
Ege Soley ile ”sahiden” yavaşlamak ve sakinlik
Yavaşlamak, şöyle bir durup ”sakinlemek” son birkaç aydır hepimizin dilinde ama konuyu bu işin kitabını yazmış biriyle konuşalım bir de. Sakin kitabının yazarı Ege Soley, sadece bu sıra dışı zamanlarda değil, koşuşturmanın günlük hayatımızda en yüksek hıza ulaştığı dönemlerde çıkarmıştı ruhen ve bedenen dinginliğin formülünü.
Fotoğraf: Dinçer Dinç
Koşmayı bıraktığımız gün, vardığımız gün mü? Aramayı bıraktığımız gün bulduğumuz, gün mü? Ya da konuşmayı bıraktığımız gün, duyduğumuz gün mü?
Biraz durmaya, kendimize dönerek içimizde olup bitenlere kulak vermeye ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde beliriveriyor Sakin isimli kitap raflarda… Peşinde bu sorularla birlikte. Dijital çağın saniyelerle ölçülen süratine kapıldığımız şu günlerde sakin kalmanın formüllerini sunan kitabın yazarı Ege Soley, deneyimlerinden yola çıkarak bizi iç dünyasına götürüyor ve sükunetin anahtarını sunuyor.
‘‘Ege Soley kimdir’’ diye Google’da arama yaptığımızda şu sonuçlar çıkıyor karşımıza: University of Kent’te Avrupa Politikası üzerine lisans eğitimini tamamlıyorsun ve ardından da Paris’e giderek çiçekçilik ve botanik üzerine farklı eğitimler alarak İstanbul’a, Akaretler’deki dükkanına doğru uzanan bir yolculuğa çıkıyorsun.
Peki bu yolculuk sırasında neler belirleyici oldu senin için?
İtalyan Lisesi’nden sonra University of Kent’te Avrupa Politikası bölümünde İtalyanca ve İspanyolca çift ana dal yaptım. Yazmayı, okumayı çok sevdiğim için bu bölümü tercih ettim ve hiç pişman değilim. 2006 senesinde İstanbul’a döndüm fakat burada biraz depresif bir dönem geçirdim. Ne yapacağımı bilemediğim, Avrupa’dan hiç kopamadığım bir dönemdi. Bu sebeple kendime başka bir hedef koydum ve üç aylığına Paris’e Fransızca dil okuluna gitmeye karar verdim.
Paris’e tek yön bilet aldım ve oradaki bir dil kursuna yazıldım. Kursa iki ay devam ettim ama pek de bir şey öğrenemedim. O sıralarda Paris sokaklarında çiçekçilere bakarak gezerken bir fikir uyandı kafamda: Neden İstanbul’da da böyle güzel çiçekçiler olmasın? İletişime geçtiğim onca çiçekçi arasından sadece Pascal Muttel geri cevap yazdı mailime. Kendisine bu alanda Fransa’nın en ünlü isimlerinden biri… Ve bir gün içerisinde, hiç Fransızca bilmeden bir çiçekçide çalışmaya başladım. Dört yıl boyunca hem çiçekçide çalıştım hem de École des Fleuristes de Paris’de botanik ve çiçek eğitimi aldım. 2011’de yeniden İstanbul’a geldim ve kendi adımla kurduğum markamın altında burada da çiçekçiliğe başladım. 2015’e kadar devam etti bu serüven. Ardından çok yakın arkadaşım Gökmen Toroslu ile bu çiçekçi dükkanını Slow Public isimli bir konsept mağazaya çevirdik. Çiçekçilik işimi çok küçülttüm ve üst kata taşıdım. Sadece evler ve ofisler için, çiçek tasarımı konusunda destek oluyorum.
Slow Public o zaman çiçekçiden buraya evrildi, değil mi?
Hep bir mağaza açmak istiyordum ama buna bir konsept, bir çerçeve oluşturmam gerektiğini düşünüyordum. Slow Public de bu arayışın sonucunda ortaya çıktı. Dünyadaki yavaşlama akımı, yeme-içmeden tasarıma birçok alanı etkilemeye başlamışken biz de yolda bir adım atmak istedik ve buranın yavaş tasarım dükkanı olmasına karar verdik.
Slow Public, sadece kadın ve yerel üreticilere yer veren bir mağaza. Burada seri üretimin aksine yavaş ve elle yapılan tasarımlara yer veriyoruz. 35’e yakın markanın ürünlerini bulabilirsiniz. Bir taraftan da MugaMag isimli bir projem daha var. Orada da kadınlarla birlikte birtakım işlerin peşindeyim. İkisi de birbirinden beslenen süreçler olacak gibi duruyor. Bu yüzden Slow Public’teki kadın egemenliğini bozmaya pek niyetim yok aslında.
https://www.instagram.com/p/B6vBlC2AvQR/
Google’a Ege Soley adını yazdığımda karşıma çıkanlardan biri de ‘‘Egemuga’’ mahlasını kullandığın blogun oldu. 2006’dan 2017’ye, kadar aklına gelenleri karaladığın bir alan olmuş orası sanırım senin için…
Evet, orayı bir blog gibi kullandım. 2006 yılında İngiltere’den yeni döndüğüm zamana denk geliyor Egemuga. Uzun bir süre yazdım oraya aslında. Ancak sonrasında ne yazdıysam hepsini kitap için yazdım.
Geçtiğimiz pandemi döneminde ise ikinci kitabımı yazıp bitirdim, onun da temmuz ayı gibi çıkacağını düşünüyorum. Bunların dışında bir de insanlara aylık dijital mektup gönderiyorum. Bu süreç de tam bir sene önce, kitap çıkmadan hemen önce gelişti. Instagram hikayelerimde beni takip edenlere ‘‘Size her ay bir mektup yollasam okur musunuz’’ diye sordum ve pek çok olumlu cevap aldım. Yaklaşık 2000 kişi bu dijital mektup gönderimine abone şu anda. Yani aslında yeni yazılarımı her ay blogumda yayınlamak yerine insanlara mektup yoluyla iletiyorum gibi de düşünebiliriz.
Bunların dışında, Instagram’da paylaştığın fotoğrafların altına da notlar yazıyorsun. Gün içinde aklından geçenler mi bunlar? Yoksa özel notlar tutup planlıyor musun bu paylaşımları?
Açıkçası yazmaya devam ettiğim sürece, nerede yazdığımın pek önemi yok benim için. Mecralar dönüşüyor tabii. Gün içinde aklıma geldikçe telefonuma notlar alıyorum ama bazen geri dönüp okuduğumda yazdığım hiçbir şey ifade etmiyor. Bazen çok heyecanlanıyorum bir cümle buldum diye ama sonra bakıyorum hiç de olmamış o cümle.
Sakin de bir anda ortaya çıkmış bir kitap değil belli ki. Nasıl ilerledi kitabın yazım süreci?
Doğan Yayınevi’nin editörü Handan Akdemir beni Instagram’dan takip ediyormuş. Bir gün mesaj attı ve benimle konuşmak istediğini söyledi. Slow Public’te bir araya geldik ve Instagram’da yazdıklarımı kitaba dönüştürmem gerektiğini söyledi bana. ‘‘Kim ne yapsın benim yazılarımı, Allah aşkına’’ dedim. Ünlü değilim. Başka yazdığım bir roman, kitap da yok. Şaşırdım o an. Handan bir şekilde beni ikna etmeyi başardı ama…
Dediğim gibi, daha önceden de yazıyordum fakat Handan’la bu konuşmamızın ardından masa başına geçtim Sakin’i sıfırdan yazmaya başladım. Instagram’da gördüğünüz notların çok az bir bölümü var kitapta. Belki beş-altı cümle… Ağustos 2018’de yazmaya başladım, dört ayda taslağını tamamladım. Bir sene sonra, Ağustos 2019’da da basımı yapıldı.
Şu sözler beni de kalbimden vurdu: ‘‘Koşmayı bıraktığımız gün, vardığımız gün. Aramayı bıraktığımız gün, bulduğumuz gün. Konuşmayı bıraktığımız gün, duyduğumuz gün.’’
İnsan bu sözleri kendine bir an hatırlatıp uygulamaya başlasa da akşamına bir bakmış yine arıyor, yine koşuyor. Sen bunun nasıl önüne geçtin? Ya da kendini ara ara hâlâ koşarken bulduğun oluyor mu?
Ege: Tabii ki oluyor. Bunu aslında sık sık söylüyorum: Bu kitapta yazanların hepsini çok iyi biliyorum ve bizzat uyguladım gibi bir iddiayla çıkmıyorum okurun karşısına. Bunu bir tür kendim için yazdığım bir ders kitabı gibi düşünebilirsin. Kişisel gelişim ve spiritüellik üzerine pek çok kitap okudum. Hepsinin sonucunda yaptığım çıkarımları, kendi doğrularımı taşıdım kitaba da. Ama uygulayabiliyor muyum… İşte, senin dediğin kadar uygulayabiliyorumdur sanırım.
Bir nevi rehber gibi düşünebilirsin bu kitabı. Ben de insanım, ara ara koşuyorum. Koşmayı bırak, panik bile oluyorum; kontrol etmeye çalışıyorum. ‘‘Akışa güvenme’’ diyorum, halbuki güvenmek gerektiğini kendime söylüyorum. Kitaptakilerin birazını bile yapabilsem, tek bir adım bile atabilsem, benim için güzel bir gelişme olurdu.
‘‘Sakin’’ sözcüğünün zıttı nedir sence?
Ege: Bu soru bana hiç sorulmamıştı daha önce. Çok hoşuma gitti… Bence çok zıttı var, ‘‘sakin’’in. Birkaç tane hatta. Ben kendi açımdan ‘‘heyecanlı’’, ‘‘hareketli’’ diyebilirim. Sence ne?
Ben ‘‘panik’’ derim.
Çok ilginç, hiç aklıma gelmezdi panik. Benim için ‘‘çok hareketlilik’’ ve ‘‘biraz durmak’’, birbirine zıt iki kavram gibi geliyor. Biri çok hareket etmek diğeri de sakin durmak gibi.
Aslında bu kitabın adını koyarken de yavaşlamak üzerinden ilerledik. Önce ‘‘yavaş’’ dedik, olmadı; çünkü ‘‘yavaş’’ kelimesi bana bazen negatif bir his de verebiliyor. ‘‘Yavaş trafik’’, ‘‘yavaş insan’’ gibi. ‘‘Sakin’’ ismi, sonradan çıktı.
Dünyanın hızla değiştiği, sürekli tüketip çevremize zarar verdiğimiz, aynı anda pek çok işi başarma konusunda neredeyse rekor kıracak sürate ulaştığımız şu dönemde yavaşlamak, iç huzuru bulmak ve sakin olmak da bir nevi trende dönüştü diyebilir miyiz sence?
Ege: Evet, diyebiliriz tabii. Trend olması aslında kötü bir şey değil, trend diye bunlardan birini yaparken kendine fayda da sağlamış oluyorsun çünkü. Mesela, herkes meditasyon yapıyor diye meditasyona başlamanın hiçbir zararı yok. Hatta aksine, alacağın o bir-iki ders, hayatına kattığın 80 dakikalık sükunet demek. Haftada bir gün bile olsa et yemeyip vegan beslenirsen bedenine fayda sağlamanın yanı sıra karbon salınımının azalmasına da müthiş katkı sağlarsın. Keşke herkes bu bir trend diye daha sakin yaşamaya çalışsa. Klişeleri kötülemeye gerek yok bence.
Sakin’de Bruce Lee’nin felsefesine ve onun metaforlarına da değinmişsin.
Bruce Lee iyi bir Taoist ve Tao’nun önemli ilkelerinden biri, su gibi olmak. ‘‘Be like water my friend’’ yani ‘‘Su gibi ol arkadaşım’’ cümlesinin geçtiği konuşması da oldukça uzun aslında. ‘‘Su gibi ol, ak. Önüne çukur geliyorsa o çukuru dolduracaksın. Dağ tepe geliyorsa etrafında dolaşacaksın. Başına geleni kabullenerek ilerleyeceksin.’’ Aslında özeti bu. Ve hepimizin de hayatına alması gereken bir ilke.
Aslında kitapta Bruce Lee’nin daha az bilinen başka bir söylemine yer veriyorum. O da kabını boşaltmakla ilgili… ‘‘Benim suyumu kendi kabına doldurmak istiyorsan önce kabını boşaltacaksın; çünkü sen dolu bir kaba benim suyumu alamazsın.’’ Yani önce kendi zihnini, başkaları tarafından sana yüklenenleri boşalt ki yeni bilgilere, fikirlere açacak yerin olsun. Bu da sakin kalmakla, meditasyonla mümkün bir noktada.
Kitabın kapağındaki kağıttan yapılmış kayık çizimi, Bruce Lee’nin üzerinde durduğu Tao sözü ‘Be like water, my friend’ metaforuna bir gönderme olabilir mi? Ya da başka bir deyişle, suda giden o kayık biz miyiz?
Doğru, o kayık bizi temsil ediyor. Kitaptaki illüstrasyonları Bengisu Yayla Baki’ye ait. Önce kitabı okudu, sonra da çizimlerini yaptı. Kapak için dört-beş tane alternatif düşündük ama aralarında bu kayık yoktu. Sonra benim aklıma geldi, kâğıttan yapılan kayığı kapağa koymak. Çünkü en çok o yakışacaktı sanki içinde anlatılanlara. Dövmesini bile yaptırmak istiyorum artık; o kadar çok seviyorum. Bu arada dövme fikrini düşünen tek ben değilmişim; o kadar çok kişi kitaptaki çizimlerin dövmelerini yaptırmış ki! Sık sık bu dövmelerin olduğu fotoğraflar iletiliyor bana.
Sence bu karantina sürecinde yavaşlamanın da mümkün olduğunu ve bir şeyleri kaçırmanın o kadar da kötü olmadığını fark ettik mi sonunda?
Kendi adıma konuşmam gerekirse zaten genel olarak bir şeyleri kaçırıyorum hissim çok fazla yoktur benim. Daha küçük bir hayatın ve elimdekilerden zevk almayı öğrenmenin peşinde oldum genellikle. Fakat duyduğum kadarıyla, evde vakit geçirmenin, yalnız kalmanın çok da fena bir şey olmadığı fark edildi sanki. Aslında satın aldığımızdan çok daha az şeye ihtiyacımız olduğunu da hep birlikte gördük bence.
Peki bu evde kalma dönemi bana şunu çok iyi anlattı dediğin bir şey var mı?
Önceliklerimi ilk kez bu kadar net olarak fark ettim. Neye ihtiyacım olduğunu, neyi özlediğimi, neyi hatırlamadığımı, evden çıktığımda ilk nereye koşacağımı düşündükçe aslında benim için önemli olan şeylerin bir listesi oluşmuş oldu. Her şey normale döndüğünde yapacaklarımı, satın alacaklarımı ve ”hayır” diyemediklerimi bir kez daha düşüneceğimden artık eminim.
Her gün koşuşturma içerisinde olan, kaçırmaktan korkan şehir insanları olarak karantina boyunca yavaşlamaya karşı gelip bu sefer evde üretmenin, verimli olmanın peşine düştük. Online müze gezmek, resim yapmak, yemek yapmak, canlı konser dinlemek, spor yapmak… Boş kalmamalıyız.
Peki sen rutinin dışında farklı neler yaptın bu süreçte? Sence boş duramamamızın sebebi aslında yavaşlamayı ve durmayı beceremediğimizden mi, yoksa başka sebepleri mi var? Nedir bu verimli olma çabasının arkasındaki nedenler?
Dediğin gibi biraz ne yapacağımızı bilememekten, biraz da bu tuhaf durumun paniğinden sanırım, hepimiz bir şeylere sardık, hatta biraz saldırdık. Bir de tabii boş durmak, hiçbir şey yapmadan vakit geçirmek bize hiç öğretilmeyen hatta hep kötü gösterilen bir şey olduğu için bu ritme girmemiz kolay olmadı elbette.
Şöyle bir dönüp bakınca, sen bu üç aylık süreci nasıl yorumluyorsun?
Dünya olarak çok zor ve aynı zamanda çok öğretici, eğer ki dersleri görebilir ve alabilirsek bir daha eskisi gibi olmayacak bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. İnsanlık olarak bu yaşananların sebeplerini, doğdukları ve varacakları yerleri dikkatle görür ve bireysel olarak kendimizi bunlara uygun olarak değiştirebilirsek, bu sancılı süreçlerden sonra aydınlık bir çağın başlayacağına inanıyorum.
Umarım hepimiz ”Ben ne yapabilirim ki” diye sormadan, sadece kendimizi iyileştirmeye çalışmaya ve bütüne faydalı olarak hareket etmeye daha çok özen gösteririz.
ege soley ege soley ege soley ege soley ege soley ege soley