Lezzetli yemeklerin travmatik tarifleri: Nedir The Bear’ı bu kadar ilgi çekici yapan?

Çoğunluğun hemfikir olmasının nadir gerçekleşen bir doğa olayına dönüştüğü şu günlerde hepimizi birleştiren bir şey var: The Bear dizisinin ne kadar iyi olduğu. Herkes, FX’in Hulu’da ekranlara gelen dizisine sosyal medyadada övgüler yağdırıyor, “mutlaka izleyin” tavsiyeleri havada uçuşuyor ve denk geldiniz mi bilmiyoruz ancak ortada epey domatesli makarna tarifi dolaşıyor.

The Bear ile Chicago’ya uçuyoruz, bugüne kadar bir şekilde hayatta kalmış, lezzetleri sayesinde müdavim kitlesi yaratmış, sandviçleriyle meşhur bir restorandayız. Mutfakta tozu dumana katan, dünyanın en iyi restoranlarında çalışan ödüllü şef Carmen’in, tüm o “ışıltılı” dünyaları bırakıp intihar eden abisinin işletmesinin başına geçtikten sonra yaşananları izleyeceğiz. Başımız dönecek, iştahımız açılacak ve hatta sanki yeterince değilmişiz gibi biraz da stresleneceğiz. Ancak tüm bunlara değecek sekiz bölümlük bir maraton var karşımızda.

Sosyal medyanın gündemine yetişme çabası mı, iştah açıcı tarifler mi, nefes kesen tempo mu, dizinin başrolünde izlediğimiz Jeremy Allen White’ın cazibesi mi yoksa e-hepsi mi, karar veremiyoruz ancak The Bear’ı neden bu kadar çok sevdiğimizi anlamaya çalışıyoruz. Ve evet, ikna edici yanıtlar bulduk gibi.

Dikkat! İştahınızı kaçıracak kadar değil ama diziyi izlemediyseniz yer yer bazı spoiler’larla karşılaşabilirsiniz.

Televizyon ve sinema dünyası, çok uzun zamandır lezzetli kokuların yükseldiği mutfaklara karşı kayıtsız kalamıyor. Kimi zaman bir aşk hikayesinin özel tarifini kimi zaman da başarılı bir şefin zorluklarla mücadelesini izlerken buluyoruz kendimizi. Disney animasyonu Ratatouille, Meryl Streep’in başrolünde yer aldığı biyografik izler taşıyan Julie & Julia; başarılı bir şefin değişen hayatını, bir tutam aşk sosuyla karıştıran No Reservations ya da Bradley Cooper’ı hayatını düzene koymaya çalışan bir şef rolünde izlediğimiz Burnt aklımıza gelen ilk örneklerden. 

Bu yılın gözde dizilerinden The Bear’da benzer şekilde bir mutfağa davet ediyor biz izleyiciyi. Ancak alıştığımızdan daha farklı bir kapıdan giriyoruz bu kez. Hızdan başımız dönüyor, kaos dolu bu çalışma ortamı nefesimizi kesiyor ve biraz da zorlanıyoruz. Son derece steril ve başarılı mutfaklardan geçmiş ödüllü şef Carmen’in, zorunlu nedenlerle (abisinin intiharı- hayır, bu bir spoiler değil) aile tariflerinin ve eski usül kuralların geçerli olduğu “The Original Beef of Chicagoland” adlı sandviç dükkanına geri dönmesiyle başlıyor her şey. Evin küçük kardeşi Carmen, dizginlerini ele almak ve eski köye yeni adetler getirmeyi ister ancak ekibi de, restoranın sorunları da işleri bir hayli zorlaştırır. Ortalık epey bir karışık anlayacağınız…

Shameless dizisiyle hafızalarımızda yer edinen Jeremy Allen White’ın canlandırdığı Carmen, panik atakları, stresli yapısı ve yas tutan içe kapanık küçük kardeş rolüyle gönüllerimizi çelmeyi başarıyor. Yas sürecini yaşamak yerine kendini çalışmaya veren ve tüm bunları çok zorlayıcı bir tempoda yaşayan Carmen performansıyla White, diziye bağlanmamızın en önemli nedenlerinden biri. White, The Bear’in tanıtımı kapsamında katıldığı programlarda, çekimler öncesinde birbirinden ünlü şeflerle vakit geçirdiğini, mutfakta epey bir mesai harcadığını ve bu temponun ne kadar baş döndürücü olduğunu anlatıyor. Nedendir bilinmez(!), bu toksik ortamda, sorunlu ve zehirli yönlerine rağmen pamuklara sarasınız geliyor Şef Carmen’i.

Aslında dizide izlediğimiz her karakter inandırıcılık ve mutfağın bunaltıcı sıcak havasını aktarma konusunda üzerine düşeni yapıyor diyebiliriz. Dizide White’a eşlik eden isimler arasında Ebon Moss-Bachrach, Ayo Edebiri, Abby Elliott, Lionel Boyce ve Liza Colón-Zayas yer alıyor. Dizinin baş yapımcısı ve yazarı ise Joanna Calo.

Mutfaktan gelen “kötü” kokular: Mobbing

Mutfak dünyasının ne kadar stresli ve yorucu bilinir. The Bear da merkezine mutfağı alan bir dizi olarak durumun hakkını veriyor. Stresli, gerçek ve bu etkileri çarpıcı bir şekilde hissettiren bir dizi var karşımızda. Hatta, “Ekran karşısına yayılayım, bu uzun sıcak günleri sakince bir şeyler izleyerek geçireyim” diyenlerdenseniz, The Bear’ı başka bir zamana ertelemek daha iyi olabilir. 

Dizinin hızlı temposu, bir şekilde izleyiciyi içine almayı başarıyor. Hatta bir süre sonra kendinizi mutfakta ekmek dilimlerken bile dizide sık sık duyacağınız “Evet şef!” cümlesini tekrarlarken bulabilirsiniz. Tabii dizinin gergin atmosferi ve “yes chef!”, “thank you chef!” söylemleri TikTok başta olmak üzere sosyal medya platformlarında viral olmayı başardı. (Ben de diziyi bir günde bitirip büyük bir motivasyonla mutfağa koşup meyve salatası yaptım.) Bu arada kamera arkasının da hakkını vermek gerekiyor zira açılar, kurgu ve müzik seçimiyle The Bear’ın kaotik havası destekleniyor. Dizide “serseri kuzen” Richard rolünde izlediğimiz Ebon Moss-Bachrach da bu çılgınlığın hakkını veriyor: “(…) Pilot bölümünü izlerken yapılan tüm bu düzenlemeler karşısında şok oldum. Her şey çok çılgındı (…)

The Bear’ın gerçekçi atmosferi yalnızca izleyicilerden değil, gerçek mutfakların arkasındaki isimlerden de tam not almış. Michelin yıldızlı şef Genevine Yom diziyi, “zehirli restoran kültürünün ‘acı verici derecede doğru’ bir temsili olarak tanımlarken aynı zamanda “tetikleyici” olduğunu söylüyor: “Bana kaos dolu, acımasız bir mutfakta kendi başımın çaresine bakmanın nasıl bir şey olduğunu fazlasıyla hatırlattı. İzledikten sonra diğer restoran çalışanlarıyla konuştum. Hepimiz dizinin travmalarımızı net bir şekilde hatırlattığı konusunda hemfikirdik.”(Burada dizinin yedinci bölümünü özellikle hatırlatmak istiyoruz.)

Tabii The Bear’ı ayıla bayıla izlememizin tek nedeni bu gerçekçi ve toksik yönü gözler önüne sermesi değil. Dizinin yas süreci baskı altında çalışmak, kayıplar, bağımlılık ve aile olmanın omzumuza yüklediği sorumluluklara dair diyecek çok fazla sözü var. Dizinin dikkat çeken bir yönünde herhangi bir romantik gelişmeye yer vermemesi. Danielle Cohen, “Yazın En Ateşli Dizisinde Seks Yok” başlıklı yazısında, Carmy’nin sorunlu bir psikoloji ve ‘‘ıssız adam’’ saçmalığı arasında (bu benzetme bize ait) ince bir çizgide yürüdüğünü ve Carmy’nin sevişirken nasıl davrandığını görmek istemediğini, herhangi bir ilişki denkleminin ortalığı karıştırabileceğini söylüyor. Bu konuda bizim de aklımızda sorular var diyebiliriz. Devam sezonunda neler olur bilemiyoruz… İlk sezonu mutfak ekibinin iki ismi Marcus ve Sydney’in dostlukla flört çizgisinde, dostluğa daha yakın ilişkisi dışında bir şey göremeden bitirdik. Anlayacağınız The Bear coşkulu bir ship ve tutkulu aşklar vadetmiyor fakat şimdilik eksikliğini çekmiyoruz. (Seks satar klişesi, neredesin?)

Bu arada, The Bear sekiz bölümlük ilk sezonunun ardından ikinci sezon biletini şaşırtıcı olmayan bir şekilde kaptı. Final bölümünden sonra yeni sezonun geleceğine emin gibiydik ama resmi duyuru da içimizi rahatlattı. Yeni başlangıçların, bolca kaos soslu olacağına eminiz. 

Remake’ler tarafından etrafımız kuşanmışken orijinal bir hikaye izlemenin de bünyelerimizde kızgın kumlardan, serin sulara dalma etkisi yarattığını da söylemek gerek. Üstelik The Bear, son derece bireysel hikayelerin peşinde koşsa da aslında küçük işletmeler ve restoranların nasıl hayatta kaldığını da tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Dizinin bir bölümünde geçen “COVID’i nasıl atlattık sanıyorsun?” cümlesi de kapanma döneminde özellikle restoranların yaşadığı sorunları tekrar hatırlatıyor. Dizinin baş yapımcısı ve yazarı Joanna Calo, da “Bu işletmelerin nasıl nasıl hayatta kaldıkları hakkında da konuşmak için ilginç bir zaman. Umarım insanlar yaşadıkları başarısızlık, hastalık, ölüm ya da herhangi bir kırılma noktasıyla ilgili bağlantı kurabilirler” diyor. 

Peki, hızın ve hızlı tüketmenin tercih edilebilir olduğu şu günlerde, sekiz bölümlük bir maraton olması The Bear’ı sevmemiz ve hakkında konuşmamıza etki etmiş olabilir mi? Bizce büyük bir EVET! Kabul edelim, ekran süremiz ve tahammülümüz sadece TikTok videoları izlemeye yetecek kadar kaldı.

Bu arada, “Tamam, arada bir o meşhur ayıyı görüyoruz fakat mutfakta geçen bir dizinin adı neden The Bear(Ayı)?” sorusu aklınıza düşebilir. “Kesin ben bir şeyi kaçırdım” diye düşünürken “bitmeyen açlık, süregelen aksiyon ve tansiyon, her şeye rağmen aile olabilme hissi ve başrolümüzün ruh hayvanı” şeklindeki bir yanıt benim aklıma yattı. Ayrıca Chicago şehrinin takımı Chicago Bears ile bir ilgisi olduğu şeklinde mantıklı açıklamalar da var. Rüyalar, metaforlar ve farklı yorumlanabilecek anlamları bir kenara bırakırsak yazar Calo, ilgi çekici açılış sahnesinde amacın “izleyicilerin telefonlarını ellerinden düşürmelerini sağlayacak kadar ilgisini çekmek olduğunu” söylüyor. Ayı kafası kostümü giymiş inandırıcı bir dublörle Chicago merkezindeki büyük bir sokağı kapattıklarını öğreniyoruz. Calo da bu performanstan memnun kalmış ki “Bölümün başlangıcı, her gördüğümde beni heyecanlandırıyor” diyor.

Mutfakta geçen bir dizi için elbette iştah açıcı tanımını kullanacağız ancak The Bear bundan çok çok daha fazlası. “Sevdik ama bir sorun neden sevdik?” Sorusunun da birden fazla doğru cevabı var yani. Bu arada dizinin ilk sezonunu hızlıca izledikten sonra hemen mutfağa koşup domatesli bir makarna yapma isteyeceğinizi durduramayacağınıza da eminiz. Aman diyelim ölçülere dikkat, çünkü doğru malzeme ve ölçülerle yapılmış bir tarifin başınıza neler getirebileceğini asla tahmin edemezsiniz. – Buraya anlamlı bir şekilde göz kırpan emoji’ler koyduk gibi farz edin 🙂 –