucuk sahnelerin müzik ekosistemindeki yeri inanılmaz onemli. Genre olarak da şu aralar bir punk dirilişi söz konusu, beni çok heyecanlandırıyor.

İstanbul’a ne sıklıkla geliyorsun? Burada izlediğin son konser hangisiydi?

Su sıralar yılda bir-iki kere. En son gittiğim konser kim ki o’nun Bina’daki album lansmanıydı. Ondan önce de Ayyuka, Pitohui ve Balina’yı birkaç gün arayla izlemiştim.

Peki hangisini tercih ediyorsun: Planlı programlı ilerlemeyi mi, doğaçlamarın peşinde ilerlemeyi mi?

Plan ve program yapmayı çok seviyorum; hazırlıklı olmak bana kendimi güvende hissettiriyor. Ama bu plan ve programları yaparken de, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, hiçbir zaman, hiçbir şeyin benim düşündüğüm şekilde gitmeyeceğini ve zaten sürece doğaçlamaların hakim olacağını da yüzde yüz biliyorum.

Ebru_Yıldız

We’ve Come So Far: The Last Days of Death By Audio

Sırada ne var? Şu aralar üzerinde çalıştığın veya planladığın projelerinden bahsedebilir misin?

Geçen sene bir zine projesine başladım. Her biri bir gruba yoğunlaşan az sayıda küçük kitapçıklar yayınlıyorum. Şu ana kadar üç tane çıkardım. Zola Jesus, Iceage ve Mitski ile… Şu anda önümüzdeki iki sayısı uzerinde çalışıyorum. Bir tanesi, çok sevdiğim gruplardan biri olan Priests ile. Diğerini ise Amerika’da müzik sahne arkasında çalışan, kadın ve kendini kadın olarak tanımlayan kişilerle yapıyorum.

Ve bitirmeden önce: Şu ara en çok ne dinliyorsun? Bize ne dinlememizi tavsiye edersin?

O kadar çok var ki! Hep bu tarz bir soruyu cevapladıktan sonra yazmayı unuttuklarım uykularımı kaçırıyor.

Her zaman Velvet Underground, Iceage, A Place To Bury Strangers, Thee Oh Sees, Ty Segall, Uniform, Marissa Nadler, Zola Jesus, Deafheaven, Savages, The Black Angels, Captain Beefheart, Kevin Morby

Bu aralar yeni dadandiklarim:  Tropical Fuck Storm, Daughters, Fontaines D.C., Steve Gunn, Warmduscher, The Murder Capital, FACS, Droneflower.