O eski zombilerden kim kaldı: Oscar’a doğru bir ‘Get Out’ güzellemesi

Yazı: Güliz Atsız

Get Out’u neden sevdiğimi önce anlamadım. Sevilmeyecek bir film olduğundan değil, tersine sevilmeyecek gibi değil. Ama nedir bu filmi bu kadar güzel yapan? Benim için filmden aldığım keyif, zekice hazırlanmış bir bulmacayı çözmenin zevkiyle aynıydı. Bulmacanın tamamını çözmemiş olabilirim, orası çok önemli değil. 

Uzun zamandır alt metni bu kadar kuvvetli, göndermeler ve referanslarla bu kadar dolu bir film izlememiştim. Bu yüzden de “film neyle ilgili” sorusuna cevap vermek biraz zor. Ancak bir konu özeti yapılabilir belki bu soruya cevaben. Siyah esas oğlan (Chris), beyaz kız arkadaşını (Rose) ailesiyle tanıştırmak için hafta sonu evine götürür. Baştan itibaren bir gerginlik ve garip olaylar nedeniyle diken üstündeki Chris, canını kurtarmak için kaçması gerektiğini anladığında artık çok geç olur. Rose’un annesi hipnozla Chris’in bütün motor fonksiyonlarını kontrol edebilir hale geldiğinden, hareket bile edemez. Bedenine, bir beyazın bilinci yerleştirilecektir ve kendi varlığı, bilincinin en dip noktalarında yitip gidecektir. Ancak olaylar gelişir ve Chris bir şekilde kaçmayı başarır.

Böyle kulağa çok özel bir filmmiş gibi gelmiyor evet ama Peele’in genre’larla oynayarak (“oynayarak” diyorum çünkü bir takım genre’ların parçalarını başkalarıyla birleştiriyor) bambaşka bir noktaya taşıyor filmi. ‘Genre’ yani tür, temelde ticari kaygıların paradigması. Amerikan stüdyolarının “bu filmi kim izlesin diye yapıyoruz, kime satacağız” diye düşünerek geliştirdikleri başlıklar. Bugün Netflix, ‘eleştirmenlerden tam not alan’, ‘tarihi’, ‘baba-kız ilişkisi temalı İngiliz savaş filmleri’ gibi başlıklarla bu satış yönteminin en özelleştirilmiş ve suyu çıkarılmış halini servis etmekte.

Cins bir film

Film teorisyenleri ise, genre’lardan bahsederken, ticari kaygılardan ziyade, şablonlarla ilgileniyorlar. Geriye dönüp baktığımızda bazı filmler arasında sürekli tekrar eden birtakım motifler görmekten kendimizi alamadığımız için, genre’lar oluşuyor. Aslında bir çeşit sınıflandırma ve dosyalama sistemi gibi. Genre denilen bu araç, ticari de olsa akademik de olsa aslında izleyici ve onun beklentileriyle ilgili bir şey. Korku, müzikal veya komedi gibi etiketler gördüğümüzde ister istemez kafamızda bazı fikirler belirmeye başlıyor. Aradaki fark yalnızca ticari olanın, başlıklarını açıklamak zorunda kalmıyor olması bence. Mesela festival filmi veya sanat filmi diye sinematik bir genre yok ama ticari bir tür olarak pekala kullanılabilir, seyirciye film hakkında küçük de olsa bir şey hissettirebilen bir başlık.

Get Out’u düşündüğüm zaman, çok fazla şey söylemek isteyen ve bunu yaparken de filmi ağırlaştırmak ve didaktik bir hale getirmek istemeyen bir yönetmenin birkaç sembolle ne kadar çok şey anlattığı geliyor aklıma. Yönetmenler, genre’yı daha çok bilet satmak için veya daha çok beklenti karşılamak için değil de bir iletişim aracı, bir dil olarak kullandıkları zaman gerçekten tarif edemediğimiz güzellikte şeyler çıkıyor ortaya.

Piyasaya korku filmi etiketiyle çıkmasında çok şaşılacak bir şey yok belki ama Get Out aynı zamanda çok da sağlam bir kara komedi örneği. Sonradan The Late Show with Stephen Colbert’in programında öğrendiğime göre, zaten Peele da filmi Altın Küre Ödülleri’ne yollarken filmin türünü komedi diye beyan etmiş. Bu durum, filmi esaslı bir korku antolojisi olmaktan alıkoymuyor.

get-out

Zamane zombileri cins cins

Film bittikten sonra uzunca bir süre, “Bu bir zombi filmiydi” diye düşündüm. Filmde birilerini yemek üzere bilinçsiz bir şekilde dolaşan ölüler yok belki ama zaten zombi filmleri -istisnalar hariç- hep zombilerden başka şeylerle ilgili oluyor. Ve de zombi genre’sının başlangıcında aslında tarlalarda çalıştırılmak üzere diriltilip, köleleştirilmiş yerlilere ‘zombi’ deniliyordu. Beyazlar kolonileştirdikleri yerlerde yerel ritüelleri, büyüleri bilen ve ‘öteki taraf’la ilişkileri olan birileriyle anlaşır, mezardaki ölüleri bedava iş gücü olarak kullanırdı. Yani aslında zombi diye, beyazların işine geldiği gibi kullanılmak üzere, ruhundan bilincinden arındırılmış siyahlara deniyordu. Bu bakımdan Chris, bir nevi erken dönemerden bildiğimiz kolonyal zombilerden. Bağlandığı koltuktan kurtulmak ve özgür kalmak için, koltuğun kolundaki pamukları toplamak zorunda kalması küçük bir detay gibi gözükse de, hem tarihsel hem de sinemasal olarak büyük göndermeler içeriyor.

Beyinsiz et yiyicilerin dünyayı sarması ise tam kıvamına Night of the Living Dead’le başlıyor. Bu film, kendisinden sonra gelecek tüm filmlerin kurallarını belirleyen, zombi genre’sının Pscyho’su diyebileceğimiz bir film. Bu filmi tarihsel açıdan özel kılan ise esas karakterinin (Ben) siyah olmakla kalmayıp, bir de bütün film boyunca en soğukkanlı, en doğru hamleleri yapan, lider ruhlu bir karakter olması. Üstüne bir de etrafına toplanan basiretsiz ve aşırı panik ve laf dinlemeyen beyazlar yüzünden fazla mesai yapmak zorunda kalıyor. Filmin sonunda bütün beyazlar aptallıklarına doymayıp ölürken, bir tek o kurtuluyor, fakat onu da zombilerle mücadele eden güneyli, beyaz bir grup adam zombi zannedip öldürüyor. Bu bakımdan Ben aslında film boyunca, zombilerle değil beyazlarla mücadele ediyor ve sonunda da ironik bir şekilde zombilerin değil beyazların kurbanı oluyor. Chris’in de beyazların arasında hayatta kalmaya çalışması, filmin en empati kurulabilir karakteri olması ve beyazların onu kurban seçmesi, bir Ben ve Night of the Living Dead çağrışımı yapıyor.

Bedenin ve bilincin kontrol edilmesi meselesi Invasion of the Body Snatchers filmlerini de çağrıştırmazsa olmaz. Toplamda benim bildiğim dört tane Invasion var. Remake meselesi her zaman ilgimi çekmiştir. Yönetmen hangi filmden bir tane daha yapmak istemiş ve neden, neleri değiştirmiş veya birebir aynı yapmış diye bakınca hep acayip bulgular çıkıyor. Bu Invasion filmlerinin de Amerikan toplumunun bilinçaltında o dönem hangi dış düşman varsa, onu canavarlaştırdığını tesbit etmek zor değil. Böyle her sene çok film çıkıyor diyeceksiniz belki de. Haklısınız. Burada bana ilginç gelen, sanki düşmanın kim olduğu her değiştiğinde bir tane bundan çekmişler gibi olması. “Neden ille de Invasion” sorusu ilgimi çekiyor. Bu aralar mutlaka bir tane daha yapılması lazım aslında bu hesaba göre. Ancak belki de gerek kalmamıştır çünkü belli ki Get Out da bir çeşit ‘body snatch’ filmi. Hem de bu sefer düşman, liberal görünen ama son derece sınıfçı ve ırkçı üst orta sınıf beyaz Amerikalılar. Peele sanki kendini hiç tutmamış, ağzına geleni söylemiş gibi.

Röportajlardan takip ettiğim kadarıyla Peele, birinin başka bir insanın bedeninde yaşaması fikriyle John Malkovich Olmak filmine de göndermeler yapmış hatta Catherine Keener’ı biraz da bu yüzden cast etmiş ama ne yalan söyleyeyi bunlar benim aklıma hiç gelmemişti.

get out

Gizli bölmelerde saklananlar

Bunlara ek olarak film gotik kanondan da hayli beslenmiş. Olayların bir evde geçiyor olması ve o evde çözülmesi birinci ipucumuz. İkinci ipucumuz kilitli kapılar, gizli bölmeler. Chris, Rose’un odasında gizli bir bölmede, Rose’un kendisinden önceki siyah sevgilileriyle çekilmiş fotoğraflarını buluyor ve tehlikede olduğundan emin oluyor. Gizli bölme, Chris’in kaçmaya karar vermesine neden olduğundan, hikayenin akışında etkili bir rolü var. Üçüncü ipucumuz ise gotik filmlerin bodrum ve tavan arasıyla bitmeyen derdi.

Freud, insan ruhunun üç katmandan oluştuğunu -id, ego ve süperego- söyler. Bu katmanların beyazperdedeki kitabını ise Psycho ile Hitchcock yazar. Norman Bates’in annesi Norma Bates, evin üst katında yaşamaktadır. Tepede, her şeyi gören, yargılayan, ahlaki normları belirleyendir. Giriş kat, Norman’ın Norman olduğu alandır. Bodrum ise, Norman’ın herkesten gizlediği arzularının ve bilinçaltının depolandığı yerdir. Bu yüzdendir ki, Norman artık iyice kontrolden çıktığında annesinin kemiklerini üst kattan bodruma taşır. Zizek’e göre bu Norman’ın süperegonun himayesinden çıkıp, ide teslim olduğunun sembolik bir göstergesidir.

Filmin başlarında, Chris’e bodrum kapısının gösterilmiş olması ve bodrumun olması, hayli nükteli bir hareket. Nitekim film ilerledikçe görüyoruz ki, Chris bodrum katında tutsak ediliyor ve hatta bir insanın bilincinin başka bir bedene aktarıldığı operasyonlar da yine bodrum katta gerçekleşiyor. Bir bilincin bastırılıp “batığa” (filmdeki tabiriyle sunken place’e) itildiği, diğer bilincin onun üzerine geçtiği bu ameliyat için Peele, Norman Bates’in kişiliklerinin parçalandığı yeri seçmiş.

Chris’i harcayacaklar matmazel

Bununla da bitti mi, bitmedi! Peele, Psycho ve Texas Chainsaw Massacre’la temelleri atılan slasher kurallarını Wes Craven kadar iyi bildiğini, gerekirse kullanmaktan çekinmeyeceğini de kanıtlıyor. Slasher’larda katilin “slash” ediyor olmasından kaynaklanan iki önemli duruma gönderme yapıyor; katilin kurbanlarına yakınlaşma mecburiyeti ve de öldürme eylemini mutlaka penetrasyonla gerçekleştirmesi, kurban üzerinde bir nevi eril bir otorite ispatlaması. Armitage ailesi, kurbanlarıyla önce yakınlaşıp sevgili oluyor, sonra onların bilinçlerini deşiyor, bilinçaltlarına giriyor, daha sonra da kafataslarını keserek her yönden kuşatıp penetre ediyorlar. Ayrıca telefonlar çalışmıyor, polis ipuçlarını hafife alarak ve hatta gülünç bularak, zamanında müdahale etmiyor. Final girl’ümüz Chris de geyik kafası boynuzlarıyla babayı deştikten sonra artık bıçak tüfek müfek ne bulursa, gerçek bir final girl gibi tüm imkanları sonuna kadar kullanıyor kaçabilmek için.

Armitage ailesinin Chris’e yaptıkları ve Chris’in hepsini tek tek avlayarak öldürmesi ‘rape and revenge’ sub-genre’sını da çağrıştırıyor. Bu tür filmlerde benim tespit edebildiğim kadarıyla, ateşli silah kullanılsa bile, kurbanlardan en az bir tanesi mutlaka kesiciğ-delici bir aletle öldürülüyor. Penetrasyonun cezası ancak kontr-penetrasyonla kesiliyor ve bu sayede filmin başında kurulan eril otorite yok edilmiş oluyor.

Oscar alır mı, almaz mı?

Ve evet, bütün bu öğelerin yanı sıra, Get Out hâlâ çok da komik bir film. Esas oğlan Chris’in şişman ve komik arkadaşı Rod, film boyunca başına gelen talihsizliklerle ve “komplo teorileriyle” filmi bir komedi filmi gibi taşıyor. Ayrıca filmde beyazların liberal, siyaseten doğrucu ve hatta siyah kültüre dair bir şeyleri zaten kullanıyorlarmış gibi görünme çabaları da komik durumlar yaratıyor.

Get Out’un korku genre’sının alt türlerinde dolaşarak, bunların öğelerini ortaya karışık bir şeyler yapmak için kullandığını düşünmüyorum. Tersine, çok büyük şeyler anlatabilmek, büyük politik mesajlar verebilmek için ve bunu yaparken de hamasi ve didaktik bir söylemin tekdüzeliğine düşmemek için tüm bu göndermeleri araç olarak kullandığını düşünüyorum. Filmin yönetmeni Jordan Peele sinemayı iyi konuşan biri belli ki. Moonlight’ın hemen arkasından bu sene de Get Out en iyi film veya yönetmen gibi büyük bir ödül kapar mı bilemiyorum. Akademinin hareketlerini kestirmekte çok beceriksizimdir. Ama Peele’in yaptığı işlerin gerisi gelecek bence ve her defasında da yine yapmış yapacağını dedirteceğini hissediyorum.