Sisteme bile kayıtlı olmayan birinin ölü bedenini kim ne yapsın?: Craft Tiyatro’nun Sığınak oyununa dadanıyoruz

Craft Tiyatro’nun kataloğunda görmeye alıştığımız türden, öteki olmaya, mülteci olmaya dair etkileyici bir oyun Sığınak. Martyna Majok’un kaleme aldığı oyunun rejisi İbrahim Çiçek’e, çevirisi ise Hira Tekindor’a ait. Uğur Uzunel, Selin Şekerci ve Ulvi Kahyaoğlu’nun akılda kalan performanslarıyla bu sezonun kesinlikle öne çıkan oyunlarından Sığınak’ı oyuncularından dinledik.

Oyun fotoğrafları: Ayşegül Karacan

Craft’ın etkileyici, deyim yerindeyse tüylerimizi diken diken yapan oyunlarından biri Sığınak. Siz metni okuduğunuzda ne düşünmüştünüz?

Uğur Uzunel: Evet, bence de öyle. İlk okuduğumda ben de çok sevmiştim. “Ne kadar basit ne kadar abartısız yazılmış bir metin. Büyük büyük meseleleri ne güzel bir yerden tartışıyor” gibi şeyler düşünmüştüm.

Selin Şekerci: Ben metni okuduğumda kadroda henüz yoktum. İbrahim (Çiçek) okutmuştu böyle bir oyun yapacağım diye… Bir oyuncu için metin o kadar sağlam bir matematikle dolu ki; bunu deneyimleyebilecek ve sahnede çalışacak olmak inanılmaz tatmin sağlar diye düşünmüştüm. Oyunda aidiyet ve köklenme meselesi var. Benim hayatım boyunca tedavi etmeye çalıştığım, halletmeye çalıştığım bir mesele. Dolayısıyla bu oyunu oynadığımda bir şeylerin iyileşeceğini düşünerek hayal kurdum hep. Benim için çok kıymetli o yüzden. Çünkü ait olma duygusu hayatta birçok insanın -özellikle şimdi yaşadığımız çağda- en büyük problemi bence. Metinde öteki olanın kök salma çabası o kadar güzel anlatılıyordu ki, çok heyecanlandım. Ve oyun geldikten sonra “İnşallah layıkıyla oynayabilirim”den başka bir korkum olmadı.

Ulvi Kahyaoğlu: Sığınak ilk okuduğumda beni çok etkilemişti, metinle vakit geçirdikçe üzerimdeki etkisi de büyüdü. Hayatımızın fazlasıyla içinde olan ama dışında tutmaya çalıştığımız böyle bir konuyu eksene alması benim için sürece yayılan bir yüzleşmeye sebep oldu. Metin bütün bu çaresizlik içinde karakterlerin kendi hayatlarında sahip oldukları şeye nasıl sıkı sıkıya tutunduklarını ve canları pahasına nasıl savunmak zorunda kaldıklarını görmemizi sağlıyor. Sonunda eşitliğin sağlanmadığı bu sistemin aslında kişiyi nasıl çaresiz bıraktığını görüyoruz.

Sığınak, uzun çalışmalar sonucu sahnelenmiş bir oyun. Sizler için nasıl bir döneme denk geldi ve nasıl bir süreç geçirdiniz?

Uğur Uzunel: Evet, uzun bir çalışma dönemi geçirdik. Çeşitli nedenlerden dolayı ekibimizde değişiklikler oldu. Ara vermemiz gereken zamanlar da oldu. Tüm bunlar yüzünden çalışmamız sekiz ay kadar sürdü. Böyle uzun çalışmalar çok kolay süreçler olmuyor. Bir de üstüne deprem olunca her şey çok daha zor oldu tabii. Aradan biraz zaman geçip provalara döndüğümüz zaman bile aklımız depremdeydi. Konsantre olmak çok zordu. Her boşlukta telefonlara yapışıp bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Haliyle çok yıpranmış durumdaydık. Oyun çıkarmak zaten zor bir şey ve böyle zamanlarda daha da zor oluyor. Ama tiyatronun iyileştirici yanı çok. Bir arada, ekip olmak ve birlikte iş üretmek süreci daha iyi atlatmamıza da neden oldu. Hem kişisel hem de performans olarak çok zorlandığım ama iyi ki de yaşadım dediğim bir süreç. Seviyorum herkesi.

Selin Şekerci: Ben çok uzun zamandır tiyatro yapmak istiyordum ve özellikle İbrahim ile yapmak istiyordum. Çünkü ben sahnede büyüdüm ve tekrar sahneye çıkmak en büyük isteğimdi ama bir türlü setlerden dolayı zaman bulamamıştım. İkisi sinema filmi, biri dijitale dizi olmak üzere çok sevdiğim üç tane iş yapmıştım ve kendimi oyunculuk anlamında doygunluğa ulaşmış hissediyordum. Bunun üzerine Sığınak gelince de ‘‘Tamam’’ dedim. Listeme sevdiğim bir şey daha ekleyeceğim için çok sevindim. Sonra oyunu çalışmaya başladık ama deprem felaketi olunca provalarımıza ara verdik ve bir süre sonra kendimizi toplayıp devam ettik. O prova süreci de farkında olmadan bizim oyun yapma isteğimizi biraz perçinledi galiba. O kadar kötü ve depresif bir dönemdi ki hepimiz için; Sığınak bizim ekip olarak hayata tutunmamızı sağladı. Prova süreci de çok uzun ve meşakkatli geçti. İbrahim ince eleyip sık dokudu, nakış işler gibi işledi oyunu, ışığı, müziği… Hepimiz sanki baştan oyunculuk okuyormuşuz gibi, sanki yeniden öğreniyormuşuz gibi hissettik. Çok verimli bir süreçti bizim için.

Ulvi Kahyaoğlu: Benim tiyatro yapmayı çok özlediğim ve tekrar sahnede olmayı dilediğim bir dönemime denk geldi. Bir yandan sürecin uzun olması benim Sığınak’a dahil olabilmeme sebep oldu. Yer aldığım Tozluyaka projesi bittikten bir kaç hafta sonra provalara başladık. Yoğun bir prova süreci geçirdik, hedef metnin derdini dert edebilmekti ve bu süreci çok dolu geçirdiğimizi düşünüyorum. Ülkece çok zor bir dönemden geçiyor olmak ve bu süreçte depremin de yaşanmış olması aslında duygusal anlamda daha da karmaşık bir yolculuk yaşattı. Aidiyet, güven, insanca yaşayabilmek, yaşama hakkı gibi başlıklara metin açısından bakarken aslında pek çok özdeş duyguyu ve koşulları kendi hayatımızda daha da baskın şekilde gördüğümüz bir dönem oldu bizim için.

Sığınak’ın bir bütün olarak sizde uyandırdığı en yoğun duygu ne? Neden?

Uğur Uzunel: En yoğun, en çok diye bir şey hissetmiyorum. Aslında karmakarışık bir sürü şey hissediyorum. Birilerini anlamakla ilgili bir iş yapıyoruz. Doğal olarak kalbimizi daha çok açmayı deniyoruz. Biraz daha empati duydum bu meselelere. Daha üzgünüm ve daha öfkeliyim. Ama bir yandan daha da iyi hissediyorum. Oyunu dert edinmeyi denemek insanda çok fazla yeri kaşıyor. O yüzden en yoğun duygum diye bir şeyden bahsedemiyorum.

Selin Şekerci: Sığınak’ın bende uyandırdığı en yoğun duygu ilk başlarda söylediğim gibi aslında öteki olmak, bir yere ait olmama halini suratımıza tokat gibi çarpmasıydı. Ben kendimden o kadar çok şey buldum ki… Bana İbrahim metni ilk verdiğinde ‘’Bu kız çok sen, bütün senin alınganlıkların, bütün kendini güçlü göstermek için büründüğün kişi, her şey bu kızda var. Okuduğunda çok heyecanlanacaksın’’ demişti. Gerçekten ben aşırı kırılgan biriyim. Aşırı alıngan biriyimdir aslında ama dışardan çok kabuklu ve sert görünürüm. Acımı çok ajite ederek anlatmaktan hoşlanmam. Sığınak’ta oynadığım ‘G’ de aynı benim gibi. O yüzden de onun o ait olamama, köksüz olma, o baba özlemi o kadar yoğun hissettiğim şeyler oldu ki ‘Buradan belki de ben de ait olma hissimi bulurum’’ dedim ilk okuduğumda.

Ulvi Kahyaoğlu: Öfke. Herkese eşit davranmayan bir sistemin içinde insanca yaşayabilmek için hep daha fazlasını yapmak zorunda kalıp bütün bunlara rağmen kendi hayatına dair bir hayal kuramıyor olmak çok öfkelendiriyor insanı.

Metnin “öteki” olmak üzerine söyledikleri sizde yeni bir pencere açtı mı? Açtıysa bu neydi?

Uğur Uzunel: Az önce bahsettiğim gibi meselelerden biri de bu. Öteki olmak… Tekstte belirtilmemiş olsa da benim oynadığım rolü Afgan diye kodladık. 11 Eylül saldırısından sonra Amerika’da yaşamaya çalışan genç bir Afgan sığınmacı… Hayatı en çok zorlaşacak, en çok nefret objesine dönecek ve en günah keçisi seçilecek kişi. Yürürken insanlarla göz göze gelmekten korkacak kadar tedirgin bir karakter. Yakın zamanda yaşananlardan sonra ülkemizde çok sık karşımıza çıkan bir profil aslında. Ülkemizde Arap mülteciler ve LGBTİ+’lar nerdeyse ortak nefret kaynağı. Böyle bir rolü oynamak, öteki dediğimiz bu insanlarla ilgili bir şeyler konuşmayı denemek, benim için mühim bir iş. Ama “gelin bir de bu yaşanan acıları bizden dinleyin” gibi bir ukalalığın peşinde değiliz. Konuştuğumuz şeyin ağırlığının farkındayız ve altındayız.

Selin Şekerci: Geçen gün Mehmet Ali Alabora röportajında ‘‘hepimiz mülteci olabiliriz’’ diyordu. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki bir millete ait olamamak, dışlanmak her an hepimizin kapısını çalacak bir durum. Hepimiz birer mülteci adayıyız. Bizim ülkemizde çok fazla örnekleri olsa da ve biz bir köprü bile olsak, çok da bildiğimiz, tanıdık duygular değil aslında. Her ne kadar göçebe bir toplum olsak da mültecilerin yaşadığı acıları duyup, görüp onlarla empati kurabiliyoruz sadece. Bu konuyla ilgili bir sürü filmler, belgeseller izledim, kitaplar okudum, vs. ama bunu canlandırabiliyor olmak yurtsuzluk kavramını çok derinde bir yerde hissettiriyor. O da baş etmesi çok zor bir şeymiş.

Ulvi Kahyaoğlu: Ait olduğumuz, doğduğumuz, büyüdüğümüz yere ait olmadığımızı hissetmek kadar yakınız bu kavrama. Aslında bunu daha ne bir şekilde görmemi sağladı. Uzunca bir süredir öteki hissettirildiğimiz bir dönem yaşıyoruz. Olduğumuz yerde istediğimiz hayata ulaşamayacağımız hissi başka bir yerde sıfırdan başlamayı göze almamıza sebep oluyor. Böyle bakınca da bu hikayenin ne kadar dışında olmadığımızı tekrar tekrar görüyorum.

Oyunun ismiyle devam edecek olursak; sizce karakterlerinizin sığınakları kimler ve neler?

Uğur Uzunel: Karakterlerimizin sığınakları birbirleri… İki göçmen çocuk var. Bir tanesi burada doğmuş göçmen bir ailenin çocuğu. Üvey babası tarafından şiddete uğruyor. Bir diğeri annesi tarafından terk ediliyor ve “kim olduğunu” gizlemek zorunda. Birbirlerine sığınıyorlar. Yaptıkları her şey belki de birbirleri için. En nazik ve en kırıcı davrandıkları kişi yine birbirleri oluyor.

Selin Şekerci: Benim karakterimin sığınağı kesinlikle ‘B’. Yani sığınağım annem olsun çok istemişim ama olamamış. Belki biraz üniversite de olabilir benim sığınağım. Ama benim en büyük sığınağım ‘B’. Benim onla geçirdiğim güzel vakitler, onunla yediğimiz parmesanlı tavuk…

Ulvi Kahyaoğlu: Henry’nin sığınağı mesleği, sevgilisi ve ailesi. Hukuk okuyor olması kendine bir sığınak olup aynı zamanda kendi mücadelesini sürdürüyor olmasına sebep olurken bir yandan Uğur’un oynadığı ‘B’ karakterinin de sığınağı olmaya çalışıyor.

Oyunu okuduğunuzda sizde en çok yer eden cümle neydi? Neden?

Uğur Uzunel: O cümle sürekli değişiyor bende. Okuduğumda en etkilendiğim neydi hatırlamıyorum ama bu aralar Selin’in söylediği; “Sisteme bile kayıtlı olmayan birinin ölü bedenini kim ne yapsın?” repliği diyebilirim. Bu çocuklar hakkında çok şey söylüyor. Ölse ya da öldürülse, bir kimliği bile yok. Kimsesi yok. Tüylerim diken diken oluyor duyunca. Ama bu favori replik durumu sürekli değişiyor bende.

Selin Şekerci: Oyunu okuduğumda bende yer eden cümleler o kadar çok ki ama en çok boğazımı düğümleyen cümle sanırım “Üvey babam annemi sürekli tehdit edip dururdu, yıllarca çok korktum onu ortadan kaldıracak diye.” Bir diğeri de, “Sisteme bile kayıtlı olmayan birinin ölü bedenini kim ne yapsın.”

Ulvi Kahyaoğlu: Sisteme bile kayıtlı olmayan birinin ölü bedenini kim ne yapsın?

Sizce Sığınak’ın en çaresizi kim?

Uğur Uzunel: Üçü de çok çaresiz ama benim canlandırdığım “B” hepsinden daha çaresiz. Sistem seni kabul edince de dert bitmiyor. Bunu anlıyoruz ama yine de vatandaş olmak, bu hakkı kazanamayanlara göre büyük bir ayrıcalık ve bir üstünlük. “B” boşuna kürek çekiyor, hiçbir şey düzelemez gibi.

Selin Şekerci: Üçümüzün de çok çaresiz olduğu durumlar var ama romantize edersek ‘B’ en çaresizi. Ama başka bir açıdan bakarsak ben kendi karakterimi yani ‘G’yi en çaresiz olarak görüyorum. Çünkü yine beni en çok etkileyen bir cümle var oyunda, Henry söylüyor bana “Sen kafayı aşkla meşkle bozmuşsun, sahtesini bile kabul ediyorsun.” ‘G’nin hayatının en büyük aşkı hiçbir zaman onun olamayacak.

Ulvi Kahyaoğlu: Uğur’un oynadığı ‘B’ karakteri; toplumda var olmaya çalışırken sistemin ‘B’yi tanımıyor olması onu pek çok anlamda bağımlı kılıyor. Böyle olunca da kendi hayatına dair inisiyatif alma özgürlüğü elinden alınmış oluyor. Bir yandan metne tekrar baktığımızda ‘G’nin ve Henry’nin de yaptığı/yapmak zorunda kaldığı hataların onları odadaki en çaresiz kişi haline getirdiğini görüyoruz.

Sığınak’a gelecek olan seyirciye oyunla ilgili bir cümle söylemek isteseniz bu ne olurdu?

Uğur Uzunel: “Oyunumuz güzel, biz çok seviyoruz, oyunumuzu izlemeye gelin” olurdu.

Selin Şekerci: Oyunda bol bol “teşekkürler” duyacaksınız. Oyundaki minnet anları belki de hayatınızda teşekkür etmeyi unuttuğunuz insanları fark etmemizi sağlar.

Ulvi Kahyaoğlu: Sığınak, toplumca görmezden gelmeyi alışkanlık edindiğimiz şeyleri net bir şekilde görmeye zorluyor. Umarım size de böyle tesir eder.