
“Başta komik gelmiyor ama sonra alışıyorsun”: The Office ve Parks and Recreation’ın bizi içine çeken dünyası
Yayınlandığı günden beri popülerliğini kaybetmeyen, ülkemizde de önce Amazon Prime sonra da Netflix’e gelmesiyle namını sağır sultana bile duyuran The Office ve aynı yapımcıların elinden çıkan, benzer bir komedi tarzını benimseyen Parks and Recreation’ın karşılaştırılması alışılmadık bir şey değil. Ufak bir Google araması bu iki dizinin nice forumlarda nece büyük tartışmalara orta açtığını bize gösteriyor. Kimileri iki diziyi farklı kategorilerde değerlendirerek bir skor tablosu oluşturmuş, kimi de lafa “elmayla armut kıyaslanmaz!” diyerek nokta koymuş. Biz bu yazıda bir skor tablosu oluşturmayacağız çünkü bizim zevklerimiz sizin nezdinizde makul bir zemine oturmak zorunda değil… Öte yandan elma-armut diyerek kestirip atmak da olmaz gibi. Bu iki diziyi karşılaştırmak, birine “Kedi insanı mısın yoksa köpek mi?” sorusunu sormaya daha çok benziyor. Herkesin birini diğerinden daha farklı sevmek için nedenleri olabilir ama günün sonunda iki can dostumuz da evimize neşe getirir! Ayrıca bu soru, yeni girdiğimiz ortamlarda alevli bir kavgaya değil aradaki buzları kırmaya, samimiyeti geliştirmeye hizmet etmelidir. Biz de bu iki diziye birini diğerinden üstün kılmaya çalışmadan, ikisine de sevgimizi tüm içtenliğimizle yansıtmaya çalışarak dadanıyoruz.
İki dizi hakkında genel bir çerçeve çizerek başlayalım… 2005’te yayınlanmaya başlayan The Office, öncesinde Birleşik Krallık’ta yayına giren, Rick Gervais imzalı aynı isimdeki dizinin ABD uyarlaması aslında. Bir kağıt şirketi olan Dunder Mifflin’in Philadelphia’daki Scranton şubesindeki rutin hayatı ekrana taşıyan dizi, bir belgesel ekibinin ofise gelmesiyle başlıyor. Cringe patronumuz Michael Scott, sessiz sakin sekreterimiz Pam, ofis yakışıklımız Jim, uçlarda gezen kötücül karakterine zaman içinde alıştığımız Dwight ve diğer ofis çalışanlarıyla tanışarak pek de heyecan verici olmayan iş hayatlarına tanıklık ediyoruz.
Parks and Recreation’da da yine bir iş yeri komedisi söz konusu ama bu defa bir devlet dairesinde, Indiana’da hayali bir şehir olan Pawnee’nin Park ve Bahçeler Departmanı’ndayız. Pawnee, Indiana’nın en küçük parkına ev sahipliği yapan, cins cins insanın yaşadığı, ufuk açıcı imkanların olmadığı sıkıcı bir şehir. Greg Daniels ve Michael Schur’un 2009’da güçlerini tekrar birleştirip bize bahsettiği bu dizide, hiçbiri The Office’teki kadar “normal” olmayan, daha uçuk kaçık karakterlerle tanışıyoruz. Bastığı yerde gül biten Amy Poehler’ımız, departmanın azimli, hırslı ama çok da başarılı olmayan ve çevresinden saygı görmeyen müdür yardımcısı olarak çıkıyor karşımıza. The Office’teki Karen karakteriyle kendini pek de sevdiremeyen Rashida Jones, dizinin en ayakları yere basan karakteri diyebileceğimiz Ann Perkins olarak bu kez kendini kabul ettiriyor. Departmanın müdürü olan ama tamamen devlet karşıtı Ron, “garip” demekten başka bir sıfat bulamadığım stajyer April, Tom, Andy, Jerry ve Donna da departmanın diğer çalışanları.
İki dizinin konusunun da kağıt üstünde çok da heyecan verici olmadığı ortada: Sıradan bir kasabada sıradan -hatta son derece sıkıcı- işler yapan bir grup insanın iş yeri hikayeleri. Ne Dunder Mifflin’in bulunduğu Scranton ne de Pawnee yaşama hayali kuracağımız şehirlere benzemiyor. İki dizinin de ortak noktası olan “mockumentary” tarzı tam da burada devreye giriyor. Türkçeye “sahte belgesel” diye çevrilen ama pek de kullanılmayan bu terim dördüncü duvarın yıkıldığı, karakterlerin kameraya konuştuğu, belgesel türünün komedi unsuru olarak kullanıldığı yapımlara deniyor. Mockumentary tarzındaki sitcom’larda olay örgüsünden ziyade karakterler diziyi zenginleştiriyor. Bizi güldürecek kadar abartıları, empati kurmamızı sağlayacak kadar derinliği olan karakterler gündelik hayatın monotonluğuyla bir araya gelince samimi ve komik diziler ortaya çıkıyor.
İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan ve 1980’lerdeki This Is Spinal Tap filmiyle popülerleşen mockumentary tarzının The Office sayesinde seyirciyle tam olarak kaynaştığını söylemek sanıyoruz ki yanlış olmaz. Bu türün Seinfeld-Friends-How I Met Your Mother jenerasyonu için başta yadırganabilecek bir mizah anlayışı olduğu da aşikar. (Hangimiz “Ya The Office başta komik gelmiyor ama sonra alışıyorsun” lafını duymadık ki?) İki dizinin de aynı yapımcıların elinden çıktığını göz önünde tutarsak The Office’i sevdiyseniz Parks and Recreation’ı da muhtemelen seveceksinizdir. Ancak The Office baştan sona mockumentary köklerine bağlı kalırken Parks and Recreation’ın bu tarzdan yavaş yavaş sıyrıldığını gözlemiyoruz. Bunun -bizce- mantıklı bir açıklaması da var: The Office’te her ne kadar aralarında romantik ilişkiler yaşansa da ofis dışında bir arada görmemizin pek de mümkün olmadığı bir ekiple karşı karşıyayız. Karakterlerimizin birbirinden pek hazzettiğini söyleyemeyiz… Bu şartlar altında dizinin bir mockumentary olması her karakteri tanıyabilmemiz için bize imkan sağlıyor. Parks and Recreation’da bunun tersi olarak her ne kadar zıt karakterleri olsa da birbirine destek olan, içten içe birbirini seven ve iş dışında da birbiriyle vakit geçiren bir ekip var. Dizi ilerledikçe mockumentary olma ihtiyacı yavaş yavaş azalıyor. Mockumentary dozu azaldıkça Pawnee, Li’l Sebastian isimli minik atımız vefat ettiğinde bayrakların yarıya indirildiği, “çocuk boy” içeceğin gerçekten iki yaşındaki bir çocuğun boyunu ifade ettiği hayali bir evrene konumlanıyor. Yanlış anlaşılmasın, sitcom’da her abartı mübahtır.
Ayrıca bu yola gidilmese doğum gününü bile kimseyle paylaşmayan, gizliliğe “WhatsApp gizlilik sözleşmesini değiştiriyor” haberinden sonra Telegram’a geçenlerden bile daha fazla önem veren(!), internette “Sana bir teklifimiz var Ron!” pop-up’ıyla karşılaştıktan sonra bilgisayarını parçalayan Ron Swanson’ın alter egosu caz sanatçısı Duke Silver’la tanışabilir miydik?
Biraz da bu iki dizinin en çok dikkati çeken zıtlığına değinelim. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyıktaki sakal ve bıyık: Özel sektör ve devlet dairesi. Ah özel sektör, ABD’nin ve kapitalizmin bel kemiği, işçi olmadığını düşünen beyaz yakalılar, yakalılarımız… Neyse, konudan sapmayalım. Günleri Dunder Mifflin’de kağıt satarak geçen karakterlerimizin hayatındaki tüm anlamsızlık ve sıkıcılık takım elbise ve kravatlarının arkasına gizleniyor. Kimse yaptığı işten tatmin olmuyor, nitekim bunun önemi de yok. Gün sonunda herkesin evine ekmek götürmesi lazım ve kurumsaldakilerin gözüne batmayacak kadar çalışmaları yeterli. Pawnee’ye gelirsek… Bürokrasi dediğimiz şey hantallığı ve işleyemeyişiyle tek başına ağlatırken güldüren bir unsur. Özellikle ABD’de devlet kurumlarına güvenin çok düşük olduğunu, bu kurumların hiç ciddiye alınmadığını da düşünürsek Parks and Recreation ti’ye alınacak çok fazla malzemesi olan, sağlam bir liman seçiyor kendine.
Bu iki zıt dünyada karşımıza ortak noktaları olsa da daha çok zıtlıklarıyla anacağımız ana karakterler çıkıyor karşımıza: Yazının başında isimlerini geçirdiğimiz Michael Scott ve Leslie Knope.
Michael Scott, sosyal hayatı iş ortamından ibaret olan bir patron. Liderlik vasfı olmayan, procrastination konusunda tek rakibim, azami dikkat süresi bi kediyle yarışan ADHD kralı Michael Scott bu özellikleriyle Leslie Knope ile taban tabana zıt düşüyor.
Leslie Knope, hırslı, çalışkan, gözünü kırpmadan günlerce çalışabilecek, uykusunda bile fikirlerini kağıtlara döküp sonra bunları kategorilere ayırıp, farklı renkteki dosyalarda toplamaktan keyif alan bir organizasyon ustası. Ayrıca Leslie, siyasilerin ve devlet çalışanlarının ciddiye alınmadığı bir toplumda anti-siyasetçi denebilecek derecede topluma somut katkılar sunmaya çalışan, işine aşık bir karakter. Ancak dizinin ilk sezonunda Leslie’nin becerikli mi yoksa sadece vakit kaybı mı olduğunu tam anlayamıyoruz. Dizinin yaratıcılarından Michael Schur da “Başlarda Leslie’yi hırslı, çalışkan ama siyasi zekadan mahrum biri olarak yansıtmak isterken sadece bir soytarı gibi göstermişiz” diyerek bunu itiraf etmiş. Neyse ki sonraki sezonlarda Leslie’nin karakter gelişimi daha net yansıtılıyor ve onun nasıl da tuttuğunu koparan, güçlü bir kadın olduğunu görüyoruz.
Parks and Recreation’ın aldığı tüm ödüllere rağmen yayınlandığı dönemde The Office’in yakaladığı başarıyı yakalayamamış olduğu bir gerçek… Ama iki dizinin günümüzdeki popülerliğini kıyaslarken sanal sınırları ve algoritmaları da göz önünde tutmakta fayda var. Twitter ve TikTok’ta Michael Scott meme’i görmeden tek bir gün bile geçirmiyoruz. Ayrıca The Office, Netflix’e geldiği günden beri Öne Çıkanlar listesinden inmiyor. Eh bir de Gen-Z prensesimiz Billie Eilish’in en büyük The Office fanı olarak popüler kültür üstündeki etkisini unutmamak lazım. Parks and Recreation ise yakın bir tarihe kadar Amazon Prime’da izlenebilirken oradan da kaldırıldı. İki diziye erişme imkanımız aynı olmayınca Parks and Recreation fanlığı ekşisözlük popüler olanı beğenmeme ve az bilineni sevmekle övünme timinin tekeline girmiş gibi görünüyor. Umuyoruz ki Parks and Recreation yakın zamanda daha erişilebilir olur ve The Office’i tekrar tekrar izlemek yerine bize huzur bulabileceğimiz yeni bir kapı aralar!