Quentin Tarantino’nun Inglourious Basterds günlüğü

Çünkü bazı filmler yıllar geçse de hatırlanmaya değer ve çünkü Tarantino gerçek bir delidir.

Yıllar deyince siz de önce bir düşündünüz değil mi? Sanki Inglourious Basterds çok da eski bir film değilmiş gibi. Üstünden taş çatlasa birkaç sene geçmiştir gibi. Şahsen bende durum öyleydi ama Tarantino’nun en iyilerinden olan bu film, yıllar kelimesinin sonundaki -lar ekini sonuna kadar hak ediyor, artık günümüzden çift haneli uzaklıkta, tam 10 yaşında.

Gerçi 2030’un şu an bize 2000’den daha yakın olduğunu, hatta 2040’a uzaklığımızla 2000’e uzaklığımızın birkaç ay içinde aynı olacağını düşününce… Birden yaşlandık, neden böyle oldu? Neyse.

Tarantino’nun tarihi gerçeklerle oynamayı ve alternatif gerçeklikler yaratmayı sevdiğini biliyoruz, en son örneğini geçen haftalarda Once Upon a Time in Hollywood ile gördük ama şu anki Tarantino gündemimiz o film değil. Inglourious Basterds da yönetmenin bu huyundan nasibini almış bir II. Dünya Savaşı dönemi alternatifi. Filmin yazım sürecini en başından itibaren takip etmeye kalkınca da karşımıza kafası son derece karışık ve bu süreçte, dehasını türlü yollarla kanıtlayan bir Tarantino çıkıyor. Dolayısıyla önce 1997’ye, Jackie Brown sonrası döneme dönmemiz gerekiyor.

Quentin Tarantino, Jackie Brown’ın ardından her ne kadar arada iki Kill Bill filmi, Death Proof ve pek bilinmemesine karşın iki CSI bölümü yaptıysa da (kimilerinin bütün kariyeri bu kadar, maşallah) Basterds’ın senaryosunu yazmaya başlıyor. O dönemi şöyle anlatıyor, “O dönem Kill Bill’i bir kenara kaldırdım ve Inglourious Basterds’ı yazmaya başladım ama bu sonu gelmeyen bir sürece dönüştü. İnsanlar tıkandığım için yazamadığımı düşündüler ama durum tar tersiydi; yazmadan duramıyordum, elimde 100 sayfalık bir senaryo olmuştu ve ufukta bir son belirmiyordu.”

Tarantino’nun, yazma eyleminin kendisini nasıl algıladığını dinleyince ve ortaya çıkan filmi de düşününce, sonu gelmeyen süreç daha iyi anlaşılıyor: “Aslında senaryoyu yazan karakterlerdir. A karakteri bir şey söyler, B karakteri bir şey söyler ve ardından C karakteri öyle bir şey söyler ki, bu benim de ilk defa duyduğum bir şeydir. Artık ben de sahnedeki karakterler de buna göre hareket etmeliyiz.” Dolayısıyla anlıyoruz ki Tarantino bazen sahnelerin -karakterler sayesinde- organik bir şekilde gelişmesine ve kendini oluşturmasına izin veriyor. Organiklik hissi, karakterler ve uzayan diyaloglar deyince, muhtemelen hepimizin aklına filmin aynı sahnesi geliyor: Bodrumdaki bar sahnesi ya da özel adıyla, La Louisiane.

Bize “Ne zaman anlayacaklar? Anladılar mı? BİR ŞEY YAPTI! Galiba şimdi anladılar… YİNE BİR ŞEY YAPTI!” dedirte dedirte soğuk terler döktüren, gerilimi doruklardan hiç indirmeyen 25 sayfa kesintisiz diyalog içeren (bu hiçbir şekilde normal değil) bir sahne. Tarantino, zaten ilk dakikadan gerilmemizin normal olduğunu söylüyor. Sonuçta filmin o noktasına kadar izlediğimiz ana karakterlerin yer almadığı ama buna karşın dakikalarca süren bir sahne izliyoruz. Belli ki bir şeyler olacak. Belli ki strese girmemiz isteniyor. “Niyetim hiçbir zaman sahnenin bu kadar uzun sürmesi değildi. Yazmaya başladım, yazdım, yazmaya devam ettim, kimliklerinin her an açığa çıkabileceğini hep aklımda tuttum ama onlar başka bir şeyler yaptılar ve bir şekilde sürekli sıyrılmayı başardılar. Yeniden ve yeniden üstünden geçtikçe sahneyi sevdim; ne kadar uzun olursa o kadar gergin oluyordu.” Sahnenin hangi noktada yön değiştirdiğini hatırlıyorsunuz değil mi? Ondan sonrası yokuş aşağı.

O meşhur an

Organik gelişim, Tarantino’nun her zaman tercih ettiği bir durum. Hatta bazen öyle boyutlara varabiliyor ki, filmin sonlarını yazıyor bile olsa, hangi karakterin günün sonunda sağ çıkacağı aklında net olmayabiliyor. Filmde en çok gördüğümüz karakteri düşünelim. Aldo Raine, değil mi? Durum onun için de farklı değilmiş, Aldo’yu bu kadar fazla göremeyebilirmişiz. Ne olur ne olmaz diye filmin sonunu söyleyelim ama şunu bilseniz yeter: Son sahnede Aldo’nun da payı var. Quentin Tarantino’nun kullandığı bir yapı, filmleri tıpkı romanlar gibi bölümlere bölmek ve Inglourious Basterds da beş bölümden oluşuyor. “Aldo’nun sonu görüp göremeyeceğinden emin değildim. Aslında onun dördüncü bölümün sonlarına doğru öleceğini düşünüyordum, hatta nasıl öleceğini bile bulmuştum ama o ölmedi ve hatta ölmeyeceğini düşündüğüm karakterler öldüler.” Anlayacağınız kağıtla karşı karşıyayken, Tarantino için işler onun tahmin ettiğinden de karışık olabiliyor.

Biraz konuyu bölmek gibi olacak ama bir ilginç bilgi de Tarantino’nun dört Oscar adaylığı hakkında. İkisi senaryo ikisi yönetmenlik dalında ve onu heykelcikle buluşturanlar, yalnızca senaryo adaylıkları. Ödül kavramının geçerliliğini saatlerce tartışabiliriz ama bunca yıla rağmen Akademi’nin gözünde hala ödüllü bir yönetmen olamaması bize ilginç geldi. Bu yılın olası adaylarına bakınca da işi zor görünüyor, sayalım bakın: Pedro Almodóvar, Noah Baumbach, Martin Scorsese, Taika Waititi… Bu da meraklısına böyle bir bilgidir. Filme dönüyoruz.

Tarantino’nun senaryo yazımıyla olan ilişkisi, özetle yolculuğun kendisinden zevk almaktan ibaret. Söz yine onda: “Gerçek oyuncular sonuç odaklı değillerdir. Gerçek senaristler de öyle. Oyuncu da senarist de yaptığı şeyin en iyi halini ortaya koymak ister. Bu, yolculuğun kendisidir. Yolculuk her şeydir ve yolculuk, ortaya çıkan sonucu ulaşmaya değer kılar.”

Bir diğer “o meşhur an”

Tabii filmden bahsedip, Tarantino’nun “Aklımdakini bu kadar iyi okuyan, yorumlayan ve canlandıran çok az aktör tanıdım” diyerek anlattığı Christoph Waltz’i (namıdiğer Hans Landa’yı) ve filmin açılış sahnesini hatırlamadan olmaz. Yazıyı kapatırken, vakti olanlara Dadanizm’den dev hizmet; 14 dakikalık tam metinli, altyazılı o sahne: