Breaking Bad’in yaratıcısından modern bir salgın anlatısı: Pluribus dizi incelemesi

Dadanizm newsletter duyuru (600 x 600 px)

Breaking Bad, Better Call Saul gibi yapımlarla adını dizi tarihine altın harflerle yazdıran Vince Gilligan’ın son eseri Pluribus, bir süredir merakla bekleniyordu. Kasım’da yayınlanmaya başlayan dizi 23 Aralık itibariyle ilk sezonunu tamamladı ve ikinci sezonunun dönüşünü de 2027 olarak müjdeledi. Uzaydan dünyamıza gelen bir virüsle beraber insanların bireysel bilinçten kolektif bilince geçişine şahit olduğumuz bu yapım da Gilligan’ın diğer yapımlarında olduğu gibi yavaş ama emin adımlarla yolculuğunu sürdürüyor ve bizi epey cezbediyor. Hey Carol, bu yazıyı senin için yazıyoruz.

Pluribus’u daha iyi anlamak ve anlatmak için önce pluribus’u anlamalıyız. Pluribus kelimesi Latincede “çokluk” anlamına geliyor ve Amerikalıların da “çokluktan birliğe” anlamına gelen “E pluribus unum” gibi bir sloganları var. Amerika’daki tüm insanların tek bir ulus olarak birleşmesini temenni eden bu slogan bizim dizideki uzaydan gelen virüsümüzün de mottosu. Pluribus dizisi, yaklaşık 600 ışık yılı uzaklıktan geldiği tespit edilen birtakım sinyallere heyecanlanan bir grup insan ile açılıyor. Bu sinyalleri çözmeye çalışan bilim insanları daha sonra çalışmalarını laboratuvara ve tabii ki deney farelerine kadar genişletiyor. Sinyallerin bir çeşit moleküler sembol olduğunu düşünen araştırmacılar fareler üzerinde çeşitli nükleotid dizilerle denemeler yapıyorlar ve bum! Tebrikler! Sinyali DNA’ya etki eden bir çeşit virüse dönüştürmeyi başardılar ve şimdi bütün insanlık tehlike altında. Laboratuvardaki ilk hastamız gözünü açar açmaz ilk bulduğu kişinin dudaklarına yapışıyor, sonra o kişi bir başkasının, bir başkası öbürünün derken bu bir öpüşme salgını mı diyoruz ama hayır: Bu yakın temas, aslında biyolojik bir zorunluluktan ziyade, kişinin mahremiyetini yıkan ve onu “diğeriyle” en hızlı şekilde eşleyen sembolik bir aktarım gibi. Virüs, en savunmasız olduğumuz o anı, bizi kolektif/kovan zihnine dahil etmek için kullanıyor. Çünkü tüm bu insanların aslında tek amacı virüsü en hızlı şekilde dünyaya yaymak.

Yazımızın bundan sonrası bol miktarda spoiler içeriyor Carol!

Gilligan’ın alışık olduğumuz kasvetli sinematografisi ilk bölümde kendini hemen gösteriyor ve bizi şöyle bir sarsıyor. Virüs son sürat yayılırken bir yandan da hikayenin başrolü olan Carol Sturka’yı tanıyoruz. Carol her şey normalken bir bilim kurgu yazarı olarak hayatını kazanıyor, sevgilisi Helen ise aynı zamanda menajerliğini üstleniyor (dünyanın sonunun geldiği yapımlarda lezbiyen bir başrol görmeye hiç alışkın değiliz, bir şok daha). İkili, Carol’un son kitabı için imza günündeler. Daha sonra biraz rahatlamak ve kitap satışlarını kutlamak için bir bara gidiyorlar. Bu sırada ise virüs salgını orduya kadar zuhur etmiş ve artık yayılması tehlike altına girmek üzere. Bu nedenle yayılma çalışmalarını hızlandıran virüslü arkadaşlar artık karadan, havadan her türlü dağıtım kanallarına başvurarak dünya üzerinde tek bir insan bırakmamaya yeminliler. Çünkü doğaları gereği yayılmak zorundalar. Ama o da ne? Etrafındaki herkes birer birer bu virüsten etkilenirken Carol hala kişisel bilincini koruyor ve etrafında olan biteni büyük bir dehşet içinde izliyor. Maalesef Helen, Carol ve diğer bağışık on iki kişi kadar şanslı olamıyor ve bu büyük salgında hayatını kaybeden 886 milyon kişiden biri oluyor.

Onlar hakkında bildiklerimiz

Biz bu salgına virüs diyoruz ama bu aslında daha sonra öğreneceğimiz üzere “hepimizi birbirine bağlayabilen bir tür psişik yapıştırıcı.”Bu salgına yakalanan ve sağ kalan herkes bireysel bilinçlerini kaybediyor daha doğrusu virüsün bulaştığı diğer tüm insanlarda paylaşıyor ve bir kolektif bir bilinç oluşturuyorlar. Yani mahallenizin terzisi dünyanın bir diğer ucundaki başarılı bir jinekoloğun bilgisine ve becerisine sahip olurken aynı şekilde jinekolog da terzinin zanaatkarlığına sahip oluyor. Tabi paylaştıkları sadece beceriler değil duygular, anılar, fikirler yani aklımızdan geçen her şey. Bir yandan heyecan verici olsa da bir yandan da aşırı korkunç bir durum. Carol da hem Helen’in ani kaybıyla yıkılmışken hem de bu ütopik durum karşısında korkuyor ve öfkeleniyor. Kendilerinden “biz” diye bahseden bu insanlar Carol’la iletişim kurmaya çalışıyor; birdenbire tüm Amerika halkı Carol’un emrine amade oluyor çünkü onlara benzemeyen bu insanı bir an önce kendi taraflarına çekmek derdindeler. Doğaları gereği yayılmak zorundalar ama bize yalan söyleyemezler. Açlıktan ölmemek için ölü insanları bir soğuk hava deposunda depolayıp onlardan besin sağlarlar ama dalındaki bir elmayı koparamazlar. Bir yandan bağışıklığı olan insanların gönlünü hoş ederken bir yandan da harıl harıl onları nasıl dönüştürebileceklerini araştırırlar.

Pluribus, ayrıca Gilligan’ın renkleri dile getirmesiyle beraber izlemesi çok daha keyifli bir yapım haline geliyor. Hayranların da sosyal medyada bolca konuştuğu üzere Gilligan temel olarak mavi ve sarı renklerini kullanıyor dizisinde. Genel olarak izolasyon, soğukluk ya da huzur gibi kavramları temsilen kullanılan mavi rengi büyük çoğunlukla “onların” üzerinde, arabalarında, sütlerinde görüyoruz. Hikayesine göre birçok yere çekilebilen sarı ise burada bireyselliği, özgürlüğü temsil ediyor ve Carol’un ceketi ya da Manousos’un fuları gibi tekil kalabilen karakterlerle özdeşleşiyor. Carol ve Zosia arasında yaşanan yakınlaşma sahnelerinde ise mavi ve sarının karışımı olan ve tekinsizlik hissettiren yeşil rengini görüyoruz üstlerinde. Sezon finalinde Zosia ile ayrılan ve artık savaş boyalarını süren Carol’un ise siyaha büründüğünü görüyoruz çünkü artık Zosia’nın yasını tutup dünyayı kurtarmaya kararlı.

Pluribus hakkında sevdiklerim, sevmediklerim

Öncelikle Carol gibi bir karakteri kuir olarak yazdığı ve “onun için yazdım” dediği Rhea Seehorn’a teslim ettiği için Gilligan’ı seviyorum. İkilinin Better Call Saul’dan gelen aşinalığı kesinlikle ekrana da yansıyor. Bunun dışında Carol’un saçmalamasını, mantıksız davranmasını, bir yerden sonra insan olduğunu hatırlayıp korksa da başka insanlara muhtaç olduğunu kabul etmesini, Zosia konusunda kendini kandırmasını ve en sonunda fabrika ayarlarına dönmesini de yerinde buluyorum. Her ne kadar dizinin en düşük skorlu bölümleri Carol’un yalnız olduğu bölümler olsa da olası bir benzer salgında verilmesi gereken en gerçekçi tepkileri verdiğini görmek beni bir izleyici olarak mutlu etti diyebilirim. Ve tabii ki bölüm sonlarında çaldıkları sürpriz Türkçe şarkılarla da gönül telimizi titrettiler.

Bunun dışında “keşke” dediğim konuların başında virüse karşı bağışıklığı olan diğer kişilerin de hikayede en az Manousos kadar yeri olmaması geliyor. Keşke diğer on kişiyi de bu kadar yüzeysel karakterler olarak tutmak yerine en azından birkaç kişiyi daha “dünyayı kurtarmak” konusuna dahil etselerdi. Bir de tabi şu frekans konusunda biraz daha bilgi sahibi olmak ya da dizide zaman zaman düşülen tekrarların azalması da bizi daha mutlu edebilirdi. Nedense ikinci sezonda konuya bodoslama dalacağımızı hissediyor ve kafamızdaki soru işaretlerini de fazla uzatmadan yanıtlanacağını düşünüyorum. Artık kapının önünde bir atom bombası olmasının rahatlığıyla (?!) ikinci sezona kadar rahatça dinlenebilirsin Carol, 2027’de tekrar görüşmek üzere.

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin