Talking Heads ile çöl rüzgarı arasında: Ahmed Fakroun ile röportaj
Telefon rehberinizde kayıtlı olan en ünlü, en beklenmedik isim kim? Benim bu soruya vereceğim cevap artık daima Arap disko ve funk müziğinin öncüsü Ahmed Fakroun olacak.
Kendisine Ahmed Bey ya da Mr. Fakroun diye mi hitap etmem gerektiğini uzun uzun düşünürken bir de bakıyorum ki röportaj saati gelip çatmış bile. “Arap dünyasının Talking Heads’i”, “şarkı sözlerinin Sinbad’ı” gibi lakaplarla bezeli bir elli yılı geride bırakan Libyalı Ahmed Fakroun ile sakin bir sonbahar akşamı telefon aracılığıyla buluşuyoruz.
Libya, İngiltere ve Fransa arasında mekik dokuyarak geçen gençliğini, artık evi bellediği Belçika’dan usul usul anlatıyor bana. Soleil Soleil ve Nisyan gibi şarkılarıyla Avrupa’nın ilk Arapça kasetlerini çıkaran müzisyen, 1970’lerde saykodelik müzik videoları ve hiçbir janra sığdırılamayan ezgileriyle Avrupa’dan Kuzey Afrika’ya kadar ortalığı kasıp kavurmuş bir bakıma.
Google’da “Ahmed Fakroun” ismini arattığınızda karşınıza oldukça kısıtlı sayıda, birçoğu birbirinin aynısı olan birkaç metin çıkıyor sadece. Vikipedi’de kendisinden “Arap Dünya Müziği’nin öncüsü” olarak bahsedilen bir müzisyen üzerine nasıl da bu kadar az kaynak olabileceği ilk başta kafamı oldukça karıştırsa da Ahmed ile sohbetimiz derinleştikçe konu biraz daha belirginleşmeye başlıyor. En ünlü şarkılarından biri olan “Ya Beladi”den bahsederken, “O dönemde Libya’da müzik yapabilmek için devlet başkanına bir şarkı adamak zorundaydın,” diye belirtiyor müzisyen.
1970 ve 80’lerde dünya sahnesine adım atan Fakroun’un kariyeri, Libya’nın gittikçe otoriterleşen ve kendini dışarıya kapatan yönetim şekliyle aynı anda baş veriyor aslında. İnternetin bana bahşettiği en değerli hizmetlerden biri olan tercüme aletleriyle birkaç Arapça kaynağı Türkçeye çevirdiğimdeyse, saatlerce arayıp bulamadığım bilgilerin birçoğuna ulaşıveriyorum. Bir kıtanın en bilinen seslerinden olan Fakroun’un kariyerinin başında tecrübe ettiği, siyaset ve dil ayrımına dayanan zorluklar aslında bir bakıma hiç peşini bırakmamış diye düşünüyorum.
“Seyirciyle aramdaki o ilişkiyi, diyaloğu seviyorum, bu yılların değiştiremediği bir his.” diyor Ahmed Fakroun. Kırk sene sonra Türkiye’deki ikinci konseri için yola çıkan müzisyen ile Salon İKSV’de görüşmek için sözleşiyoruz ve sohbetimize dalıyoruz.

Hoşgeldiniz Ahmed Fakroun! Sizi 10 Ekim’de Salon İKSV sahnesinde dinlemek için sabırsızlanıyorum. İstanbul konseriniz daha büyük bir turnenin parçası mı?
Türkiye’de sadece bir konserim olacak, ardından Makedonya’ya gideceğim. Türkiye’den önce de Atina’da bir konserim olacak.
Yani aslında bölgesel bir turne gibi. İstanbul’da daha önce konser verdiğinize dair internette hiçbir bilgi bulamadım. Burada daha önce sahne aldınız mı?
Tabii ki! En son Antalya’da bir konserim olmuştu, 80’lerde.
Bu sefer oldukça farklı bir Türkiye ile karşılaşacağınızı söyleyebiliriz sanırım. Yaklaşık 50 yıl önce isminizi müzik dünyasında duyurmaya başladınız ve o zamandan beri müzikle hep iç içesiniz. 70’ler ve 80’lerde plak şirketleriyle albüm çıkarırken şimdi kayıtlarınızı çoğunlukla kendiniz yapıyorsunuz. Geçen bu 50 yılda sahneyle olan ilişkiniz hiç değişti mi?
Sahne büyülü ve eğlenceli bir ev benim için. Seyirciyle aramdaki o ilişkiyi, diyaloğu seviyorum, bu yılların değiştiremediği bir his.
Hâlâ sahneye çıkmadan önce heyecanlandığınız oluyor mu?
Evet, hâlâ! Özellikle pandemi döneminden sonra bir süreliğine bazı şeyler değişti, o süreç beni oldukça sarsmıştı. Bir dönem konserlerime ara vermem, kalabalık sahnelerden uzak durmam gerekti. Ama Finlandiya’daki bir konserimden sonra her şey yeniden normale döndü.
1970’lerde siz Avrupa’da türünün ilki olan plak anlaşmaları imzalarken, Libya’da da Nasser Al Mizdawi gibi isimler popüler olmaya başlamıştı. O dönemin enerjisini nasıl tanımlarsınız?
İlk kayıt deneyimim 1973’te gerçekleşti, Tommy Vance’in stüdyosunda. Tommy Vance o dönemler radyo dünyasının kralıydı. Bir gün evime geldi ve parçalarımı dinledi. “Ahmed, bunları neden yayınlamıyorsun?” diye sordu. Ben de daha önce hiç bir stüdyoya gitmediğimi söyledim. O da hemen “Tamam, ben ayarlarım,” dedi ve ilk stüdyo kaydımı gerçekleştirdik.
Vance ile nasıl tanıştınız?
O bir radyo programı için Hoxton’da kayıt yapıyordu. O sırada tanıştık ve pek iyi arkadaş olduk. Çok iyi bir insandı. BBC Radio 1’de programı vardı, ayrıca İngiltere Top Chart Parade’i sunuyordu.
Kuzey Afrika’dan gelip 70’lerde İngiltere’de Arapça müzik yapıyordunuz. Avrupalı plak şirketlerinin ve batılı dinleyicilerin parçalarınıza verdiği tepkileri çok merak ediyorum. O dönemin küresel dengelerini düşünecek olursak, eminim ki birçok ilginç yorum ve “tavsiye” yöneltilmiştir size.
O zamanlar İngiltere’de Arapça şarkı sözleriyle, Doğu ezgileriyle müzik üretilmiyordu. Sadece İngilizce parçaları ve müziği destekliyorlardı. Bu yüzden başta bu engel duvarını yıkmakta oldukça zorlandım. Albümümü İngiltere’de çıkaramayacağımı anlayınca İtalya’ya doğru yol aldım. İtalya’nın müzik sektörü farklı kültürlere, dillere ve ezgilere karşı daha kucaklayıcıydı, benimki gibi seslere alan açmaya gayret ediyorlardı. Ricordi adında bir plak şirketi buldum ve ilk plağımı onlar bastı. Ardından Polydor ve Phonogram geldi, ikinci albümümü de onlarla yaptım.
Sanırım Ricordi, sizin albümüzle birlikte ilk kez Arapça bir parça yayımladı, değil mi?
Evet, hâlâ tek Arapça şarkı da benimki.
Avrupa’da yakaladığınız başarıların, baskıcı bir rejim altında yavaş adımlar atan Libya’da nasıl karşılandığını merak ediyorum.
Eve döndüğümde “Jum’a Lail” adlı şarkımı getirdim. 45’lik plağın B yüzündeydi.
O sizin Libya’daki ilk büyük parçanız olmuştu, değil mi?
O parça Libya’da büyük bir başarı elde etti. Sonra Mısır, Fas ve Cezayir’e yayıldı. Soleil Soleil ise Fransa’ya gittiğimde, 1983 civarında çıktı. Bu hiç kolay bir süreç olmadı çünkü Libya’da müzik sektörü diye bir şey yoktu. Korsan baskılar her yerdeydi. Hatta Türkiye’ye geldiğimde mağazalarda kendi plaklarımın kopyalarını satıldığını gördüm.
Bahsettiğimiz üzere Tommy Vance gibi gibi isimlerle çalışıyordunuz. O döneme dair unutamadığınız bir anı var mı?
Vangelis’in küçük kardeşi Nicolas’la da çalıştım. Nicolas o zamanlar benim sanat yönetmenliğimi yapıyordu. Nisyan’a bir ritim kutusu eklemişti, bu sayede parça oldukça farklı bir ses kazandı.
Bir de Ya Blady var. 70’lerin sonunda çıkan bu şarkı, Libya’da baskı arttıkça adeta bir marş haline gelmiş sanırım.
Evet, Ya Blady vatan sevgisi üzerine bir şarkı. Belirli bir isim geçmediği için herkes kendi ülkesine yazılmış bir şarkı dinliyormuş gibi hissediyor, eğer o niyetle dinliyorlarsa tabii. O şarkıyı neden yazdığımı biliyor musun? O dönemde Libya’da müzik yapabilmek için devlet başkanına bir şarkı adamak zorundaydın. Benden de bu amaçla bir şarkı yazmamı istemişlerdi, ben de “Ya Blady”yi kaydettim. Ama şarkıyı aslında ülkeme yazdım, bir lidere değil. Libya’da büyük bir başarı elde etti. Melodisi güçlüydü, duyguluydu.
Gerçekten öyle, sözleri de şiir gibi. Size “şarkı sözlerinin Sinbad’ı” lakabının takıldığını duydum. Nereden geliyor bu lakap?
Binbir Gece Masalları’nda onun hakkında anlatılan hikayeleri çok severim, ara sıra tekrar tekrar dönüp okurum. Sinbad gibi benim de hikayemin dünyanın her yerine yayılmasından geliyor sanırım bu lakap. Yeni albümümün adı da bu, Sinbad. Kayıt sürecini tamamladık ama albüm henüz yayınlanmadı.
Şarkı sözlerinizi yazarken birlikte çalıştığınız bir ekip var mı?
Çoğu zaman birlikte çalıştığım şairler yazıyor. En çok çalıştığım isim Faraj Al-Mutarbut’tu, maalesef artık aramızda değil. Bana kalırsa Faraj, Libya’nın en iyisiydi. Ayrıca Nabil El Jahmi ve Saleh Abbas’la da çalıştım.
Yeni albümden neler beklemeliyiz? İstanbul konserinde yeni şarkılarınızdan birini duyar mıyız?
Çok pozitif bir albüm albüm olduğunu düşünüyorum. Birlikte çaldığım grubum Roma’da yaşıyor, bense Belçika’dayım. Konserde parçaları çalabilmem için beraber prova yapmamız lazım. Türkiye’ye geldiğim sabah çalışacağız.