Özgürlüğü dans ederek taçlandıran bir film: Jojo Rabbit

II. Dünya Savaşı’na dair anlatılabilecek tüm hikayeleri, beyazperdede izlediğinizi mi düşünüyorsunuz? O zaman bir de hiciv dozu bir hayli yüksek Jojo Rabbit’i görün.

Ödül sezonunda başrolü kapan filmlerden biri oldu Jojo Rabbit. Yeni Zelandalı yönetmen (meslek hanesine bir de ‘oyuncu’ diye yazmak mümkün) Taika Waititi’nin imzasını taşıyan Jojo Rabbit, prömiyerini yaptığı 44. Toronto Uluslararası Film Festivali’nden bu yana sessiz ve derinden ilerlemeye devam ediyor. Evet, ödül sezonu sayesinde adını daha fazla duymaya başladık (Gerçi SAG Awards ve Altın Küre’lerden eli boş döndü) ama Joker’lerin, Parasite’lerin arasında gölgede bir köşe edindi kendine. Oysa daha çok ilgiyi hak ediyor… 

Christine Leunens’in Caging the Skies adlı romanından uyarlanmış bir film Jojo Rabbit. Türü için ise şu tanımlama her şeyi açıklamaya muktedir: ”Anti-hate Satire” yani ”nefret karşıtı hiciv”. Fakat bu da hassas bir konuya değindiği için eleştirmenleri ikiye böldü; insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birinden bahsediyor çünkü film. Kimileri Yahudi asıllı Waititi’nin kara komedi ile ne yapmayı amaçladığını anlayıp bu anlatımını başarılı bulurken; kimileri de niyeti ne olursa olsun, bazı konuların tabu olduğunu savunuyor ve şakalarıyla filmi başarısız bir hiciv olarak değerlendiriyor. (Ben de, ”bazı şeylerin şakası yapılmaz” tabusuna sahip biri olarak, izlemeyi kendime ödev verdiğim belgeseli buraya da yazıyorum: ”The Last Laugh”)

Film II. Dünya Savaşı’nın sonlarında geçiyor. Başkarakterimiz ise 10 yaşındaki, Hitler hayranı Johannes. Yani Jojo. Daha ayakkabısını bile bağlayamıyor olsa da kendisini Adolf Hitler’e adamış, büyüyünce cesur bir Nazi askeri olmaya karar vermiş; yeri geldiğinde anlamsızca ciddi nutuklar atan bir çocuk kendisi. En yakın arkadaşı ise hayalinde yaşattığı, yine zihninde muhabbetlere daldığı Adolf Hitler. (Çocuk zihnindeki Hitler aşırı absürt ve komik bir şekilde karşımıza çıkıyor tabii ki.) Bir diğer yakın arkadaşı ise – bu seferki ‘gerçek’ bir karakter- Yorki. 

Nazi propagandasının en genç mahsüllerinden biri olan Jojo’nun inanmışlığı o kadar güçlü ki annesinin ona anlatmaya çalıştıklarını pek de umursamıyor. Ta ki her şeyi sorgulamasına yol açacak o karşılaşmaya kadar…

Jojo, daha iyi bir asker olmak için katıldığı kampta öldürmeye zorlandığı tavşanı serbest bırakmasıyla alay konusu oluyor önce. Sonra da geçirdiği kaza sonucu eve gönderiliyor. Evde geçirdiği günlerden birinde, annesinin ölmüş kız kardeşinin odasında sakladığı küçük Yahudi kız Elsa ile burun burna geliyor ve olaylar gelişiyor. Ötekiye duyulan nefreti en katıksız haliyle suratımıza çarpan filmde bu ikilinin diyalogları bir taraftan güldürse de oldukça acıtıyor aslında. Elsa ve Jojo’nun, ulus ve ırk kavramlarının klişeleşmiş, komik yorumları ile birbirilerini ikna etmeye çalıştıklarını izliyoruz. Hatta Jojo bunun üzerine, güldüren çizimlerin de yer aldığı bir kitap bile yazmaya karar veriyor.

Masmavi gözlü, sarışın, ciddi bir Nazi olmaya çalışan Jojo’yu, ilk defa kamera karşısına geçmiş olan (ve belli ki daha çok göreceğimiz) Roman Griffin Davis canlandırıyor. Hayali arkadaşı Adolf’u ise filmin yönetmeni Taika Waititi beyazperdeye taşımış. Kadroda ayrıca Sam Rockwell, Rebel Wilson, Alfie Allen gibi pek sevdiğimiz isimler de var. Tabii Scarlett Johansson ile brilikte… Eşini ve kızını kaybetmiş; yaşamın, yaşamanın ve yaşatmanın ne demek olduğunu bilen, 10 yaşındaki oğlunun nazilere duyduğu hayranlığı endişeyle karşılayan, savaş karşıtı anne rolü kendisine teslim. Hatta bu yıl Oscar’larda iki adaylık kaptı Scarlett Johansson. Marriage Story’deki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu kategorisindeki adaylığının yanı sıra, Jojo Rabbit’le birlikte En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisinde de adaylığı var. Waititi’nin Uluslararası Toronto Film Festivali’ndeki gösterim sırasında söyledikleri aslında Johansson’un canlandırdığı bu anne karakterinin ne kadar da önemli bir yere sahip olduğunun altını çiziyor: ”Bu film annelere bir aşk mektubu, özellikle de yalnız annelere. Ben yalnız bir anneyle büyüdüm. Benim için her şeyi yapabileceğini kendi çocuklarım olmadan önce anlayamamıştım. Ve her şeyi yaptı da. Scarlett’ın rolü benim için filmin en önemli ögesi ve muhtemelen en hassas karakter.”

Abartıların olduğu bir film Jojo Rabbit. Hepsi de hikayenin temellerinde ne kadar gülünç olduğunu gösterecek şekilde kurgulanmış. Bir tür hiciv malzemesi olarak iş görüyor bu abartılar. Hareketler, sesler, ifadeler… Tüm bu abartılar Jojo’nun kafasında uçuşmaya başlayan soru ve endişelerle birleşince daha da komik bir hal almaya başlıyor. Hitler’in, her defasında Jojo’ya sigara uzatması bile güldürüyor.

Nasıl arkadaş oluyoruz?

Bu soruyu uzun zamandır hiç düşünmemiştim. Kimlerle, nasıl, neden arkadaş oluyorum ve bu ilişkiler hayatımı nasıl dönüştürüyor? (Tabii ki sorgulamalarımı burada yapmayacağım 🙂

Bildiğim, hatırladığım kadarıyla hayali arkadaşı olmayan bir çocuk olduğum için (ne sıkıcıymış ahahah) Jojo’nun hayali arkadaşı ile kurduğu bağı, endişeli anlarında çağırdığı bir kahramana sığınması şeklinde yorumluyorum. Jojo’nun idealindeki Führer ile bağlarının kopuşu; nefret, korku, sevgi gibi duyguların değişimi, Elsa ile karşılaşmalarına ve arkadaş olmaya başladıkları sürece denk geliyor.

İşte, tam da bu noktada karşılaşmaların önemi üzerine düşünmek gerek belki de… ”Eski Spinozacılardan kim kaldı” diyip Spinoza’nın hayatı ve var olmayı, eyleme kudretimizi harekete geçiren sürekli varyasyonlar olarak düşünmemizi istemesini hatırlıyorum. Spinoza karşılaşmalar (bir insan, köpek veya Güneş, kısacası her şeyle olabilir), bizde duygulanım yaratır ve her duygu bir idea varsayar ve eyleme kudretimizi etkiler der. Yani her karşılaşma ile hayatın bir ardışık idealar serisi ve bu seriden kaynaklanan bir kuvvet/kudret çeşitlenmesi olarak anlaşılmasının mümkün olduğunu düşünmemizi öğütler.

Günlük hayatta bana iyi gelen ya da kötü gelen karşılaşmalar yaşıyorum. Sevdiğim biriyle karşılaşmamın sonucunda eyleme kudretim artıyor ve günüm iyi gidiyor, sevmediğim, beni üzen biriyle karşılaşmam ise eyleme kudretimi düşüyor. Spinoza bu karşılaşmalarda eylemi kudretimi arttıran duyguya sevinç, eyleme kudretimi azaltan duyguya üzüntü diyor. Sevinç içinde yaşamanın da sırrını burada veriyor. (Ve bir kitap önerisi: ”Spinoza’nın neşesi nereden geliyor?”)

Jojo Rabbit’in yolculuğuna odaklanırsak… Komik ama yine de korkunç bir Nazi olmak isteyen Jojo’nun örgütlenmiş nefretinin, Elsa ile karşılaşmasının duygulanımı sonucu değiştiğini, bunun da eyleme kudretini dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Öldürmek isterken, yaşatan bir dönüşüm. Hatta filmin sonuna doğru, hayatın engellerine (veya faşizme) takılıp düşmemesi için sürekli ayakkabısını bağlarken ona öğütler veren annesinden duyduklarını artık kavrayan Jojo’nun, özgürlüğe bir adım kala Elsa’nın ayakkabısının bağcıklarını bağladığını (bağlayabilecek kadar olgunlaştığını ve birini korumak istediğini) görürüz.

Yargılarımızın, korkularımızın, sevgiye ve nefrete dair tanımlarımız ile bunların eyleme kudretimize etkilerini düşünün. Arkadaşlarınızın bu hayatı nasıl dönüştürdüğünü…

Başıma bir şey gelmeyecekse, suçları gülmeye izin vermeyecek kadar insanlık dışı ve büyük olan Hitler’in ve Nazilerin konu edinildiği, Taika Waititi anlatımı kara komediyi keyifle izlediğimi söyleyebilirim. Hayali arkadaş Hitler, Jojo’nun kafasına kodlanan Yahudi tasviri, savaş, Hitler gençlik kampı gibi bölümlerden ziyade, ayakkabı bağcıkları (!) ve arkadaşlık üzerine düşündürdükleriyle filmi sevdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Taika Waititi’nin de kötülükleri inkar etmeden, her şeye rağmen umudu ”arkadaşlık” üzerinden vaaden bir film yaptığını söylemek gerek. (Yani bence…)

Bazı eleştirmenler de Carlie Chaplin’in The Great Dictator filmini hatırlatıp, benzerlikleri ve farklılıkları üzerinden yorumlarıyla hem kendi içlerini hem bizimkini rahatlatacak yorumlar yapmışlar.

Ezcümle; bu filmi izleyin ve izlerken, bu zekice yapılmış kara komedinin tatlı ruhuna kendinizi bırakın.