
Alper Saldıran’ın hikayeleri
Yazmak, oynamak ve sürekli üretmekten beslenen hayatında Alper Saldıran, hepimizin hikayesini anlatmayı sürdürüyor.
Kuzguncuk’ta yağmurlu bir hava, Seden’le birlikte kırık şemsiyemizle yürürken bir yana bakınca Perihan Abla diğer yana bakınca Ekmek Teknesi geliyor insanın aklına. Eğer İstanbul’un bir ruhu varsa, bunu en iyi görebileceğimiz yerdeyiz. Kuzguncuk, Alper Saldıran’ın da mahallesi aynı zamanda. Onun da uğrak yerlerinden biri olan kafede buluşuyoruz. Son kitabı Siyah Odadan Hikayeler’i aradığımız hiçbir yerde bulamadığımız için üzgün olsak da çantasından çıkardığı kitabı bizim için imzaladığında o üzüntü geçiyor.
Bugünlerden tam bir sene önce ilk kitabı Beyaz Odadan Hikayeler çıkmıştı, şimdi onu Siyah Odadan Hikayeler takip ediyor. Anlatmak istediği ilk hikayelerin ne zaman ortaya çıktığını sorunca Alper Saldıran, yazma sürecine ‘konuştuğu gibi yazarak’ başladığını söylüyor. “Ben kendimce karalıyordum. Mesela bir konuyu kafaya taktığım zaman, onunla yazarak uğraşırdım. İnsan hayat içinde bir sürü şey biriktiriyor, farkında olmuyor. Yazarken bunu fark ettim.”
Kitaplarının isimleri, ilk gördüğümden beri bir senarist hocamın bana yazarlıkla ilgili verdiği öğüdü hatırlatıyor. Demişti ki “Senarist olmak, yazar olmak büyük bir yük. Eğer bu yükü taşımak istiyorsanız unutmamanız gereken bir şey var: Sizin sokaktaki bakkala, yoldan geçen küçük kıza, kahvedeki amcaya; hepsine borcunuz var, hepsinin hikayesini anlatmak zorundasınız.” Acaba Alper yazarken böyle bir yükü hissediyor mu diye merak ediyorum. “Özellikle bu kitapta sıradan insanların yaşadıkları var. Genelde toplumsal olarak bu insanların yaşadıkları bizi ilgilendirmiyor, dikkatimizi çekmiyor. Aslında onların da bir yaşamı bir var. Senarist dedin, şimdi bir senaryo çalışmam var. O da bir sorumluluk, sonuçta Türk sineması, Türk tiyatrosu bir gemi ve bu işle uğraşan herkes; yazarlar, yönetmenler, oyuncular bu geminin içinde. Benim amacım insanlara bir duygu kazandırmak, bir his yaratmak. İlk kaygım sanatsal anlamda.”
Kısaca söylemek gerekirse, kitapta insan hikayeleri yer alıyor ve bu hikayeleri ortaya çıkaran da yine o insanlar, çünkü herkesin anlatılmayı bekleyen bir hikayesi var. “İnsanlar beni esinlendirmeye başladı yazmaya başladığımdan beri. Farklı bir bakış açısı kazandım, biraz daha dışarıdan bir bakış açısı. Dikkatimi, ilgimi çekmeye başladılar. Tabii ki kurgu ve dramatik öğeler eklemek gerek ki okunabilir bir şey olsun. Yazarken izlediğim insan gibi düşünmeye çalışıyorum. Bu kitapta distopyalar var, hepimizin hayal ettiği dünyalar var. Her ne kadar kurgu olsa da bazen kurgular daha gerçek olabiliyor hayattan.”
İlk kitap fikri çok da planlanarak doğmamış, biraz teşvik biraz da merakla başlamış. Bugün Alper için yazma temposu yoğun olsa da, en az onun kadar tempolu şekilde oyunculuk da devam ediyor. Tamamen merakımdan, oyunculuk tarafında işlerin her zaman bir plan dahilinde ilerleyip ilerleyemediğini soruyorum. “Yazmak sadece benim irademe bağlı bir eylem; bir kağıt ve bir kalem, başka bir ihtiyacım yok. Ama oyunculuk konusunda başka iradeler, başka mekanizmalar giriyor devreye. Tabii ki benim hayallerim var bu anlamda, o hayallerime uygun beklentilerim var doğal olarak. Onlara yakın işler olduğu zaman kabul ediyorum ben de. Bazen de hiçbir şey olmuyor, o durumda durmayı tercih ediyorum. Şimdi 34 yaşımdayım, ilk oyunumu 19 yaşımda oynadım ve hâlâ tiyatro yapıyorum, bu anlamda tiyatroda çok daha fazla seçiciyim. Çünkü tiyatrodan dünyevi anlamda hiçbir beklentim yok, tamamen ruhuma hitap ettiği için yapıyorum.”
Tiyatro dediği anda benim için bırakın akan suların durmasını, akan sular resmen yön değiştiriyor. Aklıma ilk olarak Kürk Mantolu Madonna geliyor. Bugüne kadar çok oyun izlemişimdir ama Kürk Mantolu Madonna kadar “Ben geliyorum” diyen bir oyun görmemiştim, gerek prodüksiyon kalitesi gerekse kadrosu ve lansman çalışmasıyla. Sonuçta alışkın değiliz bir tiyatro oyunun böyle duyurulmasına; keşke daha çok yapılsa. Alper Saldıran’ın tiyatroyla ilişkisi, dediği gibi nerede yaptığından bağımsız, sadece ruhuyla ilgili. Tiyatronun yanında televizyon çalışmaları da sürüyor. “Bir diziye başladık, This Is Us’ın uyarlaması, FOX Türkiye’de yayınlanacak. Çok içime sinen ve içinde olmaktan hoşnut olduğum bir iş.”
Bugün yaptığımız planların kaçını yarın hayata geçirebileceğimiz hiç belli olmuyor. Ama bu soru, ortaya her zaman güzel cevaplar çıkarıyor. Alper Saldıran’dan bundan on sene öncesine ve bugüne bakmasını, o sürede nasıl bir yol aldığını düşünmesini istiyorum. “On yıl önce turizmle uğraşıyordum, kendime şu soruyu sordum: ‘On yıl sonra hala burada olmak istiyor musun?’, ‘Hayır’ dedim ve ona göre kararlar verdim. Şimdi de on yıl sonrası için çalışıyorum.”
Bakmayın ‘on yıl sonrası’ kısmını kısa geçtiğine, aslında aklındaki planlar uzun uzun konuşulacak kadar vizyoner. Tiyatroyla kurduğu özel bağın arkasında, tiyatronun derdinin her zaman daha derin insani durumlarla uğraşmak olması var. “Sinema da bununla uğraşabilir, yapmak istediğim sinema da bu tarz bir sinema. İnsanın ruhunu, doğasını, dünyayla ilişkisini anlatan bir sinema.”
Bizim de logomuzun medarıiftiharı olan ve kiminle konuşursak konuşalım, bir şekilde lafın kendisine geldiği Freddie Mercury’yi ve Bohemian Rhapsody filmini, Alper’e sorunca “Hastasıyım” cevabını almamız şaşırtıcı değil, Freddie’nin sıkı hayranlarından ama film konusunda biraz dolu. “Ben ortaokulda gider plaklarını toplardım, plaktan dinlemek ayrı bir güzeldir. Filme gelirsek, filmde bazı yerler öylece geçilmiş, başka bir hayatı var Freddie’nin. Ölmeye yaklaştıkça bilgeleşen bir adam, hatta bu durum şarkılarına da yansıyor. En büyük özelliği asla kendini tekrar etmemiş, olması. Filmde örneğin, gruba dahil olma hikayesi anlatıldığı gibi değil. Zaten tanışıyorlar, Freddie başka bir grupta solist. Aynı zamanda büyük bir Mozart hayranı… Bazı yerler canımı sıktı filmde ama bir şey de diyemiyorum sonuçta filmin başından sonuna Brian May ve Roger Taylor var, hatta Brian May’e de biraz tepkiliyim bu anlamda.”
Filmi konuşup da Rami Malek’e değinmeden geçilmiyor biliyorsunuz. Kendisi bir röportajında rolü kabul etme sürecini açıklarken “Evet” dediği anı “Savaş ya da kaç durumu gibiydi, savaşmayı seçtim çünkü hayatımdaki en büyük ödülleri hep en büyük korkularımın üzerine gidince kazandım” diye anlatmış. Alper’e meydan okumak ya da cesaret etmek istediğin bir rol, bir karakter var mı diye sorunca Kürk Mantolu Madonna’ya geri dönüyoruz. “Raif’te öyle oldu, bir yandan şehir dışında film çekiyorduk o dönem. Gerçekten nasıl olacağına dair hiçbir fikrim yoktu ama “Tamam, hadi yapalım” dedim. Yaklaşık kırk gün boyunca provadan filme, filmden provaya gittim ve kendime dedim ki ‘İkisinden de götürmeyeceksin, ikisine de yetişeceksin’, yetiştim de. İnsanın kendine şaşırdığı, meydan okuduğu durumlar bunlar… Üretmek beni tatmin ediyor.”
Üretmek, ortaya çıkan üründen ve onun insanlara hissettirdiğinden tatmin olmak ve buna devam etme isteği… Ne iş yapıyor olursa olsunlar, bunları yaşayan herkesin hislerine tercüman oluyor Alper Saldıran. “Şu an her şeyin yüzeyselleştiği karton bir çağda yaşıyoruz. Hollywood süper kahraman filmlerinden ibaret. Zevkle izliyoruz, muhteşem bir görsel şölen görüyoruz ve bitiyor, başka bir şey yok. Müzikte de öyle değil mi? Freddie Mercury diyoruz mesela, adam derin bir adammış… Bir dönem, hatırlıyorum, insanlar araştırırlardı, bilgi sahibi olurlar, niteliksel bakarlardı. Nitelik ile nicelik ayrımı vardı. Şimdi sorgulama kalmadı, öyle bir durum var ama bu da bu zamanın ruhu, vardır illa ki bir sebebi. İleride anlayacağız belki…”
Artık bizim için Siyah Odadan Hikayeler’in ilk sayfası, bu sohbetin bir özeti çünkü Alper Saldıran’ın attığı imzada dediği gibi, “Dadanmaya devam, üretmek yaşamaktır.”