
Sibel filminin yönetmen ve oyuncularıyla buluştuk
Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nin açılış töreninde, KAV Yılın Yönetmeni ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan, teşekkür konuşmasında “Film festivalleri izleyiciyi ters köşeye yatırır” demişti. “Ne kadar doğru” diye düşünmemin üzerinden 24 saat bile geçmeden, Ayvalık’taki bu taze festivalde beni ters köşeye yatıracak filmle karşılaştım: Sibel.
Adana Film Festivali’nde ve Ulusal Yarışma’da ödülleri toplamasından anlamıştım ne kadar iyi olduğunu ama bu kadar etkileneceğimi beklemiyordum açıkçası. Görece “mutlu” sonla bitmesine rağmen boğazım düğümlendi, bittikten sonra birkaç dakika boyunca kimseyle konuşamadım.
Film, adını aldığı, Sibel adlı genç bir kadının hikayesini anlatıyor. Giresun’daki Kuşköy’de yaşıyor Sibel. Islık dilinin konuşulduğu (evet, gerçekten var böyle bir dil, belki biliyorsunuzdur zaten) dünya üzerindeki birkaç yerden biri burası. Sibel, konuşma engelli olduğu için sadece ıslık diliyle anlaşabiliyor çevresindekilerle. Bu engelinden ötürü “eksik” görüldüğü için ailesindekiler de çevresindekiler de onu toplumsal baskılardan muaf tutmuş bir nevi: Gün içinde istediği yere, istediği gibi giyinerek gidebiliyor, silah taşıyor; yani kısacası, köyün erkeklerinden farksız yaşıyor.
Bir gün ormanda biriyle karşılaşıyor ve sonrasında toplumsal kurallarla sert bir çarpışması oluyor Sibel’in. Her an bir trajediye bağlayabilir diye düşünerek izledim filmi. Babası çekip vurabilirdi Sibel’i. Ya da köylüler… Bu topraklarda trajediye alışmışız çünkü. Oysa başka hikayeler de olabileceğini gösteriyor filmin yönetmenleri Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti. Bir mağduriyet yaratmıyor Sibel’in hikayesinden ve genç bir kadının kimliğini kutluyor. Ve Damla Sönmez başta olmak üzere, filmin tüm oyuncularının gösterdiği sağlam performanslar da bu hikayeyi iyice güçlendiriyor.
Bundan sonrasını anlatmayı filmin yönetmenlerinden Çağla Zencirci’ye (Guillaume Giovanetti, filmin bir başka gösterimi için yurt dışındaydı) ve oyuncuları Damla Sönmez ile Elit İşcan’a bırakıyoruz. Onların da Ayvalık’ta olmasını fırsat bildik ve sabah sabah üçüne de sağlam dadandık!
Röportaj: Seden Mestan
Fotoğraflar: Mete Can Eriş
İlk söz, filmin yönetmenlerinden Çağla Zencirci’nin:
“Karadeniz’deki kadınlar o kadar muhteşem ki Karadeniz’de başka ne hikayesi anlatılır, açıkçası bilmiyoruz.”
Nasıl keşfettiniz Kuşköy’ü? Ve orada geçen bir hikaye anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Başlangıçta niyetimiz hakikaten kuş dilinin olup olmadığını ve ne kadar kullanıldığını görebilmekti. Kuşköy’e ilk gidişimiz bu nedenle. Her ne kadar cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla dili kullananların sayısı azalmış olsa da hâlâ konuşulduğunu fark ettik. İki-üç gün kaldık köyde ve oradan turist olarak ayrıldık. Bizim yönetmen olduğumuzu ve köyle ilgili bir film yazmayı düşündüğümüzü bilmiyorlardı. Zaten açıkçası o esnada biz de bilmiyorduk. Oraya yönetmen sıfatıyla gitmemiştik.
Guillaume’la çektiğimiz filmler genellikle dil üzerine oluyor. Diliyle ilgilendiğimiz yerlere gidiyoruz. Bir de tabii yemeği güzelse gidiyoruz 🙂 Kuşköy’de ikisi de var. Orada kaldığımız süre boyunca, bazen etrafta yürürken, bazen de köyün kahvesinde otururken, her 10 dakikada bir başlı başına film olacak sahneler gördük, yaşadık.
Bir gün yine kahvedeyken 25 yaşlarında bir kadın geçti önümüzden. Etrafındakilerle ıslık çalarak anlaşıyor, bir şeyler söylüyordu. Ama ıslıktan başka bir şekilde de cevap vermiyordu. Orada onu görünce fikir hemen kafamızda oluştu zaten.
Peki bir kadın hikayesi anlatamaya da o anda mı karar verdiniz?
Karadeniz’deki kadınlar o kadar muhteşem ki Karadeniz’de başka ne hikayesi anlatılır, açıkçası bilmiyoruz. Damla’yla oraya ilk gittiğimizde, etrafta dolaşmaya çıkmıştık. İki kadınla karşılaştık, sırtlarında yüklü küfelerle ilerliyorlardı. Bir çeşmenin yanında oturuyorduk, yanımıza geldiler. Damla’yı tanıdılar hemen. Muhabbete başladık.
Küfelerini yere bırakmışlardı. “Bir tanesini alsana sırtına, bakalım nasıl olacak” dedim Damla’ya. O kadar ağırdı ki, yüklendi ama kaldıramadı. Dur ben yaparım diye atıldım; ben de kaldıramadım. Sırtlarında bu küfelerle, daracık patikalardan koştura koştura yanımıza geldikleri için ihtimal verememiştik bu kadar ağır olabileceğini yüklerinin.
Gerçekten 45 derecelik yokuşlarda, ayaklarında lastik ayakkabılarla gün boyu koşturuyorlar. Sadece dışarıda değil, evin içinde de genel olarak yönetim kadınların elinde. Bu kadar güçlüyken varlıkları, Karadeniz’de kadın filmi yapılır dedik biz de.
Aslında filmdeki erkek karakterler de “sıra dışı”. Ali de Damla’nın babası da Türk geleneklerine çok da uymayan karakterler. Baba arada uyacak gibi oluyor ama hemen kendi doğru bildiğine dönüveriyor. Ali zaten toptan her şeyi reddediyor. Bu hikayedeki erkek karakterleri nasıl kurguladınız peki?
Bu coğrafyada otoriter ve sert baba figürünün işlendiği filmler çoğunlukta. Bizim başka bir ilişkimiz daha var babalarımızla. Aralarından su sızmayan baba-kız ilişkileri de var. Ama bu bir şekilde daha az işleniyor.
Hem bu vardı aklımızda hem de bir yandan da şöyle bir şey istedik: Sibel’in aldığı kararlarda erkekler etkili olmasın. Öyle erkek karakterler yaratalım ki, Sibel’i gitmek istediği yöne doğru itsinler ve de karar verme aşamasına geldiği zaman da, kendi kararlarını alacak şekilde onu desteklesinler.
Böyle iki karakterimiz var. İkisi de Sibel’in kararlarında etkili değiller aslında. Sibel kendi kararlarını kendisi veriyor. Ama tabii burada baba figürü çok önemli. Babanın Sibel’i bir şekilde, diğer kadınlara uygulanan baskılardan uzak yetiştirmiş olması, Sibel’i zaten bir şekilde güçlü kılıyor. Öyle bir baba figürü bizim için önemliydi.
Ayrıca köyün gerçek muhtarından da çok esinlendik. Köyün muhtarının kızlarıyla kurduğu ilişki o kadar şefkat dolu, öylesine arkadaşça ki… Biz de onun üzerine kurduk filmdeki karakteri ve kızı Sibel’le olan ilişkisini.
Ali’nin hikayesi çok muğlak aslında. Onunla ilgili hiçbir şey anlatmayarak çok şey söylüyorsunuz bence…
Ali karakterinin zaten doğasında var o. Fazla bilgi verilmediği için herkes bir şeyler buluyor onda. Ve buna da seviniyoruz açıkçası. Adana’da gösterim sonrası yaptığımız soru cevapta da seyirci Ali üzerinden birbiriyle tartışmaya başladı. (Editör notu; Ayvalık’taki gösterim sonrasında da Ali karakteri üzerinden gelen bir soru üzerine izleyici arasında hararetli bir tartışma yaşanmıştı.)
Biri dedi ki bence bu, öbürü dedi ki ne alakası var, bence o. Ali, diğer karakterler kadar detaylı değil ama açıkçası bir şekilde tam da hedefini buluyor. Herkesin onun üzerine farklı etiketler yapıştırıyor olması, aslında karakterin doğru yerde durduğunu gösteriyor bize. Yabancıyı temsil ediyor. Bilinmiyor. O yüzden herkes bir şey diyor; şu olabilir, bu olabilir.
Aslında siz filmde ipuçlarını veriyorsunuz. Sibel’in televizyonda haberleri izlediği sahnede. Ali karakteri kime göre neye göre “terörist”. Ama devletin bir adamı, jandarma ona “terörist” diyorsa, bazı izleyici için başka söze gerek yok. Son sözü devlet söyler çünkü.
Ama şöyle de bir şey var, filmdeki köyde herkes silahlı. Silahsız olan tek kişi Ali.
Ve zorunlu askerliği reddediyor. O yüzden diyorum, oradan da apayrı bir hikaye çıkar aslında.
Öyle ancak bizim filmimizin konusu bu değil. Filmimiz Sibel’in değişimini anlatıyor, Ali değişimi tetikleyen bir kıvılcım sadece.
Kuşköy’dekilere de izlettiniz, değil mi filmi?
Evet, herkesten önce ilk onlara seyrettirdik.
Aslında biraz oraların geleneklerini, kurallarını eleştiren bir tarafı da var hikayenin. Onlar ne düşündüler?
Senaryoyu geliştirirken köyden ve köylülerle yaptığımız sohbetlerden esinlendik. Gördüğünüz her yer gerçek. Gerçek muhtarın evinde çektik filmi. Hatta, Sibel’in filmdeki odası, bizim oradayken kaldığımız oda.
Gün içinde de kadınlarla sık sık muhabbet ediyorduk. Bir keresinde sordum, “Kadınlar arası dayanışma eksik, değil mi” diye. Hemen hak verdiler. Sonra konu filmdekine benzer bir yerden açıldı. “Bazen yoldan çıkanları tutar kolundan geri getiririz, bırakmayız kendi istediklerini yapmaları için. ‘Aa öyle olmaz’ deriz kızarız, bunu filmde nasıl göstersek acaba” diye sordum. Özellikle bu konuda yaptığımız konuşmalar Sibel’in kadınlarla ilişkisini gösteren sahnelere esin kaynağı oldu. Çekimler sırasında da bizimle beraberlerdi, filmde oynadılar, bazı sahnelerde bize yardımcı oldular. Bu anlamda filmin yapımına aktif şekilde katıldılar.
Tabii burada bir kurmacadan bahsediyoruz, bir hikaye anlatıyoruz, bazı yerlerin altını çizmemiz gerek. O nedenle tabii ki film içerisinde bunu hissettirme ihtiyacı duyduk.
Ben de bunu düşündüm. Çok katmanlı bir hikaye anlatmışsınız. Kadın dayanışmasına da değiniyorsunuz, genç bir kadının kimliğini bulma mücadelesine de…
Evet, söylediklerinizin hepsi var ama bunların üzerine bir de şu var: Kadın filmlerinde esas olarak “Ataerkil toplumlarda kadınlar çok eziyet çekiyor” diye vurgulanır ama aslında sadece bundan ibaret kalmamalı: “Ataerkil toplumlarda erkekler de çok eziyet çekiyor.”
Ali’nin hikayesi de babanınki de bunu çok iyi gösteriyor zaten.
Baba aslında içgüdüsel olarak çok modern bir adam. Kızına davranışı çok farklı; sevgisi zaten ortada. Ama bir yandan bütün gücünü de kızından alıyor. O heybeti, o bütün kendine güveni kızından geliyor.
Ne zaman ki bu baba-kız ilişkisi bozulmaya başlıyor; ne zaman baba, kızının kendisine bazı şeyleri söylemediğini fark ediyor, gücünü kaybediyor. Bir anda zayıflıyor. Bir de üstüne toplum baskısı binince, en son bilinen konfigürasyona geri dönüyor. Ama bir zaman sonra da fark ediyor ki, bu şekilde gitmesi mümkün değil. Baba olarak kızının yanında durmak zorunda. Kızlarının yanında durmak zorunda.
Evet, bu detay çok güzeldi. Sibel karakteri, Giresun’da bir köyde yaşasa da aslında çok evrensel bir hikayeye sahip. Ben İstanbul’da doğup büyüdüm, çok farklı koşullarda yaşadım ama Sibel’in hikayesinde kendimden çok fazla şey buldum…
Amacımız da bu zaten. Bütün filmlerimiz öyle. Hep yerel bir konuyla yola çıkıyoruz ve bunu evrensel bir hikayeye nasıl dönüştürebiliriz diye düşünüyoruz. Sibel’de anlatılan konu Türkiye’ye has değil sadece. Köye has bir konu da değil. Kadın dayanışmasının eksikliği, kadının kadına yaptığı eziyet, ataerkil toplumun erkek üzerindeki etkileri… Bunlar tüm dünyaya yayılan meseleler.
Adını başkarakterinden alan bir film bu. Haliyle bu karakteri canlandıracak oyuncu da çok önemli. Damla’yla çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Daha önceki filmlerimizi hep birileriyle tanıştıktan sonra, onları düşünerek, onlar üzerinden yazmıştık. Onların bize anlattıkları hikayeleri dinledik. O hikayelerden yola çıkarak bir senaryo yazdık ve hikaye anlatanları filmimizde oynamaya ikna ettik.
İlk defa tamamen kurmaca bir hikaye, olmayan bir karakter üzerinde çalışmaya başladık. Bize bir yüz gerekti, hikayeyi etrafında tamamlamak için. Nedense daha ilk andan itibaren Damla Sönmez’in yüzü vardı aklımızda. Ama Damla’yı tanımıyorduk. Daha önce hiç karşılaşmamıştık. Bizi tanıştırmasını yapımcımız Marsel Kalvo’dan rica ettik.
Daha senaryo yokken Damla’yla görüşmek istedik. Çünkü öbür türlü, karakteri onun üzerinden kurgulayıp sonra da tanışıp anlaşamasaydık çok zor olurdu herkes için. Ya da belki de o projede yer almak istemeyebilirdi. Oyuncunun tamamen oyununu bozan bir proje bu. Hiç konuşmasına izin vermiyoruz bir kere. Hem ıslık çalarken yüzü deforme oluyor; böyle bir şeyi tercih etmeyebilir diye düşündük. O yüzden başlamadan tanışmamız lazımdı.
Senaryoyu henüz şekillendirmediğimiz için beş satırlık bir özetle gittik Damla’ya. Doğu Karadeniz’de bir köyde, sadece ıslık diliyle anlaşan bir kız var vesaire diye kabaca anlatan bir özet… Şöyle bir okudu ve hemen kabul etti. “Yalnız bir sorunumuz var” dedi, “ben hiç ıslık çalamıyorum. Ama söz öğreneceğim.” Ondan sonra da kendini ıslık dilini öğrenmeye adadı. Bazen sabaha karşı üçte Damla’dan bir video geliyordu, ıslık çalma denemelerinin olduğu… 🙂 Çok çok çalıştı.
Tahmin edebiliyorum. Yani ıslık çalmak nasıl öğrenilir ki? Tekniği nedir?
Damla da anlatacaktır, harika bir hocamız vardı, Orhan Civelek. Islık dili hocası. Islık dilini çocuklara öğretmeyi kendine misyon edinmiş. Onunla görüştük ve konuyu anlattık. Hemen kabul etti; Damla’yla çalışmaya başladılar. Çok uzun sürüyor ıslık çalmayı öğrenmek, öyle bir-iki üfleyince olan bir şey değil. Hem başka başka teknikleri var. Biri tek parmak çalıyor, öbürü iki parmak… Bazıları hiç parmak kullanmıyor. O tekniği oturtmak gerek.
Damla kendini o kadar adadı ki bu işe, şu anda Kuşköylüler gibi ıslık çalabiliyor. Bu tamamen onun motivasyonunun ve filmin içinde olmak istemesinin bir sonucu. Damla bunu tanıştığımız ilk andan beri gösterdi. Çok büyük bir oyuncu, ben hayranım kendisine.
Sahnelerin yüzde 95’inde o vardı. Dediğiniz gibi konuşmuyor, sadece gözleriyle de çok şey anlatabiliyor. Doğaçlamalar var mıydı Damla’nın sahnelerinde?
Normalde biz doğaçlamayı çok seviyoruz. Ama bu projede hem zaman kısıtlılığından hem bölge şartlarından doğaçlamaya çok fazla yer veremedik. Ama genel itibariyle oyuncularımızdan, senaryoyu birebir takip etmelerini beklemiyoruz. Oyuncunun da kendinden bir şeyler katmasını çok seviyoruz ama dediğim gibi, oyuncularla çekim öncesinde o kadar çok görüştük ve o kadar çok birlikte çalıştık ki sahneleri ve karakterleri birlikte geliştirdik, doğaçlamaları da aslında o anlarda yaptık. Sonrasında da çekimde hızlıca ilerleyebildik böylece.
Filmin en başında bir röntgen sahnesi vardı; ıslık diliyle konuşan birinin röntgenle ağız hareketlerini gösteriyordu. Böyle bir sahneye yer vermenizin amacı neydi?
1960’larda, Fransız Dil Kurumu’nun Kuşköy’de çektiği 16 milimetre 30 dakikalık bir belgesele ait o görüntü. İnternette de var aslında. Biz projenin geliştirme aşamasında hem Türklere hem de yabancılara kuş dilinin gerçekten var olduğunu anlatmak için hep o videoyu gösteriyorduk.
Ve filmin montajına başladığımızda düşündük; “Biz etrafımızdakilere hikayeyi anlatmaya hep bu sahneyi göstererek başladık, o zaman filme de bununla başlayalım. Hem seyirciye de bunun gerçek bir dil olduğunu göstermiş oluruz” dedik ve filme ekledik.
Islık dilini bilmeyen izleyicinin bunun kurmaca ya da Sibel’in kafadan attığı köylünün de ona ayak uydurmak için öğrendiği bir dil olduğunu düşünmesini istemedik. Hayır, bu gerçek bir dil; oradakiler bu dili konuşuyor ve anlıyorlar. Amacımız bunu göstermekti.
Bir de filmde Sibel’in ıslık diliyle konuştuğu her cümlenin, hece hece doğru olmasına dikkat ettiniz sanırım.
Bütün diyaloglar kuş dili öğretmenimiz tarafından kuş diline çevrildi. Sonra da Damla o diyalogları çalıştı. Filmdeki tüm diyaloglar gerçek. Daha sonra hocamıza kontrol ettirdik, doğru olmuş mu diye. Çekim sırasında ses düzeyi istediğimiz seviyede olmayan ıslıkların da Damla daha sonradan dublajını yaptı.
Guillaume Giovanetti şu an başka bir festivalde olduğu için Ayvalık’ta değil. Ama aslında tüm süreçleri birlikte ikili olarak üstleniyorsunuz. İki kişi bir film yaratmanın zorlukları ya da avantajları nedir?
İnsanlar bunu nasıl başardığımıza şaşırıyorlar hep. Özellikle de diğer yönetmen arkadaşlarımız. Aslında biz beraber film yapmaya başladık, bu işi beraber öğrendik. Guillaume olmasaydı film yapabileceğimi zannetmiyorum. Aynı şeyi o da söylüyor. Birlikte öğrendiğimiz için birbirimizi tamamlar hale geldik.
Senaryo yazarken de öyle. Mesela Guillaume’un aklına kuş dili geliyor. Sonra önümüzden bir kız geçiyor. Ben sinopsisi yazıyorum. Guillaume tretmanı hazırlıyor. Böyle böyle, pinpon oynar gibi ilerliyoruz.
Çekimler sırasındaki iş bölümümüz de hep çok net oldu. Biri oyuncularla çalışıyor, diğeri teknik ekiple ilgileniyor. Ama tabii bu ülkeden ülkeye değişiyor. Mesela Pakistan’da ben oyuncularla çalışıyordum ama Japonya’da bunun tam tersi olmak zorundaydı. Başrollerimiz, oyuncularımız hep erkekti ve bir erkek enerjisi istediler yanlarında. O yüzden ben de teknik ekibin yanına geçtim. Sibel’de de ben yine oyuncularla birlikteydim.
Birlikte film yapmanın avantajı, bu işin belli bir mesaisinin olmaması, 24 saat sürebilmesi. Gel toplantı yapalım, film konuşalım gibi planlamalara ihtiyacımız yok. Günün veya gecenin herhangi bir saatinde şöyle bir fikrim var diyebiliyoruz birbirimize. Tabii bu bir dezavantaj oluyor bazen 🙂
Evet, tahmin edebiliyorum.
Ama şöyle de bir şey var; yönetmenlik çok zor bir iş. Sürekli olarak hem fiziksel hem de zihinsel olarak sizi zorlayan, limitlerinizi aştıran bir hali var. Ve bir şekilde biri düştüğünde öbürünün onu kaldırıyor olması, hızlı ilerlemeyi sağlıyor.
Sibel henüz vizyona girmedi, festivallerde gösteriliyor. O yüzden bunu sormak için henüz erken ama kesinleşen başka projeler var mı yakın gelecek için?
Tabii. Biz zaten, bir sürü projeyi aynı anda yürütmeye çalışıyoruz; çünkü bu işler böyle yürüyor. Mesela bir projenin finansmanı en az iki sene sürüyor. Eğer beklerseniz, bir filmi çekmek dört, beş ve hatta yedi seneye kadar uzayabilir. Onun için aynı anda birkaç projeyi birden sürdürmelisiniz.
Türkiye’yle ilgili bir projemiz daha var. Bu seferki şehirde geçen bir film. Yine kadın karakter var merkezinde ve öncelik vermek istediğimiz proje de bu.
Başka bir projemiz de Güney Kore’de. Güney Kore, Türkiye’yle çok büyük benzerliklere sahip. 80’lerden sonra çok hızlı bir şekilde endüstrileşmiş ama toplum bu gelişimi yakalamakta güçlükler çekiyor. Ayrıca zorunlu askerlik burada da var. Bir de mesela komşuya tabağını boş göndermeme, “Ağzından yel alsın tü tü tü” demek gibi alışkanlıklar onlarda da mevcut. O yüzden orada çekilen filmin burada da anlam kazanacağını, yine evrensel olabileceğini düşünüyoruz.
İkisini de çok merak ettik! Bol şans şimdiden 🙂
Damla Sönmez & Elit İşcan
“Sibel’in bir parçası herkesin içinde.” – Damla Sönmez
“Ben aslında Sibel ile Fatma’nın deneyimlerinin, hislerinin çok farklı olmadığını düşündüm en başından beri. Sibel köy halkı tarafından dışlanıyor, Fatma da aile içinde.” — Elit İşcan

Elit İşcan & Damla Sönmez
“Damla’ya rolü teklif ettiğimizde elimizde henüz senaryo yoktu, beş satırlık bir özetle çıktık karşısına” dedi Çağla Hanım röportajımızda. O beş satırda neler yazıyordu ki seni bu role bağladı?
Damla: Öncelikle Kuşköy’den ve orada ıslık diliyle konuşulduğundan bahsettiler. Sonra da karakteri anlatmaya başladılar. Daha ilk andan, Sibel karakterini çok iyi tanıyormuşum gibi hissettim. Genelde bilinmeyenden korkulur, o korku da nefreti, ötekileştirmeyi de beraberinden getirir. Sibel karakterinden bahsettiklerinde de bunu hissettim; iletişim bariyerleri yüzünden eksik görülen bir karakter bu. Kimsenin yanına yaklaşmak istemediği, lanetli sayılan…
Aslında Sibel bir karakter değil, hepimizin içindeki bir parça gibi geliyor bana. Çünkü pek çok farklı konuda Sibel gibi hissedebiliyoruz. Bazılarımız isyan etmeye cesaret edebiliyor; bazılarımız da edemiyor. Şuramda bir yerde gibi geldi Sibel bana (kalbini işaret ediyor). O yüzden senaryoyu beklemeye başladım. O da ipuçlarından tahmin ettiğim gibi, çok iyi yazılmıştı.
Islık dili konusuna girmeden olmaz: Nasıl bir dildir bu? Ve daha da ilginci, nasıl öğrenilir? Bir enstrüman ya da dil öğrenmeye benzemese gerek…
Damla: Dünyada pek çok yerde var aslında ıslık dili ama Kuşköy’deki çok farklı. Sadece komutlar üzerine kurulu bir dil değil. “Gel”, “git”, “söyle”, “koş”, “et” gibi anlık ifadelerden oluşmuyor sadece. Her heceye denk gelebilecek bir ses var bu dilde. Karşılıklı olarak diyalog kurmaya müsait. Üzerine çok fazla belgesel çekilmiş. Yıllar içerisinde dünya çapında pek çok filmci buraya gelmiş. O yüzden köy halkı çok alışıktı yanlarında kamera olmasına. Hatta bizi de belgesel çekmek için oradayız sandılar. Biz günlerce prova ve hazırlık yaptığımız için anlamadılar ilk anda, “Siz de bir türlü çekemediniz bu filmi” der gibi bakmaya başladılar 🙂
Köy halkı çekim süresince çok yardımcı oldu bize. Çağla ve Guillaume da herhangi bir yerde gösterim yapmadan önce filmi ilk oradakilere izletti, yorumlarını almak için. Köy okulunun bahçesinde bir perde kurup özel gösterim yaptılar. Gelen tepkiler de çok iyiymiş. Biz orada değildik maalesef.
Ama hâlâ iletişim halindeyiz orada edindiğimiz dostlarımızla. Instagram’dan yazışıyoruz bazen. “Ne zaman geliyorsunuz” diye soruyorlar. Annemler bir Karadeniz turu yaptı, oraya da uğradılar. Fidan diye bir arkadaşımız var köyden. “Annenlerle fındık yollayayım mı” diye mesaj attı geçen gün. Bağlarımız kopmadı orasıyla anlayacağınız.
Peki sen nasıl dahil oldun filme Elit?
Elit: Bana önce senaryo geldi, sonra da Çağla ve Guillaume’la tanıştım. Beraber bir film yaratmaları ilgimi çekti ilk başta. Ben de tam o sıralarda, erkek arkadaşımla çektiğimiz bir belgeseli tamamlamak üzereydim.
Senaryoyu da çok sevmiştim; hem ortaya çıkış hikayesi de çok güzeldi. Çağla ve Guillaume’un diğer filmlerinde de çektikleri yerde uzun süre yaşamaları, hikayelerinin karakterlerini tanımaları, onların gerçek hayatlarını kurgusal bir hikayeye dönüştürmeleri çok hoşuma gitmişti. Çağla ve Guillaume’u da yakından tanıyınca, ne olursa olsun bir şekilde bu projenin parçası olmak istediğini söyledin onlara. Sibel’in kardeşi Fatma olarak dahil oldum projeye.. İyi ki de olmuşum!
Orada yaşadığımız deneyim çok farklıydı gerçekten. Karadeniz’in doğası her yerden çok farklı. Kendine ait bir kişiliği var.
Damla: Evet, bir karakteri var ve yaşıyor. Sizinle iyi anlaşmasını bekleyemezsiniz. Siz ona uyum sağlamak zorundasınız.
Elit: Her gün kadınlar, yolları açmak için otları toplayıp çalıları, dalları kesmek zorunda kalıyordu. Doğa gücünü gerçekten hissettiriyor. Sanki bir şey yapmazlarsa o yeşillikler tüm etrafı saracak, biz de içinde kaybolup gidecekmişiz gibi.
Peki ne kadar sürdü çekimler?
Damla: Beş hafta…
Aslında kısa bir süre film çekmek için ama diğer taraftan ekiptekiler için de zorlayıcı olmalı.
Damla: Evet, beş hafta çok kısa bir süre. Keşke daha fazla vaktimiz olsaydı. Bu kadar az vakitte böyle iyi bir iş çıkarmamız, biraz da ekiptekilerin motivasyonu ve inancı sayesinde oldu. Çok zor şartlarda çalıştık ama herkes “ekipçe bunu başaracağız” diye inanarak yaptığı için işini, sonuç da tatmin ediciydi.
Bazı çekimler için gece üç, üç buçuk gibi kahvaltı edip yola çıkmamız gerekti. İlk bir-iki hafta boyunca da 1500-2000 metreye çıkıp indik her gün.
Elit: Herkes gerçekten üzerine düşenden fazlasını yaptı çekim boyunca. Çok cesaretlendiriciydi bunun bir parçası olmak.
Sibel rolü ıslık dili haricinde de zor bir rol. Sahnelerin yüzde doksan beşinde sen varsın. Güçlük çektiğin yerler oldu mu? Rolüne başka nasıl hazırlandın?
Damla: Çok fazla prova yaptık. Çekimler Ağustos’taydı ama biz Haziran’da başladık köye gidip gelmeye. Yerleri gezdik, civarı tanıdık.
Açıkçası ben kendimi biraz şanslı hissediyorum. Genelde oyuncular senaryoya ve nasıl anlatılacağına çok fazla dahil olmaz. Bizse bütün sahneleri tartışıyorduk. Çağla da Guillaume da tüm fikirlere çok açıktılar. Zaman zaman ben ikna ettim onları, bazen de onlar beni… Sahnelerin yerlerine bakmaya bile birlikte gittik. Evet, onlar zamanla azaltmışlardı yer alternatiflerini ama son yerleri toplu olarak gittik gördük. Hangi sahneyi nerede, nasıl çekeriz diye bir arada düşündük. Tartışa tartışa ilerledik.
Bir taraftan askerlik eğitimi gibi bir hazırlıktan geçtim. Ormanda kazıkla koşa koşa yılan öldürdüğüm sahne, Ali’yle kavga edişimiz, tüfekle ateş etme… Tüm bunlar için defalarca çalışmam ve hazırlanmam gerekti.
Evet, tüfeği düşünmemiştim; onun için de bir eğitim aldın değil mi?
Damla: Tabii. Hayatımda daha önce hiç bu kadar fiziksel olarak çalışmamıştım. Her gün egzersiz yapıp çalışmam gerekiyordu. Aksi takdirde kaldıramayacağımı biliyordum.
Mesleğin bu kısmını çok seviyorum. Size yapabileceğinizi ihtimal vermediğiniz şeyleri yaptırabiliyor. Kendinize ait bambaşka güçlerinizi keşfediyorsunuz. “Hmm bunu yapabilirmişim demek” diyerek kendi kendinize şaşırıyorsunuz.
Mesela çekimlerin ilk günlerinde -bu sadece benim için değil, tüm ekip için geçerli- çalı çırpıya takılmayalım diye dikkatli dikkatli yürürken sonra bir baktık, hepimiz ormana alışmışız, bir parçası oluvermişiz.
Elit: Aslında tüm köyün bir parçası olduk sonunda.
Damla: Evet, kesinlikle.
Elit: İkimiz de köyün çok farklı taraflarını yaşayarak oranın bir parçası haline geldik. Damla sürekli ormandaydı. Bense köyde, merkezde; köy halkıyla birlikteydim gün boyu. Onlarla konuşup sohbet ediyordum.
Damla: Ben biraz daha soyutlaşmış durumdaydım ama Elit köyün genç kızlarıyla düğünlere, kına gecelerine gitti 🙂
İki yönetmenle çalışmak nasıldı sizce peki?
Damla: Ben Deniz Seviyesi’nde de iki yönetmenle çalışmıştım. İki yönetmenle çalışma durumuna alışkın sayılırım aslında. Çağla ile Guillaume da 15 yıldır birlikte çalışıyorlar. Bu 10. filmleri, üçüncü uzun metrajlarıydı. Ve o kadar iyi tamamlıyorlar ki birbirlerini… Gerçekten ne istediklerini çok iyi biliyorlar ve karşılıklı olarak anlıyorlar akıllarından geçenleri. Bir dil birliği yaratıyorlar. Bu da hikayeyi nasıl anlattıklarına da yansıyor elbette. Çok keyifliydi gerçekten.
Elit: İki farklı insan gibi değillerdi zaten. Gerçekten tek bir kafa, tek bir vücut gibiydiler.
Damla: Evet, bir oluşum gibiydiler! 🙂 İkisi de kendi taraflarını, kendilerine düşen işleri çok iyi biliyorlar ve iş bölümü yaparak, iki kişilik bir kolektif gibi ilerliyorlar.
İkiniz de tezat karakterler canlandırıyorsunuz? Nasıl özdeşleştiniz karakterlerinizle? Özellikle Elit, Fatma tahmin ettiğim kadarıyla, sana hiç benzemeyen bir karakter. Kafasının içindekileri nasıl anladın ve benimsedin?
Elit: Köyden genç bir kadınla arkadaş oldum. Adı Fidan. Oradayken en çok onunla vakit geçiriyordum zaten. Boş zamanlarımızda yürüyüşe çıkıyorduk, sohbet ediyorduk. Hâlâ da konuşuyoruz.
Damla: Başta anlattığım, “Sana fındık yollayayım mı” diyen, Fidan 🙂
Bornova Bornova’yı çekerken de benzer bir şekilde ilerlemiştik. İnan (Temelkuran) beni bir hafta erken götürüp kafelere bırakmıştı; “Git, gençleri izle” diye. Bir yerden sonra gözlemlerinizle birlikte detaylardaki farklılıkları anlamaya başlıyorsunuz. Bornova Bornova’ya hazırlanırken konuşma ritimlerimizin şehirden şehre ne kadar değiştiğini fark etmiştim. İstanbul’da mesela “Damla koş, koş, koş” diye hızlı hızlı bağırırken İzmir’de bu “Damla kooooş, kooooş, kooooş” haline geliyor, ritmi yavaşlıyor. Bir de bulaşıcı bir şey bu; etraftakiler nasıl davranıyorsa siz de onu benimsiyorsunuz bir yerden sonra.
İkiniz çok tezat karakterler canlandırıyorsunuz. Ama bu iki karakter de belirli bir noktada, bir kırılma yaşıyor. Mesela Fatma başlangıçta, topluma dair eleştirdiğimiz her şeyin bir tür sembolü gibi davranıyordu ama sonrasında çok farklı bir yönde ilerlemeye başladı. Sibel’i çoğu zaman anlasak da Fatma’yla özdeşleşmek daha güç. Sen role hazırlanırken, Fatma’nın kafasındakileri nasıl benimsedin? Neler hissettiğiyle ne şekilde empati kurdun?
Elit: Ben aslında Sibel ile Fatma’nın deneyimlerinin, hislerinin çok farklı olmadığını düşündüm en başından beri. Sibel köy halkı tarafından dışlanıyor, Fatma da aile içinde. Ailesine karşı sevgisi karşılık bulamıyor. Onun eksikliği veya kıskançlığıyla öyle davranıyor diye düşünüyorum.
Damla: Kendi evinin Sibel’i o da. “Sibel’in bir parçası herkesin içinde” diyerek kastettiğim de o zaten. Konu veya durum farklı olabilir ama hepimizde öyle bir taraf var.
Elit: Evet, Fatma da Sibel’den çok farklı değil. Başka bir yerden gelen bir yalnızlığı var onun da. Zaten bence sonunda da onu fark ediyor ikisi de. Aslında ne kadar benzediklerini, aynı şeye maruz kaldıklarını…
Damla: Sibel kendi gücünü bulup Fatma’ya şefkat gösterdiğinde, Fatma zaten teslim oluyor. Sibel’in dönüşümü Fatma’yı da etkiliyor.
Bunu Çağla Hanım’a da sormuştum, sizin cevabınızı da merak ediyorum. Çok katmanlı bir hikaye anlatılıyor filmde. Semboller üzerinden pek çok konuya değiniliyor. Kadın dayanışması da var, genç bir kadının kendi kimliğini bulma çabası da. Sizce esas olarak anlatılan nedir?
Damla: “Farklı olandan korkmamanız gerek.” Filmle ilgili benim ilk aklıma gelen mesaj bu. Korku merakın önüne geçtiği zaman anlaşmazlıkları, nefreti ve ötekileştirmeyi de beraberinde getiriyor.
Farklılıklarımızla bir arada olmak, bizde olmayan şeyin bir başkasında olması bizi mutlu edeceğine, tehdit altındaymış gibi hissettiriyor. Güzel olabilecek şeyleri de ortadan kaldırıyor. Köy halkının Sibel’i, farklı şekilde iletişim kurduğu için dışlaması; Ali’nin dışarıdan geldiği ve ne yaptığı anlaşılamadığı için hemen yaftalanması… Tam da bunun örnekleri. Sibel kendi kendine o gücü verdiği zaman, “Ben ayrı bir parçası değilim bu köyün” dediği zaman içinde bulunduğu topluluk da onu kabul etmeye başlıyor.
Ayrıca filmde sadece erkeğin kadına, toplumun kadına yaptıkları değil; baba karakteri üzerinden erkeğin maruz kaldığı baskı da anlatılıyor. Her bir bireyi kendi olarak, kendi özellikleriyle kabul etmek üzerine bence bu film. Ama sadece bununla anlatmak da eksik bırakır hikayeyi. Tek bir konu yok çünkü bu filmde. Hayatın kendisi gibi…
Peki sizin günlük hayatınızda en çok hangi anlarda buna benzer hisler içerisinde buluyorsunuz kendinizi?
Elit: Tabii, toplum baskısı, toplumsal cinsiyetin dayatmaları hepimizin hayatında var. Her ne kadar modern diyebileceğimiz, bu konuda bizi serbest davranan çevrelerden gelsek de hepimize belirli roller yükleniyor.
Damla: En üzücüsü, daha hiç bilmeden, tepki almadan, otosansür uygular gibi kendi kendimizi dışladığımız anlar. Olduğumuz, olmak istediğimiz gibi davranamadığımız… İnsan bunları düşününce bir sonraki adımda aşabiliyor aslında, ama o duygu bir şekilde bir yerden çıkıp sizi yine engelleyebiliyor.
Elit: Güçlenen faşizm var öte yandan. Dünyanın her yerinde bu böyle. “Ötekiden korkmak” benimsenmiş bir şey artık. Yaratılmış bir hal, bir korku.
Damla: Teknolojinin ilerlemesi, iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla bir gün hepimiz bir araya gelebilirsek çok güzel olur hakikaten. Bence engellenmeye çalışılan da o buluşma. O eller bir araya gelmesin isteniyor sanki. O eller bir araya gelirse muhteşem şeyler yaratılabilir çünkü.
İkiniz de genç yaşta çok özel işlerde yer almış oyuncularsınız. Damla hatta senin büyük festivallerden ödüllerin de var. Normalde Türkiye’de böyle bir kariyer çok zordur. Siz kariyerinizin yönünü nasıl çizdiniz de bunları başardınız? Projeleri neye göre değerlendiriyorsunuz?
Damla: İki ayrı his yaşıyorum bir projeyi okurken. Tüylerim diken diken oluyor ve çok korkuyorum o okuduğum şeyden. O zaman anlıyorum ki o projede anlamam ve anlatmam gereken bir şey var gerçekten. Senaryoları okurken de etkileyen bir yer, bir detay varsa sesini duymaya başlıyorum. Bazısı görmeye başlar okurken, o sahneyi gözünde canlandırır. Bana da sesi geliyor. O ses geldiği zaman kesin karar veriyorum; yapmak istediğim bir işle karşı karşıyayım.
Bir de hakikaten çok az böyle hikaye var. Kadın hikayesi hele hiç yok. Şanslı hissediyorum kendimi o yüzden. Umarım böyle devam eder.
Elit: Benim için de insanlarla kurduğum ilişki çok önemli. Çağla ve Guillaume’la 10-15 dakikalık bir öngörüşme yapmıştık sadece, ama bir şekilde onların etrafında olmak istedim. Maceranın peşindelerdi çünkü. İnanılmaz özverililer ve ben de onlarla olmaya karar verdim.
Damla: Senin de anlatmak istediğin bir hikayeye dönüşüyor aslında okuduğun şeyler. O zaman “Hah” diyorsun, “Ben de bunu anlatmak istiyorum.”
Dizi projeleriniz de var. Ama sanki ikiniz için de sinema daha öncelikli gibi. Bir ayrım yapıyor musunuz, yoksa gelen rollere göre mi değerlendiriyorsunuz?
Damla: Ben hepsinde olmayı çok seviyorum. Hepsi benim işim ama çalışma şartları düşünüldüğü zaman dizi çok farklı. Eline bir oyuncak veriyorlar ama o oyuncakla oynayabilmen için yeterli zamanı tanımıyorlar sana. Oyuncağını alıyorlar elinden ve başka bir şey tutuşturuyorlar gibi.
Sinema daha derli toplu, başı sonu belli. Nereye hareket edebileceğini, manevra alanını biliyorsun. O yüzden daha keyif verici olabiliyor.
Elit: Bir de televizyonda kadınlar için yazılan karakterler genelde hep belirli tiplerde oluyor. Alışılmışın dışına çıkmıyor. Bu da heyecanı kaçırabiliyor bazen.
Damla: Evet. Ya da siz bir karakteri oturtmaya çalışıyorsunuz, çabalıyorsunuz ama sosyal medya mesajlarıyla bile dizideki karakteriniz kafanızda kurguladığınızdan çok farklı bir yere gidebiliyor, değiştirilebiliyor.
Yine eğlenceli. Bir oyunun parçasıyız neticede biz ama yaratmanın içinde tasarlamak da vardır ya; o tasarlama şansınız da elinizden alınıyor bu durumda.
Doğru… Çok farklı dinamikler söz konusu. Peki yakında ne projeler var önünüzde?
Damla: Sonia Nassery Cole ile Afgan-Amerikan yapımı bir film çektik. I Am You adı. O kurguda şu anda, onu bekliyoruz. Oyun olacak yine, 2019 başından itibaren.
Sibel’in zaten yolculuğu devam ediyor. Aralık’a kadar festivallerde olacağız. Chicago, Tokyo ve oradan da Avusturalya var rotada. Gezeceğiz yani bir süre. Farklı yerlerde insanların ne tepkiler verdiğini görmek çok keyifli oluyor.
Elit: Senelerdir tiyatro yapmaktan çok korkardım. Zaten konservatuar mezunu değilim, medya ve görsel sanatlar okudum. Kamera arkasıyla, yönetmenlikle çok ilgiliyim bir taraftan. Ama bu sene Berlinale Talents’a gittim oyuncu olarak ve orada Amerikalı bir oyuncu koçuyla çalışma fırsatım oldu. Bende bazı kırılmalar yarattı bu deneyim. Artık daha çok tiyatro yapmak istiyorum. Hatta Damla’yla konuşuyoruz, birlikte bir şeyler yapabilir miyiz diye.
Başka konularda da fikir alışverişi yapıyoruz. Ben bir kısa film senaryosu yazıyorum mesela, yakında onu göndereceğim Damla’ya. Çeker miyim bilmiyorum ama görmesini istiyorum.
Oo birlikte yapacağınız şeyleri görmek isterim gerçekten. Ne olursa olsun harika olacak belli ki!