Bu yaşadıklarının elbette bir tanımı var: Psikolojik şiddeti tanımlayan kavramlar

Biz kadınlar ve LGBTİ+’lar öğrenerek, konuşarak ve en önemlisi dayanışarak erkek egemen düzenle mücadele etmeye devam ediyoruz. Her gün bilmediğimiz bir kavramla tanışıyor, belki de daha önce üzerine hiç düşünmediğimiz bir konuya kafa yormaya başlıyor, hatalar yapıyor ama öğrenmekten, güçlenmekten vazgeçmiyoruz.

Şiddet sadece bedene uygulananlardan ibaret değil; psikolojik şiddet de çok ağır sonuçlar yaratabiliyor, maruz kalanlar tarafında. Hatta bir noktadan fiziksel sonuçları bile olabiliyor. Fiziksel şiddet uygulamamakla övünenlerin (!) birçoğu eylemlerindeki ayrımcılıkla, kullandıkları dille, yaptıkları baskılarla bir başka şekilde şiddet uygulayabiliyor.  Şiddet yalnızca bir gruba indirgenemeyecek kadar da yaygın maalesef. (O ‘‘efendi’’, ‘‘bilgili’’, ‘‘entel’’ adamlar… Yakınlarının, komşularının ‘‘ondan hiç beklemezdim’’ dediği ‘‘düzgün’’ tipler…)

Psikolojik şiddet de son zamanlarda konuşmaya, öğrenmeye ve farkında olmaya başladığımız bir konu olarak öne çıkıyor -olması gerektiği gibi-. Kanıksadığımız baskıcı, küçümseyici ve yönlendirici davranışların büyük bir bölümü aslında günlük hayatta karşılaştığımız psikolojik şiddet örneklerinden. Patriyarkal baskılar nedeniyle yaşananı tanımlamak, adlandırmak ya da kabullenmek her zaman o kadar da kolay olamayabiliyor. Fakat inanıyoruz ki -eğer istiyorsak- konuştukça, öğrendikçe, dayanıştıkça, mücadelemiz güçlenecek; yaşadıklarımızı kavramamız kolaylaşacak ve asla yalnız olmadığımızı hatırlayacağız. Biz kadınlar ve LGBTİ+’lar doğrularımız, affını dileyebildiğimiz hatalarımız, birbirimizden öğrendiklerimiz ve en önemlisi de dayanışma ile özgürlüğü, adaleti, eşitliği ve barışı savunmaya devam ediyoruz.

Biz de çok uzun zamandır karşılaşsak da ismini yeni yeni koyup öğrendiğimiz mansplaining, love bombing, gaslighting ve slut-shaming kavramlarına dadandık. Evet, çoğu İngilizce. Yaygın kullanımları bu şekilde olduğu ve biz de ilk kez böyle öğrendiğimiz için, yazının geri kalanında ağırlıklı olarak İngilizce tutarak kavramlara yer verdik. Ama Mentol Klitoris podcast’inin yapımcısı, gazeteci Hazal Sipahi, kendisiyle yaptığımız bir röportajda bu kavramların neden Türkçeleştirilmesi gerektiğini şöyle açıklamıştı: ‘‘Türkçeleştirmeye çalışırken, Türkçeleştirdiğimiz halinin en iyi çeviri olduğunu iddia etmiyoruz. Konuklarımın da olmadı şimdiye kadar. Aslında bir öneri atıyoruz ortaya, üstüne de konuşulsun istiyoruz zaten. Türkçeleştirmeye çalışmamın nedeni ise bir şeye ne dendiğini bildiğimizde işlerin kolaylaşıyor olması. Bu kavramlar bizim işlerimizi kolaylaştıralım diye ortaya atılıyor. Kimi zaman da tanımlayabilmek çok güçlendirici oluyor, özellikle cinsel şiddete dair kavramlarda.’’

“Hashtag’lerle mücadele mümkün” deyip dijital aktivizme selam çaktık ve bu kavramları her daim dadandığımız kadın+’ların açıklamalarına ve daha önce bu konuda yazılmış yazılarına da danışarak bir kere daha anlamaya, anlatmaya çalıştık.

Mansplaining

“Erkekler ‘a’ der ve mansplaininge başlar.”*

Son günlerde sosyal medyada karşımıza çıkarak görünürlüğü artan, belki de en aşina olduğumuz şiddet türlerinden biri mansplaining.

“Bak şimdi o öyle değil.”

“Canım onun doğrusu şöyle…”

“Sen bilmezsin, ben sana açıklayayım onu.”

(Bunların büyük bir kısmı genellikle karşıdakinin sözü yarıda kesilerek söylenir. Zaten belki de o söz hiç dinlenmemiştir…)

Nasıl? Tanıdık geldi, değil mi? Oysa bunlar sadece akla gelen ilk örnekler. Örneklere devam edeceğiz ama önce mansplaining tam olarak nedir, onu açıklayalım. En genel haliyle bir erkeğin karşısındakinin sözünü kesmesi, bilgi sahibi olup olmaksızın kendi fikrini öne çıkarması anlamına geliyor.

Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar adıyla Türkçeleştirilen kitabın yazarı Rebecca Solnit’in zihninden çıkan mansplaining, İngilizce “açıklamak” anlamına gelen ‘‘explain’’ fiilini, “man” yani ‘‘erkek’’ sözcüğü ile birleştirmesinden oluşuyor. Solnit, kitabında da bilgisi olsun ya da olmasın her konuda kendi sözünü söylemek, ispatlamak isteyen erkeklerin, genellikle kadın+’ları nasıl susturduklarını ve bunun bir tür şiddete nasıl dönüştüğünü anlatıyor. 5harfliler, mansplaining sözcüğünü “açüklamek” olarak Türkçeye çevirmeyi önerdi, ancak açüklama, organlara cinsiyet atandığı için eleştirilmişti/eleştiriliyor. “Açüklama”, “erkekleme”, “erbilmişlik” de Türkçe kullanımda karşılaştığımız terimler.

Direksiyon başındayken sürekli müdahale eden babanızdan, “Güzelim (!) o öyle değil, sen bilmezsin” diyen iş arkadaşınıza ya da regl sancısının abartıldığını iddia eden bir twitter kullanıcısına kadar uzanan genişlikte karşılaşabiliyoruz mansplaing ile. Örnekleri o kadar çok ve o kadar her yerde ki…  Üzerine düşündükçe bazılarını kanıksadığımızı bile fark edebilirsiniz. Bu arada erkeklerin birbirlerine de mansplaning yaptıklarını da eklemek gerekiyor. Adeta bir mansplaining yarışı.

Kamala Harris’in “I am speaking Mr. Vice President” cümlesiyle, sözünü kesen Mike Pence’i alaşağı ettiği o anı hatırlayın. İnsanın içinin yağlarını eritmişti.

Peki, mansplaining’i herhangi bir insanın “çokbilmişlik” yapmasından ayırarak, psikolojik şiddet olarak değerlendirmemizin nedeni ne?

Uyuyan Güzel Uyandı kitabının yazarı feminist avukat Aslı Karataş, karşılaştığı bir örnekle açıklıyor bu durumu. “32 yaşındayım, bunca yıl boyunca mimarlık eğitimi almamış bir kadın+’ın, bir erkeğe mimarlıkla ilgili bir konuda ‘o öyle değil yalnız’ deyip lafını kestiğini görmedim. Burada önemli olan bu eylemi kimin yaptığı. Yani sistematik olarak erkeklerin hem kadın+’lara hem de birbirlerine üstünlük kurma çabaları. Mansplaining de her şeyden önce cinsiyete dayalı bir tavır farkı var. ‘Sen o güzel aklını böyle şeylere yorma güzelim’ halindeki gibi. Üsten bakma var ve hangi pozisyonda olursanız olun, kadın+ olmaktan ötürü fikirlerinizin, sözlerinizin değersiz görülmesi var. Bu sebeple herhangi bir kibirli halle bir tutamayız.”

Diyelim ki size mansplaning yapan bir erkeğe, “Bu yaptığın mansplaining” diyerek önce açıkladınız ve sonra da konuşmaya devam etmeye çalışıyorsunuz. “O nereden çıktı şimdi? Sen de abartıyorsun, fikrimi de mi söylemeyeyim?”, ‘‘O aslında öyle değil…” gibi cevaplarla karşılaşmanız da muhtemel… (Mansplaining içinde mansplaining).

Canımız nasıl istiyorsa öyle cevap verebiliriz. Sadece göz devirip ne dediğini dinlemeyebiliriz. Aşağıya da bir öneri bırakıyoruz, belki kullanmak istersiniz:

“Bilgin yoksa, uzmanlık alanın değilse ya da tüm bunlar olsa bile, sana sormamışsam fikrini beyan etme!” (‘‘Senin fikrinin ne önemi var vasat herif’’ caps’inin de kalbimizdeki yer ayrı tabii.) 

Love bombing

Doğrudan bir çeviriyle “sevgi bombandırmanı” diyebiliriz love bombing için. Bir psikolojik şiddet türü olan love bombing, ilişkide güven ve sevgi kazanmak için yapılan abartılı sevgi göstergelerinin daha sonra karşı tarafı yönlendirmek, manipüle etmek ve suçlamak için kullanılması anlamına geliyor. İlişki deyince sadece ‘‘sevgililik’’ anlamına gelmesin bu. Ebeveyn-çocuk arasındaki ilişki de olabilir bu, hoca-öğrenci de… Biraz geçmişe dönüp bakarsanız, aşırı tripkar ama bir o kadar da ilgili dostunuzun bile bir noktada love bombing’e kaçtığını görebilirsiniz.

Karataş, “Love bombing” bence en sinsi şiddet türü,” diyerek başlıyor söze. Bahsettiği bu sinsilik işin içine giren “sevgi” temalı manipülasyondan kaynaklanıyor.  Burada sevginin bağımlı kılıcı bir unsur olmasının esas nedeninin, sevgi görme/gösterme biçim ve dilinin problemli bir şekilde inşa edilmiş olmasından kaynaklı olduğunu vurgulayan Karataş durumu şöyle açıklıyor:

“Sevgiyi görme, gösterme şeklimiz, kullandığımız dil aileden gelen bir şey. Birçoğumuz için aileden sevgi görme konusunda bile sorun yaşamışken, sevginin gösterilme şekli de birtakım yanlışlarla inşa ediliyor. Örneğin çocuk dediğin terbiye edilir, had bildirilir, çok fazla seversen şımarır. Yani daha en başta aileden aldığımız sevginin kontrol ve tehdit eşliğinde verildiğini görüyoruz.”

Karataş’ın bahsettiği bu durum flört ilişkisi başta olmak üzere partnerli ilişkilerde kendini gösterebiliyor. Hayatımız boyunca okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, hatta çocukken anlatılan masallar da sevginin sorunlu gösterme/gösterilme biçimlerine ve dolayısıyla sorunlu ilişkilere hizmet edebiliyor. “Dizilerde yükselen maço erkek kavramı, ‘senin için ölürüm’ söylemleri de bu durumun en bariz örnekleri” diyor Karataş ve devam ediyor: “Tüm bu öğrendiklerimizle ilişkilerimizi doğru inşa edemediğimizde partnerimiz bizi seviyor mu yoksa bir şiddet alanının içinde miyiz anlayamıyoruz. Zaten uygulanan taktik de bu.”

“Fazla sevgi göz mü çıkarıyor (!) yani, bu durumu neden şiddet olarak değerlendiriyoruz?

Çünkü bir noktadan sonra bu aşırı sevgiyle dolu (!) olan bu kişi, karşısındakini sevgisine gereken önemi vermediği için suçlamaya başlıyor. Bir tür manipülasyon şekli bu tabii. “Beni seni ne kadar sevdim, bir dediğini iki etmedim, göklere çıkardım, ama sen bu sevginin hakkını veremedin, beni yarı yolda bıraktın” diyerek alıyor sazı eline ve karşısındakini vicdan azabıyla ezip geçmek için var gücüyle başlıyor çalıp söylemeye. Haliyle love bombing’e uğrayan kişi bir noktadan sonra, “Ben bu yüce gönüllü muhterem insana tüm bunları nasıl yaptım” diye kendi kendini yerken buluyor.

Bu kadar (!) sevgi karşısında ezilen taraf kusurunu affettirmek, o sevgi bombardımanlı ilişkiye dönebilmek için birtakım fedakarlıklar yapmaya ve taviz vermeye başlıyor. Tabii her zaman değil, sevgi bombardımanını yine yeniden istiyorsa tabii.. Dolaysıyla şiddet kısmına dönüşmesi, bahsettiğimiz ikinci kısımda gerçekleşiyor. Yani verilen sevginin bir şekilde karşı tarafı baskılamak ve suçlamak için kullanması durumu. İlk kısımda ise anormalliğini tespit etmek kolay olmuyor.

Slut-shaming

O malum şarkıyı hatırlarsınız. “İyi kızlar cennete, kötü kızlar her yere, Çıtır Kızlar nereye nerelere giderler…” Şarkıda ve hayatın pek çok alanında karşılaştığımız üzere “iyi” kızlar “cennetle” ödüllendirilirken, kötü kızların istedikleri her yere gidebilirler. Zaten bu “her yere” gidebilme durumu onları “kötü” yapar.

Türkçe karşılığı “sürtük utandırma” olan slut-shaming’i Ceren Han, 5Harfliler’de yayınlanan “Ne alakası var?” başlıklı yazısında şöyle tanımlıyor: “Bir kişiyi, özellikle bir kadını, geleneksel cinsiyet beklentilerine, doğa veya din kanunlarına uygun kabul edilmeyen seksüel davranışlar, durumlar ya da istekler yüzünden suçlu ya da aşağı hissettirme ya da hissettirmeye çalışma eylemi.”

‘‘Fahişe’’, ‘‘sürtük’’, ‘‘orospu’’ şeklinde Türkçeye çevirebileceğimiz ‘‘slut’’ sözcüğü genellikle kadınlara hakaret etme amaçlı kullanıldığı için kavramın da doğrudan kadınları hedef aldığını söylemek mümkün. (Britney Spears’ın gözümüzün önünde Justin Timberlake yüzünden maruz kaldığı slut-shaming’i anlattığımız bir yazıyı da buradan paylaşalım, gözünüzde canlandırmanız açısından tatsız ama doğru bir örnek olabilir.)

Peki, slut-shaming günlük hayatta nasıl karşımıza çıkıyor? Kimler, kime yapıyor?

İkinci soruyla başlayalım. Hepimiz, herkese slut-shaming yapabiliyoruz. Üstelik bazen yaptığımız şeyin farkında bile olmuyoruz.

Hazal Sipahi de Kaos GL’de yayımlanan “#velevkifahişeyiz: Sürtük Utandıranlar Utansın” başlıklı yazısında, “Sürtük utandırma sadece direkt olarak sürtük, fahişe, orospu demekle olmuyor. Dolaylı, örtük ya da farkında olmadan yaptığımız sürtük utandırmalar da var” diyerek aslında hepimizin sürtük utandırma yapabildiğine dikkat çekiyor.

“Onun da ne yaptığı belli değil,”, “Her yeri ayrı oynuyor”, “E ne işi varmış orada?” gibi söylemlerle günlük hayatta karşılaşabildiğimiz sürtük utandırma, bu örneklerde olduğu gibi dolaylı sürtük utandırma şeklinde de karşımıza çıkabiliyor. Mağdur suçlayıcılık ve tecavüzü meşrulaştırmaya kadar uzanan sürtük utandırmayı neden yaptığımız sorusuna da Sipahi’nin aynı yazısında cevap bulabiliriz: “Cinselliği bir baskılama, aşağılama ve cezalandırma aracı gördüğümüz için sürtük utandırması yapıyoruz. (…) Kişiyi kontrol etmek, kişinin cinselliği üzerinde baskı oluşturmak ve hiyerarşi yaratmak için onu sürtük utandırmaya maruz bırakıyoruz.”

Karataş da çok sık duyduğumuz, belki de bizim de yaptığımız bir sürtük utandırma örneği veriyor: “O kız çok kaşar, herkesle neler yapıyor” örneği mesela. O, “herkesle bilmem ne yapan” kadın+’ı eleştirirken, ilişkinin diğer öznesine bazen hiçbir şey demiyoruz mesela. İşte bu yapılan slut-shaming. Özellikle bizden önceki jenarasyonlarda yaygın olarak kullanılan, “Onun da her yeri ayrı oynuyordu”, “O da kuyruk sallamasaydı…” örnekleri de birer slut-shaming örneği. Bazı durumlarda ise mağdur suçlayıcılığa kadar varıyor, dediğimiz gibi. İfşalarda dayanışmanın en güzel örneği burada kendini gösteriyor belki de çünkü maruz kaldığı tacizi, istismarı anlatan bir kadının slut-shaming’le karşılaşması (en eril dille) çok uzun sürmüyor.

Karataş, ayrıca “slut/sürtük” olmanın dayatılan tüm normları, yaftalamaları bir kenara bırakıp yeri geldiğinde kabullenip erkek egemen ahlakçı bakışla mücadele haline geldiğini belirtiyor: 8 Mart Eylemlerinde gördüğümüz sürtük utandırmaya değinen pankartlar (”Orospuysam paramı ver”, ”Ne sağcıyım ne solcu, orospuyum orospu”, ok işaretiyle kendini gösteren orospu pankartları) mesela çok hayran verici eylemler görüyoruz ve tüm bunların ilham verici bir yönü var. “Shaming” dediğimiz utandırma da tam olarak kadınların kanatlarını kırmak için yapılan bir şey.

Burada Sipahi’den bir alıntı yapmakta fayda var: “’Orospu’, ‘sürtük’, ‘fahişe’ gibi kelimeleri yeniden kazanıp güçleneceksek, bu kelimeleri hakaret, aşağılama ya da itibarsızlaştırma amaçlı kullanmamak, sürtük utandırmayı ve orospufobikliği bırakmak gerekiyor.”

Kadınların yüksek sesle kahkaha atması, gecelerin ve sokakların erkeğin egemenliğinde kabul edilmesi, taciz/tecavüz sonrasında saat, mekan ve ne giyildiğinin sorgulanmasına kadar uzanıyor sürtük utandırma. Sözün özü, bilinçsizce bir kadın+’ı aslında erkek egemen ahlakçı bakış açısıyla yargılayıp “kaşar” diyerek yaptıklarını hor görmek, birini yolda yürürken birkaç saniye içinde sadece bakışlarla yargılamak gibi “küçük” görünen şeyler büyüyor, büyüyor ve mağduru suçlayan söylemlerden, tecavüzü meşrulaştırmaya dek uzanıyor. Slut-shaming yapanlara ve bunda bir sakınca görmeyenler, bu lafımız size. Bir taciz, şiddet ya da tecavüzden sonra “su testisi su yolunda…”, “o saatte ne işi varmış?” diyen densizlerden çok bir farkınız yok. Neticede hepsi farklı sözcüklerle de olsa aynı şeye hizmet ediyor. Üstelik tüm psikolojik şiddet türlerinde olduğu gibi sürtük utandırmayla karşı karşıya kalan bireylerin yaşadıkları/yaşayabilecekleri travma, dışlanma, depresyon gibi sonuçları da unutmamak gerekiyor.

Gaslighting

Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği sözlüğü, “Kişiyi kendi algısından ve hafızasından şüphe duyacak hale getirecek şekilde sürekli manipüle etmek olarak tanımlayabileceğimiz bir duygusal şiddet türü” diyerek açıklıyor gaslighting’i. Temelinde manipülasyonun yattığı bu şiddet türü, “gaz lambası” çevirisiyle Türkçede karşımıza çıkıyor.

Kavramın kökeni adlı 1938 yapımı bir oyundan geliyor. Oyun daha sonra aynı isimle beyazperdeye de uyarlanmış; Ingrid Bergman, Charles Boyer, Joseph Cotten ve Angela Lansbury’i bir araya getirmişti. Film, erkeğin evli olduğu kadını gazla çalışan bir lambanın ışıklarını kısıp söndürerek, kadını halüsinasyon gördüğüne ikna etmesi ve akıl hastalığı olduğunu düşünmesine neden olmasını konu alıyor. Film, manipülatif ve toksik eylemlerin doğrudan bir tasviri olduğu için, uzmanlar tarafından bu tür taciz ve şiddet içerikli davranışlar “gaslighting” olarak anılmaya başlıyor.

Gaslighting de tıpkı diğer psikolojik şiddet türlerinde olduğu gibi fark edilmesi güç bir şiddet biçimi. Çünkü elbette ki yine manipülatif… Karşı taraf size kendinden son derece emin bir şekilde, dayatmacı argümanlarla gelir. Hele bir de ”sözü dinlenen” bir tipse, vay halinize. Gasligthting’e uğrayan kişi kendi algı ve hafızasından şüpheye düşebilir, suçlu hissedebilir ve kendisini sık sık özür dilerken bulabilir. Ayrıca şunu da eklemek gerekiyor ki her ne kadar partnerler arasında çok sık görünse de, aslında pek çok alanda gaslighting’le karşılaşabiliyoruz. Özellikle samimiyetin ve ”güç” dengesizliğinin bir arada olduğu ilişkilerde hepimiz gaslighting deneyimleyebiliyoruz.

“Ben öyle bir şey demedim, yanlış hatırlıyorsun”, “Fazla tepki veriyorsun, abartma”, “Sana öyle geliyor, kendi kafanda kurmuşsun” gibi söylemler günlük hayatta karşılaştığımız gaslighting deneyimlerinden en bariz olanları.

Dijital aktivizm: Hashtag’lerin Gücü Adına

Yukarıda açıkladığımız kavramların birçoğu sosyal medya aracılığıyla öğrenilen ve görünürlüğü artan kavramlar. Bu nedenle, gündelik hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelen sosyal medyanın, feminist mücadele için yarattığı alana ve dijital aktivizme de bir selam çakmak istedik. Tweet atmak “oturduğumuz yerden atıp tutmak” mı? Hashtag’lerle mücadele mümkün mü?

İzleyici ve okuru pasif birer alıcı şeklinde konumlandıran geleneksel medyanın aksine, dijital medya; erişebilir, ucuz, hızlı ve etkileşimli olma özellikleriyle kullanıcı katılımlı bir iletişim süreci sağlıyor. Feminizm hareketi de ötekileştirilen, doğru temsil edilemeyen ve toplumun tamamınca doğru anlaşılmayan bir alan olarak, dijital medyanın gücünden yararlanıyor elbette. Kadınlar ve LGBTİ+’lar sosyal medya aracılığıyla bir araya gelerek, seslerini duyurabiliyor, yaşadıkları tacizi, şiddeti, hak ihlallerini ve eşitsizlikleri paylaşarak adalet arıyor, birbirlerine destek oluyor, bilmediklerini öğreniyor, dayanışıyor ve mücadelelerine devam ediyor.

Günümüzde popülerliğini arttıran dijital aktivizmi Delta Meriç Candemir, “Politik bir değişim ya da direnç oluşturmak amacıyla dijital araçların kullanımı” şeklinde açıklıyor. Dijital aktivizm, “siber aktivizm, çevrimiçi aktivizm, e-aktivizm” gibi kavramlarla da karşımıza çıkabiliyor. Şiddet gören, taciz edilen, cinsiyeti nedeniyle ayrımcılığa uğrayan veya öldürülen kadınlar ve LGBTİ+’lar için attığımız her bir tweet, slogan, kullandığımız hashtag birer dijital aktivizm örneği. Dünyada #MeToo ile popülerleşen çevrim içi sloganların yanı sıra, #AslaYalnızYürümeyeceksin, #KadınCinayetleriniDurduracağız, #SenDeAnlat, #İstanbulSözleşmesiYaşatır, #SusmaBitsin, #UykularınKaçsın sloganları da Türkiye’de çevrim içi feminist hareketin önemli örnekleri arasında.

Dijital aktivizm, kimi zaman “bulunduğu yerden eylemi destekleme” şeklinde tanımlanan slaktivizmle eleştirilse de, özellikle Türkiye toplumunda son yıllarda yaşanan gelişmelere bakarak, dijital aktivizmin kadınlar ve LGBTİ+ hareketinde önemli bir rol üstlendiğini söylemek gerekiyor. Kısacası “oturduğu yerden tweet atıyorlar” küçümsemesi gerçekten demode. Dijital aktivizme kötümser bakış açısıyla yaklaşanların öne sürdüğü bir diğer görüş de internet ve dijital araçlara ulaşmada belirleyici faktör olan ekonomik eşitsizlikler ve altyapı eksikleri. Bu görüşleri de göz önünde bulundurarak, “iyi” ya da “kötü” gibi kesin yargılardan kaçınmak gerekiyor. Kadınlar sokaklarda, dijital ortamlarda ve kişisel hayatlarında mücadeleye devam ediyor, edecek.

Dijital aktivizm içinde yer alan dijital feminizm de gün geçtikçe güçleniyor ve daha geniş bir alana yayılıyor. Bloglar, web siteleri açılıyor, eylemler düzenleniyor, buluşmalar organize ediliyor, dijital şiddetle, eşitsizlikle ve eril dille mücadele ediliyor ve en önemlisi yeni bir ifade alanı yaratılıyor. Bu nedenle mücadeleye dijital ortamda destek vermeye de daha çok kafa yormak, dili ve eylemleri dönüştürmek için uğraşmak öncelikli hale geliyor. Sen Bu Kadınların Avukatı Mısın? adlı Instagram hesabıyla feminizm odaklı bir Instagram hesabı yöneten Aslı Karataş, “Sosyal medya sayesinde temas ettiğimiz insan sayısının artığı bir gerçek. Orada yapılan bir paylaşım birileri tarafından görülüyorsa, bu fikir üzerine düşünülüyorsa ya da kendi hayatında bununla ilgili bir değişim yaratmasına vesile oluyorsa bu çok önemli bir şeye dönüşüyor. Orada fikir alışverişi yapmak, sokakta slogan atmaktan bile önemli olabiliyor kimi zaman. Artık aktivizm ya da politika yapmanın tek mecrası sokak değil. Ki sokakta olmak da çok önemli, ben adliyedeyim, sokaktayım da. Ama kendi mikro yaşamlarımızı düşününce, kendi adıma çok kıymetli olduğunu düşünüyorum” diyor. Karakaş, “Katıldığımız sosyal medya kampanyalarının ve hashtag çalışmalarının yargı süreci üzerinde herhangi bir etkisi var mı?” sorusuna da şöyle cevap veriyor:

“Birkaç boyutu var bunun. Twitter adaleti diye bir mefhum oluştu bir zamandır. Bizde Anglo Sakson hukukundaki gibi jüri sistemi yok. Hukukçu olmayan kimse karara dair söz hakkına sahip olmuyor. Fakat esasen ceza davaları büyük çoğunlukla kamu adına yürütülüyor. Bazı suçlar kimse şikayetçi olmasa da hakim/savcı tarafından re’sen kamu adına kovuşturulur/soruşturulur. Dolayısıyla bence bu anlamda kamunun görüşü elbette önemli. Pek tabi kanuni sınırların dışına çıkmak mümkün değil. Hakimin takdir yetkisini kullanmasında etkili olabilir. Gönül ister ki dosyaların hukuka uygun yürütülmesi için kamuoyu oluşturulmasına gerek olmasın tabii.”

Psikolojik şiddet ve hukuki mücadele

“Mücadele farklı şiddet türlerine göre değişiklik gösterebiliyor. Yani iş yerinde yaşadığın bir psikolojik şiddet söz konusuysa bu iş hukukunun alanı, resmi nikahla evli olduğun bir ilişkinin konusuysa aile hukukunun alanı. Resmi nikahın olmadığı ilişkilerde ise haksız fiil üzerinden asliye hukuk mahkemesinde dava açmak gerekir.

Psikolojik şiddet meselesi hukukta çok tanınan bir olay değil aslında. Yine yargıtayın onadığı bir davadan örnek vererek anlatayım. Bir kadın hastayken erkek eş evi terk ediyor ve kadına bakmıyor. Erkek kadına, “Sevmiyorum seni, hasta olup olmaman umurumda değil” diyor. Yargıtay bu cümleyi psikolojik şiddet olarak belirledi. Evli olduğun partnerine ’Seni sevmiyorum’ diyemezsin, bu bir şiddettir ve yıpratma söz konusudur” dedi. Aklımda kalan örneklerden biriydi. Tabii başka örnekleri de vardır ama çok yaygın olarak görmüyoruz bu tür kararları. Özellikle bahsettiğimiz love bombing, gaslighting gibi kavramlarla hukuki mücadelede hiç karşılaşmıyoruz. Ancak tabii ki bu kavramlar başka müesseselere dahil edilerek değerlendirebilir. Örneğin, gaslighting’de bir manipüle etme durumu var. Bu durum medeni hukukta hile-aldatma üzerinden değerlendirilebilir.”

“Beyanın esas alınması yeterli mi?”

Bu durum, olaylara göre farklı değerlendirilebiliyor. Yazılı delillerin, -senetle ispat deriz- bulunması özellikle psikolojik şiddet söz konusu olduğunda çok kolay değil. Bazen mesajlaşmalar ya da mailler delil olarak sunulabiliyor. Ya da olay yaşanırken arkadaşın yanındadır ya da ona anlatmışsındır ve o da tanık olarak dinlenerek sürece dahil olabiliyor. Ses kaydı alınmış olabilir belki de. Bu arada ses kaydının delil olarak sunulması karşı taraf bunu biliyor mu konusunda hukuki kaygılar oluşabiliyor. Yine karşılaştığım bir dosyadan örnek vereyim. Bebekli bir çift, eve güvenlik kamerası kurmuş ve o kamera her şeyi kaydediyor. Dolayısıyla taraflar kameranın varlığını bildiği için hukuka uygun delil olarak değerlendirilmiş.

Başta da söylediğim gibi delil ve ispat noktasında her somut olayda değişebiliyor, olay özelinde bakılması gerekir. Bana bu konuda danışıldığında yazışmayı öneriyorum. Bu şekilde ispatlanabiliyor.  Beyandan da yola çıkılarak süreç başlatılır ancak delil istenmesi söz konusu olacaktır. Dolaysıyla yazışma, bir mesaj ya da mail olması elbette tercih edilir bir durum.”

*Daha fazla sözcük ve kavramı öğrenmek için Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin internet sitesine göz atabilirsiniz.

**Görsel çalışmalar: İris Işık