
Ana akım medyada gökkuşağı renkleri: RuPaul’s Drag Race
Tüm önyargıları yıkıp geçmeye kararlı bir yarışma, RuPaul’s Drag Race. Hem sadece toplumdaki cinsiyet kavramları değil söz konusu olan. Ana akım medyanın reality show ve yarışma formatlarını da kendi kurallarıyla yeniden uyarlayan ve on sezon boyunca, dünyanın dört bir yanından yüz binlerce izleyiciyi peşine takan bir program var karşımızda. RuPaul’un her daim tekrarladığı sevgi mesajları ise televizyonlardan taşan tüm kötülüklerle baş edecek kadar güçlü. Kim bilir, belki dünyayı bir gün RuPaul kurtarır…(Bu yazı ilk olarak 24 Haziran 2018 tarihli Cumhuriyet Pazar ekinde yayınlanmıştır.)
Ekran kararıyor. Yavaş yavaş yanıp sönmeye başlayan ışıklar ve müziğin yükselen sesi, birazdan göreceğimiz ihtişama bizi hazırlıyor gibi. Ve sahnenin girişinde önce kabarık saçlı silueti beliriyor RuPaul’un. Işıklar yanınca da kendisi… Yarışmayı on sezon boyunca takip edenlerin çok iyi bildiği üzere, şov birazdan başlamak üzere: RuPaul önce o gün kendisine eşlik edecek diğer jüri üyelerini takdim edecek, yarışmacıların hangi kategorilerde yeteneklerini sergileyeceğini açıklayacak ve son sözü söyleyerek sahneyi yarışmacılara devredecek: “Beyler, motorları çalıştırın. En iyi kadın kazansın!”
On sezondur değişmeyen bu ritüel aslında sadece bu yarışmaya özgü değil. 90’lı yıllarda VH1’da yayınlanan talk show programı The RuPaul Show’la dünya çapında bilinen bir isim haline gelen, Amerika’nın en ünlü drag queen’lerinden RuPaul, yarışmayı kurgularken drag balo kültürünün geleneklerinden yola çıkmış. Yarışma boyunca Paris is Burning belgeseline yaptığı göndermeler de aslında köklerine bir tür saygı duruşu niteliğinde. 80’li yılların New York’unda, Afro-Amerikan ve Latin toplulukları içerisinde gelişen LGBTİ kültürünün izini süren belgesel, merkezine bu drag balolarını taşıyordu.
Drag Race 101
RuPaul’s Drag Race’in her bölümünde, aynı bu balolardaki gibi belirli temalar sunuluyor ve yarışmacıların bu temalara uygun olarak hazırlanmaları bekleniyor. Temalar ise her seferinde değişiyor: yarışmacılar bazen ciddi bir iş kadını gibi giyiniyor, bazen de fütüristik bir drag queen kılığına giriyorlar. Geçmişten günümüze, popüler kültürün ünlü kadınlarının taklitlerinin yapıldığı “Snatch Game” gibi bazı sabit yarışmalar da var; bu bölümlerde ünlülerle fiziksel benzerlik yakalamak önemli ama inandırıcı bir performans ve komedi yeteneği de kazananın belirlenmesinde önemli birer kriter.

10. sezon finali henüz yayınlanmamış olsa da kimin kazandığı belli oldu. Hatta sosyal medyadan çoktan açıklandı bile… 21. yüzyılın spoiler dramı…
Değerlendirme sırasında ise dört konu üzerinde vurgu yapılıyor: “Karizma, özgünlük, cesaret ve yetenek”. Kıyafet ve makyajlar, drag’in doğası gereği yarışmada öncelikli olsa da (yarışmanın büyük bir bölümünde yarışmacıların kıyafetlerini kendilerinin diktiğini belirtelim); espri yeteneği, oyunculuk ve şarkı söyleme gerektiren yarışmalardaki sahne performansları da bu dört kritere göre değerlendiriliyor. Yarışmanın belki de bu kadar çok sevilmesinin nedenlerinden biri bu: kriterler hiç değişmediği için izlediğiniz her bölümde kazananın kim olacağını aşağı yukarı tahmin edebiliyorsunuz. Ana akım yarışmalardan alıştığımızın aksine, burada duygusal kararlara yer yok. Ağlayana veya en çok sesi çıkana prim verilen yarışmalardan değil RuPaul’s Drag Race. Hatta çoğu zaman bu tarz yarışmacılara RuPaul’un burun kıvıran bir ifadeyle baktığını bile görebilirsiniz. Neticede bu yarışmada kimse diğerlerine göre daha ayrıcalıklı veya kolay bir geçmişe sahip değil.
Dokuzuncu sezon finalinden dev lip sync kapışması. Gelmiş geçmiş en iyi sahne performanslarından, hâlâ izlerken kalbim sıkışıyor. (Sasha Velour hayranlığımı da böylece ortaya dökmüş oldum.)
Drag’in tüm çocukları
RuPaul ve ekibi, yarışmacıları seçerken de ince eleyip sık dokuyor. ABD’nin dört bir yanından drag queen’ler, videolarını yollayarak yarışmaya başvuruyorlar. Deneyimli olup olmadıkları, yarışmacıları seçerken önemli bir kriter değil; az önce saydığımız dört özellik (karizma, özgünlük, cesaret ve yetenek) bu aşamada da belirleyici. Haliyle, altıncı sezonda yarışan Bianca del Rio gibi hem yerel sahnede hem de dünya çapında ses getiren drag queen’ler de yarışmada yer alabiliyor; son sezonda izlediğimiz Aquaria gibi henüz 21 yaşındaki genç yetenekler de…

Yarışmanın iki kazanan kraliçesi: Bianca del Rio ve Jinx Mansoon
Yarışmada ayrıca, tüm stillerdeki drag queen’lere yer var. 70’li yıllarda drag queen’ler arasında başlayan güzellik yarışmalarının geleneklerini takip eden, fiziksel olarak kusursuz ve gösterişli olmaya özen gösteren drag queen’ler ile tüm güzellik normlarını reddeden, gotik veya korkutucu olmayı tercih eden anti-queen’ler bir arada yarışabiliyor. Tabii, yarışmacılar arasında stiller konusunda ciddi tartışmalar dönse de bu farklılığın kazananın belirlenmesinde hiçbir etkisi yok.
Ana akım medyanın tam ortasında
On sene önce, ABD’de yayın yapan LGBTİ kanalı Logo TV’de başlamıştı RuPaul’s Drag Race. Önce sadece LGBTİ toplulukları tarafından takip edilen yarışma, giderek büyüyen sosyal medyanın da etkisiyle izleyici kitlesini genişletti ve geçtiğimiz yıl, yani dokuzuncu sezonunda, uluslararası yayın yapan VH1’a transfer oldu; üstüne bir de, sekiz kategoride aday gösterildiği Emmy Ödülleri’nde üç ödül kazandı. Böylelikle artık ana akım medyada son hız ilerlediğini resmen kanıtlamış oldu.
Bunlar sizin için yeterli değilse birkaç bilgi daha ekleyelim: Yarışmaya katılan drag queen’lere duyulan hayranlık o kadar büyük ki, 2015 yılından bu yana, yine RuPaul önderliğinde bir drag fuarı düzenleniyor: RuPaul’s Drag Con. Ziyaretçilerin, hayran oldukları drag queen’lerle bir araya gelebildiği, imza günlerinin ve panellerin düzenlendiği bu fuar, biri New York, diğeri Los Angeles’ta olmak üzere yılda iki kere düzenleniyor ve evet, her seferinde binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor.
Eski yarışmacılara duyulan bu ilgi, yan bir prodüksiyonun ortaya çıkmasında da etkili olmuş. RuPaul’s Drag Race All Stars adlı bu prodüksiyonda, önceki sezonlarda yarışmış, birinci olamamış olsa da yarışma sonrasında da izleyicilerin yakından takip ettiği drag queen’ler kozlarını paylaşıyor. “Yan prodüksiyon” dediğimize bakmayın; bu yıl üçüncüsü yayınlanan All Stars, yarışmacıları artık sosyal medyada on binlerce takipçiye sahip olduğu için, asıl yarışmanın kendisi kadar ses getirdi.

Gözünüz jüri görsün…
Tüm gerçekliğiyle
Dünyaca ünlü isimlerin de hayranları arasında olduğu (hatta Olivia Newton-John’dan Dita Von Teese’e, pek çoğunun konuk jüri olarak katıldığı) RuPaul’s Drag Race, sahne arkası hazırlıklarından performanslara, eğlence dünyasını en ham ve renkli haliyle seyirciye sunuyor. “Drag, bir eğlencedir” diyerek yarışmacıları sık sık yaptıkları işten keyif almaya ve bizzat eğlenmeye davet eden RuPaul, hem izleyiciyi hem de yarışmacıları hafif, nüktedan ve ışıltılı bir dünyanın içine çekiyor. Fakat asla LGBTİ dünyasının yaşadığı zorlukları unutmadan, unutturmadan…
Her bölümde, sahne öncesi hazırlıkları sırasında tüm yarışmacılar erkek kimlikleriyle karşımıza çıkıyor. RuPaul da, onlara yaptıkları işlerle ilgili yorumlarda bulunmak ve hangi temalarda yarışacaklarını söylemek için yanlarına uğradığında takım elbiseleriyle birlikte erkek kimliğini de üzerine geçiriyor. Bu anlarda “gerçek hayat”a dönülüyor: herkes kendi hikayesini paylaşıyor, duygusal ortaklıklar kuruluyor ve karşılıklı cesaretlendirmeler üzerinden güçlü bir dayanışma yaratılıyor. Sahne egosunun ve rekabetin olduğu yerde tartışmalar kaçınılmaz elbette ama RuPaul bunları teşvik etmek yerine, birbirini sevmek ve her daim iyi olanı keşfetmek üzerine verdiği yerinde ve dozunda mesajlarla bu dayanışma hissini daha da güçlendiriyor.

RuPaul ve muhteşem takımları başlıklı yazıyı başka zamana saklıyoruz…
RuPaul’s Drag Race’in kendi çapında bir imparatorluğa dönüşmesinin sebebi de bu olsa gerek. Tam ortasında durduğu şov dünyasının tüm sahteliklerine karşı, onca peruğa ve makyaja rağmen sahici olmayı başarabilmesi. Ve elbette, yanına yaklaşan tüm önyargıları bolca kahkaha ve eğlence eşliğinde tek hamlede silivermesi… Ana akım medyada RuPaul’un şu vecizesini daha yüksek sesle duyacağımız günler yakın: “Eğer sen kendini sevemezsen, başkalarını nasıl sevebilirsin ki?”