Yavaşla, dinle, bağ kur: Σtella Bu Festival Bizim ile İstanbul’da

Dadanizm newsletter duyuru (600 x 600 px)

Atina’nın radyolarında, barlarında ve karaoke gecelerinde artık sık sık karşılaştığımız bir isim var: Stella Chronopoulou. Nam-ı diğer Σtella, yeni albümü Adagio ile hepimizi “daha yumuşak bir ritim eşliğinde hayatla yeniden bağ kurmaya” davet ediyor. Biz de modern hayatın kaosu, yoğunluğu ve korna sesleri içerisinden kendimizi derin bir nefesle çekip çıkarıyor ve bu davetine coşku ve umutla dadanıyoruz.

Σtella’nın hikayesi hem oldukça özgün hem de pek tanıdık. Atina Güzel Sanatlar Okulu’ndaki resim eğitiminin ardından odağını müziğe çeviren sanatçı, yolculuğuna birkaç müzik grubunda solistlik yaparak adım atıyor; temkinli ama bir o kadar kararlı bu adımlar… Hislerini dünyayla paylaşabilmek için stüdyoya giren Σtella’nın aklındaysa seneler boyunca feragat etmeyeceği bir şey var: Şarkılarını sınır tanımaksızın herkesle paylaşabilmek.

Σtella’nın yolculuğunun tanıdık kısmı burada başlıyor diyebiliriz: Yunanistan’ın sanatçılarına gerekli desteği sağlamadığını söyleyen müzisyen sevinçlerini, düşüncülerini, zaman zaman da dert edindiklerini müziğiyle dünyanın dört bir ucuna ulaştırabilmek adına İngilizce şarkılarla bezeli bir diskografiye sahip. “Müzik, bir şeyleri ifade etmek, insanlarla ve hayatla bağ kurmak ve dünyaya hakiki ve samimi bir şey katmak için var” diyor, “Benim için buradaki mesele hangi dilde şarkı söylediğimden ziyade, bana pek de destek sağlamayan bir ülkenin müzisyeni olarak kendimi dünyaya tanıtabilmenin bir yolunu bulmak.”

Arzularının peşinden gıpta edilecek bir kesinlikle koşan Σtella için kırılma anı ise Sub Pop Records anlaşması ile gerçekleşiyor. Varlığından bile emin olmadığı adreslere e-posta atarken, hiç tahmin etmediği bir şekilde Sub Pop’un kilit isimlerden birine ulaşıyor ve Nirvana gibi efsanevi gruplara destek eli uzatan ve ışıklarını parlatan şirketin ilgisini çekiyor. 2022 tarihli Up and Away albümünün yanı sıra Adagio da Sub Pop etiketiyle yayınlanıyor.

Bu iş birliği yalnızca Σtella’nın müzikal yolculuğunda yeni bir sayfa açmakla kalmıyor; onun ifade alanını da genişletiyor. Yerel köklerinden beslenen melodileri evrensel bir sound’la buluşturma cesareti, özellikle Adagio’da daha da belirginleşiyor. Kendine has yorumuyla cover’ladığı Yunanca şarkı Ta Vimata’dan, aşina olduğumuz komşu tınılarına kafa sallayarak eşlik edebildiğimiz Corfu’ya, Adagio’nun her noktasında geleneksel ritimler ile indie-rock arasında kurduğu o zarif denge hissediliyor.

Şu aralar Σtella dendiğinde ayrıca heyecanlanmamızın bir sebebi de kendisini çok yakında canlı izleyecek olmamız: Σtella, 7-8-9 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek olan ve bu yıl “Köklenme” teması etrafında şekillenen Bu Festival Bizim’in programında yer alıyor. Kreşendo tarafından Paribu Art’ın katkılarıyla düzenlenen festival müzik, dans, konuşmalar ve yaratıcı buluşmalarla bu yıl da katılımcıları “şimdi ve burada köklenmeye” davet ediyor. Σtella’nın sahnesi ise, Adagio’nun köklerine ve hikâyesine kulak vermek isteyenler için kaçırılmayacak bir buluşma olacak.

Bu Festival Bizim ve konser hemen şuracıkta gözükmeye başlamışken dadanmamız şart olmuştu.

Merhaba Stella, tanıştığımıza memnun oldum! Bir süredir Avrupa turnesindesin ve şimdi rotayı İstanbul’a çevirdin. Turne hayatı nasıl gidiyor? 

Ben de tanıştığıma çok memnun oldum!

Turneye çıkmayı gerçekten çok seviyorum. 22 günlük bir turnenin ardından yeni döndüm ve eve dönmekten mutlu olsam da turnede olmayı şimdiden çok özledim. Şimdiye kadar çıktığım en keyifli turnelerden biriydi bu ve neredeyse bir yıl sonra İstanbul’u tekrar ziyaret edecek olmaktan dolayı çok heyecanlıyım!

Beşinci albümün Adagio’yu geçtiğimiz sene içerisinde yayınladın. Bir röportajında bu albümü dinleyiciye sakin bir müzik deneyimi sunmak, dinleyenleri rahatlatmak için yazdığını okumuştum.

Müziğe yaklaşımının ne kadar bütünsel olduğunu fark etmemek mümkün değil. Bana kalırsa senin bir sanatçı olarak duruşun insanları bir araya getirmeye odaklı. Müziğinin ve sözlerinin dinleyiciye olan etkisi, albümlerin yapım aşamasında sık sık göz önünde bulundurduğun, öncelik verdiğin bir şey mi? 

Nazik sözlerin için teşekkür ederim. Müziğimle insanları rahatlatmak istiyorum, bu benim için bir ihtiyaç. Adagio için stüdyoya girdiğimde, hem hayatta hem de müzikte yavaşlamanın ve yumuşaklığın önemini düşünüyordum. “Adagio” yavaş zaman anlamına gelir ve bu kavrama kendimi çok yakın hissediyorum. Bir şeyleri yavaş yavaş yapmanın verdiği hissi seviyorum, zamanınızı istediğiniz gibi geçirme lüksüne sahip olduğunuzda her şeyi daha dolu dolu yaşayabilirsiniz, buna inanıyorum. Albümü yazmaya başladığımda bir pandeminin ortasında olmamız da bence bu düşüncemi oldukça etkiledi. Hoşumuza gitse de, gitmese de hepimiz durmak zorunda kaldık ve bu boşluk, kendi hayatımla daha yumuşak bir ritim eşiliğinde yeniden bağlantı kurmamı sağladı. Bu ritmi yakalamak ve müziğim aracılığıyla başkalarıyla da paylaşmak istedim.

Adagio albümünde iki şarkıyı Yunanca söylüyorsun: Omorfo Mou ve Ta Vimata. Uluslararası dinleyicilere ulaşmak için genellikle İngilizce şarkılar yazdığını da sık sık belirtiyorsun. Bu iki şarkıyı Yunanca söylemeye nasıl karar verdin? Bu kararın arkasında özel bir hikaye veya duygu var mı? 

Bu aslında pek de bilinçli bir karar değildi, sadece denemek için doğru zaman gibi geldi ve dürüst olmak gerekirse benim için de bir sürpriz oldu. Omorfo Mou’yu yazmaya başladığımda sözler Yunanca çıktı, sanki içgüdüsel bir güç beni buraya yönlendiriyordu ve ilk başta bunun nereden geldiğini anlamadım. Ama akışına bırakmaya ve o hisse teslim olmaya karar verdim. Bu şarkıdan sonra albüme bir Yunanca şarkı daha eklemem gerektiğini hissettim ve o zaman aklıma tüm zamanların en sevdiğim Yunanca şarkılarından biri olan Ta Vimata geldi, 1969’da Litsa Sakellariou tarafından söylenen bir cevher. Yıllardır bu şarkıyı söylüyorum ve kendi versiyonumu kaydedip Adagio’ya eklemek bana çok doğal geldi.

İngilizce ve Yunanca şarkıların söz yazım süreçleri nasıl bir farklılık gösteriyor senin tarafında?

Dünyaları kesinlikle farklı. İngilizce şarkı söylemek bana bir şekilde daha hafif geliyor. Kendimi İngilizce aracılığıyla ifade etmek genellikle daha kolay oluyor çünkü bu dil ile aramda bir mesafe var, ana dilim değil ve bu bana belli bir özgürlük sağlıyor. “Σ’αγαπώ” (Yunanca’da “seni seviyorum” anlamına gelir) demenin, İngilizce’de “I love you” demekten çok daha ciddi duyulduğunu düşündüm hep. Yunancada bu söz daha ağır ve duygusal bir anlam taşır; İngilizce’deyse biraz daha hafif, daha kolay, neredeyse daha eğlenceli gelir. Bu fark, her dilde yazma ve şarkı söyleme şeklimi doğal olarak şekillendiriyor.

Aynı zamanda görsel sanatlarda da üretimlerine devam ediyorsun; ressamsın ve Atina Güzel Sanatlar Okulu’ndan mezun oldun. Geçtiğimiz yıl içinde 80 Days ve Adagio için çekip yayınladığın müzik videoları son derece sakin, özgün ve bir şekilde tanıdık hislere sahip. Bunlar, güçlü ve deneyimli bir sanatçının gözünün ürünü. Şarkı sözlerini ve müziğini görselleştirirken, bunları bir senaryoya dökerken nasıl bir yaklaşım izliyorsun?

Genellikle bir şarkının kaydını bitirdiğimde, o melodinin ve sözlerin bir hikaye, film veya kısa bir görsel iş olsaydı nasıl görünebileceğine dair görseller gözümün önüne gelir. Bu olduğunda, sanki müzik bana kendi görsel yönünü gösteriyormuş gibi, gerçekten de sihirli bir his uyandırıyor. Adagio’da bu çok güçlü bir şekilde yaşandı. Aslında bu videoyu hayal etmeye başladığım gibi ele aldığı hikayesini de bütünüyle yazmıştım. Bu hayali harika bir şekilde hayata geçiren, Glasgow’da yaşayan parlak yönetmen Debora Maite ile çalışmak inanılmaz keyifliydi. 80 Days’in videosu tamamen yönetmen ve animatör Io Papadatou’nun konsepti ve ürünüydü. Super 8 film ile animasyonu harmanlayan, nostaljik ve eğlenceli bir video hayal ettiğim için onunla iletişime geçtim. Andreas Vembos bu videonun büyüleyici Super 8 çekimlerini yaptı ve sonuçtan inanılmaz memnun kaldım. Çok tatlı bulduğum bir şarkı için çok tatlı bir film yaptık diye düşünüyorum.

Sanat yolculuğuna yeni başlayan ve başarıya ulaşmaya çalışan her müzisyen için, SubPop ile sözleşme imzalama hikayenin inanılmaz derecede motive edici ve ilham verici olduğuna inanıyorum. Sanatçıların kendileri için hayal ettiklerine sadık kalmalarını sağlayan bir duruş sergilemişsin gerçekten. Bu yolda sana nasıl hikayeler, fikirler veya hayaller ilham verdi?  

En sevilen ve zamana meydan okuyan sanatçıların çoğunun oldukça naif, mütevazı ve samimi bir yerden geldiğini düşünüyorum. Kate Bush, Annie Lennox, The Queen, Whitney Houston, David Bowie, George Michael, Sade, Amy Winehouse gibi sanatçılar… Hepsi hakiki sevgi ve merak doğrultusunda müzik yapıyorlardı; para veya şöhret için değil. Bu ikisi de daha sonra hayatlarına girmiş olabilir ama onları bir şeyler üretmeye yönelten asla bunlar değildi. Ürettiler çünkü bu onlara mutluluk veriyordu ve bu mutluluk o kadar güçlüydü ki tüm dünyayla paylaşılabilirdi. Müziğin gerçekten de rolü bu: içinizde taşıdığınız sevgiyi ve duyguları paylaşmak. Bu hikayeler ve sanatçılar daima bana derin bir ilham kaynağı oluyor. Müzik, bir şeyleri ifade etmek, insanlarla ve hayatla bağ kurmak ve dünyaya hakiki ve samimi bir şey katmak için var. Bunu başarabildiğinizde… İşte o zaman gerçekten başarmışsınızdır.

2012 yılında müzisyenlik kariyerine başladığından beri iki grup kurdun ve birkaç yıl sonra tamamen solo üretmeye koyuldun. Solo müziğini dünyayla paylaşma yolculuğun nasıl geçti ve nasıl hissettirdi?  

Aslında oldukça utangaç biriyim, o yüzden o zamanlar solo olarak başlamak benim için pek de söz konusu değildi. Bir şeylerin parçası olmam gerekiyordu, tecrübe kazanmak ve nihayetinde kendi ayaklarım üzerinde durabilecek cesareti kazanmak için. Şimdi o dönemi düşündüğümde, o ilk yıllarımın öğrenme ve büyüme açısından çok önemli bir zaman olduğunu görüyorum. Etrafında başka sanatçıların olması benim sadece müziği değil, kendi sanatçı yolculuğumun püf noktalarını da fark etmemi ve öğrenmemi sağladı. Kendi sesimi keşfedip dünyayla paylaşabilmem için bunun gerekli bir adım olduğuna inanıyorum.

Yunanistan gibi ana dili İngilizce olmayan ülkelerden gelen sanatçıların uluslararası bir dinleyici kitlesi bulmakta, dolayısıyla müzik şirketlerinin ve diğer gerekli destek mekanizmalarının ilgisini çekmekte zorlandıklarından sık sık bahsediyorsun. Dil engeli, daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmanın önündeki en büyük engel olduğu için aynı şey maalesef Türkiye’deki sanatçılar için de geçerli. Bu ikilemle karşı karşıya kalan diğer sanatçılara tavsiyen ne olurdu?

Onlara yaratmak istedikleri şeylerden feragat etmemelerini, çizdikleri yoldan şaşmamalarını söylerdim. Bu her şeyin ilk adımı; sana özgün olan hiçbir şeyden vazgeçmemek…

İngilizce şarkı söyleyen, Yunanistan çıkışlı sanatçı olarak uluslararası plak şirketlerinin ve müzik endüstrisinin dikkatini çekmek benim için oldukça zordu, çünkü Yunanistan müzik sektöründe öne çıkan bir alana sahip değil. Bunun nedeni de maalesef Yunanistan’ın sanatçılarını desteklememesi. Sanatçılar için programlar yok, sanata yatırım yapılmıyor. Oysa Fransa veya Hollanda gibi başka ülkeler sanatçılara özel fonlar açıyor ve onlara başarı yolunda destek sağlıyor. Yani aslında benim için buradaki mesele hangi dilde şarkı söylediğimden ziyade, bana pek de destek sağlamayan bir ülkenin müzisyeni olarak kendimi dünyaya tanıtabilmenin bir yolunu bulmaktı. Bu da tabii ki oldukça özveri, pratik ve azim gerektiriyor.

Müziğin herkes için keşif, ifade ve ilham kaynağı olmasını amaçlayan “Bu Festival Bizim” kapsamında İstanbul’da sahne alacaksın. Müziğin sizin için bir sırdaş, bir arkadaş olduğunu nasıl fark ettiğinizi hatırlıyor musunuz? 

Müzikle ilişkimi oldukça küçük yaşlarımdan itibaren bu şekilde görmeye başladım. Dedem ve ailemdeki diğerleri evde kaset ve plak çalmayı çok severdi, ben de buna hep çekildiğimi hatırlıyorum. Çocukken dedemin 7 inçlik plaklarını saatlerce dinler, onlara eşlik ederek şarkı söylerdim. Müzik oldukça kısa sürede benim için bir dost haline geldi, bana büyük mutluluk veren, içimi rahatlatan bir şey…

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin