Canavarların zamanı ve yaratımın sorumluluğunu almak: Frankenstein film incelemesi

Dadanizm newsletter duyuru (600 x 600 px)

Guillermo del Toro’nun hayatının projesi olarak adlandırdığı Frankenstein (2025), Venedik Film Festivali’ndeki prömiyerinin ardından Netflix semalarında yerini aldı. Yönetmenin her filminin ilhamı olarak gösterdiği ve hayatı boyunca—hatta tam olarak 50 yıldır—çekmenin hayalini kurduğu film; ustalıkla yaratılmış görsel dünyasıyla seyirciye büyüleyici bir masal vadediyor. Başrolde kariyerinin en güçlü performansını sergileyen Jacob Elordi’ye; Oscar Isaac, Mia Goth ve Christoph Waltz eşlik ediyor. Mary Shelley’nin zamansız klasiği, del Toro’nun elinde zamanın ruhuna dair naif ve şefkatli bir canavar anlatısına dönüşüyor.

İtalyan filozof Antonio Gramsci, eski dünyanın ölüp yeni dünyanın doğmak için çabaladığı zamanı “canavarların zamanı” olarak adlandırır. Bildiğimiz anlamıyla analog dünyanın sonunu iliklerimize kadar hissettiğimiz, doğum aşamasındaki dijital dünyaya ise tam olarak ikna olamadığımız günümüzde bu tanım, daha da anlaşılır oluyor. Frankenstein’a ek olarak, Nosferatu (2024) ve Poor Things (2023) gibi klasik canavarların modern uyarlamalarından, Sick of Myself (2022) ve The Substance (2024) gibi toplum tarafından ötekileştirilenlere, sinemada da çeşit çeşit canavarla sarılı olmamız bu yüzden belki de. Canavarlardan öğrenebileceklerimize, yaratımın yalnızlığına ve Frankenstein’a dadanıyoruz bugün.

Yazı spoiler içerir, hikayenin eskiliğinin rahatlığıyla yazdık bu sefer…

Mary Shelley’nin henüz 19 yaşındayken, 1818 yılında yayımladığı ve bilim kurgu türünün öncüsü olan Frankenstein, ölüme meydan okumaya çalışan hırslı bir bilim adamının yaratımıyla sınanma hikayesini anlatır. Doktor Frankenstein, karşısında kendi elleriyle canlandırdığı yaratığı gördüğünde dehşete kapılıp onu terk eder. Kendi kendine hayatı öğrenen ve vahşileşen yaratık, tüm hayatını yaratıcısıyla yüzleşmek ve intikam almak için yaşar. Bu yolda hem doktor hem de yaratık farklı birer canavara dönüşürler. Hatta kitap referans gösterilirken Frankenstein ve Frankenstein’ın canavarı da sık sık birbiriyle karıştırılır.

Del Toro’nun uyarlaması, Shelley’nin metninden ayrıldığı kısımlarla hikayenin odağına affetme temasının konduğu bir baba-oğul hikayesi anlatmayı seçiyor. Otoriter bir babayla büyüyen Victor Frankenstein (Isaac), annesinin ölümünün ardından ölüme meydan okumayı ve ölümsüz bir insan yaratmayı kafaya takıyor. Kardeşi William (Felix Kammerer) ve nişanlısı Elizabeth’le (Goth) paylaştığı planları, Elizabeth’in amcası Harlander (Waltz) tarafından finanse ediliyor ve Victor uzun uğraşlar sonucu, cesetlerden bir araya getirdiği bir canlı yaratmayı başarıyor.

Karşısında ayaklanan ve bir insan gibi hareket eden bu yaratık başta Victor’u heyecanlandırsa da, bir süre sonra öğrenme hızından tatmin olmadığı yaratığı hatalı kıldığına inanmaya başlıyor. Orijinal hikayeye kıyasla daha uzun bir babalık denemesi görsek de, Victor’ın yaratığı eğitmek için hiç çaba sarf etmeyip sabrını hızlıca yitirmesi ve şiddete başvurmaktan çekinmemesi yüreğimizi burkuyor. Zira Elordi’nin canlandırdığı yaratık, henüz yeni doğmuş, Victor’a muhtaç bir bebek aslında. Ona kucak açmak, kol kanat germek ve iyi gelmek istiyoruz. Neyse ki Elizabeth de bizim gibi düşünüyor ve Victor’un zincirleyip boş verdiği yaratığa şefkatle yaklaşıyor. Biz de bu sayede yaratığın aslında bilinç sahibi ve öğrenmeye açık olduğunu görüyoruz.

Yaratımının yükünü taşıyamayan Victor, laboratuarıyla birlikte yaratığı da yaktığını düşünerek yeni bir hayata yelken açıyor. Yangından kurtulan yaratıksa farklı deneyimler yaşayarak konuşmayı ve hayatı öğrenmeye başlıyor. Kurtulduğunda karşılaştığı ilk canlı olan bir geyikle yemeğini paylaşması ve geyiğe gösterdiği şefkatle, Victor’un yarattığı masum bir canlıya gösterdiği şiddet, ikili arasında güçlü bir tezat yaratıyor. Kitapta Victor’dan intikam almak için birçok kişiyi öldüren yaratık, filmde kendini savunmak dışında hiçkimseye zarar vermiyor. Hatta birilerinin ölümüne yanlışlıkla da olsa sebep olan kişi hep Victor oluyor. Del Toro’nun bu seçimi, canavarı masumlaştırırken baba figürünü daha da acımasız hale getiriyor.

Yaratığın en büyük ihtiyacı bağ kurmak. Ancak dış dünyada bunu yapabilmesinin tek yolu özünü saklamaktan yani görünmez olmaktan geçiyor. İlk olarak ahırında saklandığı bir aileye gizlice yardım ederek, sonrasında da evde yalnız kalan kör bir adamla bağ kurarak insanlarla ilişkilenmeyi, konuşmayı ve okuma-yazmayı öğreniyor. Kendi ağzından hikayesini dinlediğimiz yaratığın, ölümsüzlüğün yalnızlığıyla yüzleştiğini ve tek derdinin Victor’dan bir arkadaş istemek olduğunu anlıyoruz. Çünkü maalesef görünmezliğin ardına saklanarak kurduğu bağlar gerçek değil. Onu olduğu gibi gören ve sevmeyi seçen tek kişi olan Elizabeth’in ölümü de her şeyi daha da zorlaştırıyor.

Günün sonunda del Toro, acımasız baba ile terk ettiği oğluna birbirini affetme fırsatı sunuyor. Özlerini değiştirmek için tüm film boyunca uğraşan ikilinin kendilerini ve birbirlerini oldukları gibi kabul etmekten başka çareleri kalmıyor. Yaratık Victor’un kısıtlı sevgisinden özgürleşmek için onu affederken, kendi kaçınılmaz yalnızlığını da kabul ediyor. Victor ise aslında tüm hayatını babasına, hayata ve ölüme başkaldırarak geçirmesinin yaşamdan bir kaçış olduğunu anlıyor ve yarattığı şeyin masumiyetiyle ve tabii hatalarıyla barışıyor.

Del Toro, 2018 yılında The Shape of Water (2017) ile En İyi Yönetmen dalında kazandığı Altın Küre Ödülü’nü kabul ederken, hayatı boyunca sadık kaldığı canavarlara mutluluk veren kusurlarımızı görünür kıldıkları için teşekkür etmişti. Yönetmenin Frankenstein hikayesine yaklaşımında da özümüze dönüp kusurlarımızla barışma çağrısı göze çarpıyor. Bir baba-oğul hikayesinin ötesinde, zamanın ruhuyla düşünüldüğünde Frankenstein, günümüzdeki yaratımları ve insan olmanın ne demek olduğunu sorguluyor. Her fırsatta yapay zekaya karşı olduğunu belirten yönetmen, gerek sanatta gerek de yeni bir hayatı dünyaya getirirken tüm yaratımlarımızı etraflıca düşünmemiz ve sorumluluklarını almamız gerektiğini vurguluyor. Del Toro’nun sineması, düşünmeyi elimizden alan araçlardansa, yaşadığımızı hissedebildiğimiz paylaşımlara dönmemizi umuyor.

Yönetmenin 11 yaşında okuduğu gün maneviyatla ilişkisini sorgulamaya başladığını anlattığı Frankenstein hikayesini sonunda film haline getirebilmesi içimizi ısıttı. Del Toro’nun bu hayalini gerçekleştirmesine fırsat ve tabii dev bir bütçe veren Netflix’e minnettarız. Ama yine de platformun vizyon politikasından ötürü bu filmi sinemada deneyimleyememiş olmanın da üzüntüsünü taşıyoruz. Bir süre canavar hikayelerine mola vereceğini söyleyen yönetmene pek inanmasak da, yeni projesini merakla bekliyoruz.

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin