Röportaj: Arda Erel ile Senin Hakkında Bir Hikâye romanına dadandık

2022’de çıkardığı Annemin Bilmediği Her Şey’le—tabiri caizse—radarıma giren Arda, Türkiye’nin güncel politik iklimi göz önüne alındığında, kuir bir ilişkiyi kaleme alışıyla beni çok heyecanlandırmıştı. Aradan 2 yıl geçti geçecek, Erel’in 8. kitabı geçen ay yayımlandı. Arda, 28 yaşında, dijitalde yayınladığı yazılarıyla tanınan ve sonrasında da bunu tam zamanlı işi hâline getiren biri.

Son kitabı Senin Hakkında Bir Hikâye’de, heteronormatif bir romantik ilişkiyi konusu ediniyor; yas konseptini, toplum gerçeklikleri bağlamında yeniden ele alıyor ve 2020’lerin gerçeklerinin temsilini kelimeleriyle sağlıyor. Bugün, yazara, kariyer yolculuğuna, kuir deneyimlere ve romantik ilişkilenmelere getirdiği yorumlar özelinde dadanıyoruz. Sohbet aşağıda.

“2024’te 8. kitabını yayımlamış, çağdaş bir romancı” olarak anıyorum seni ama kelimelerini sosyal medyadan duyurduğun zamanlar da hafızamda çok net kalmışlar. Bunun aynı jenerasyonda olmamızla da çok ilgisi var. Sen bir yazar olarak kendini çağdaş dünyada nereye konumluyorsun? Bir hikâye anlatıcısı olarak son 10 yılda hayatında neler değişti?

Alara, aslında geriye dönüp şöyle bir sekiz kitaplık kariyer yolculuğuma baktığımda, kendimi “yazar” olarak konumlandırmak için çok uzun zaman geçmesi gerektiğini, bu zamana ihtiyaç duyduğumu görüyorum. Kendime edebiyatçıların, toplumun, elitistlerin gözünden baktığımda da kendimi yetersiz, ürkek, çaresiz hissettiğim de oldu. Biliyorsun, Türkiye’de “yazar” demek, kültürel anlamı çok yüklü ve epey yaşçı bir kelime ve daha çok gözlüklü, erkek ve yaşlı insanlara atfedilen bir meslek olduğundan, benim açımdan da bu kelimeyi kimliklenmek çok zor oldu. Kendi mesleğimle arama toplumsal o baskıcı bakış girdi; bu yüzden kendime yazar diyebilmem yıllarımı aldı. Oysa ben, yazan, metinle ilgilenen herkese “yazar” diyorum çünkü yazıyorlar. Yazar olmak için kitap çıkarmak bile zorunda değil kimse.

Anlayacağın, çağdaş dünyada yazmak, popüler kültürün içinde olmak, öz güven kazandıran ama aynı zamanda toplum karşısında sana bir iktidar ve pozisyon verdiğinden, öz güveni zedeleyici, sorumluluğu ağır bir deneyim de olabiliyor. Çünkü toplum hep ideolojik, cinsiyetçi, yaşçı, homofobik, entelektüel düşmanı gözlüklerle bakabiliyor sana. Veya şöyle söyleyeyim: Örneğin yeni romanıma bakarken, roman yerine sadece benim yaşımı, kariyerimi, politik duruşumu düşünüyor bazısı. Oysa roman böyle bir şey değil. Ben ortaya bir yapıt koyuyorum; evet, onu ben yazdım ama aynı zamanda o, benim dışımda bir kültürel ürün; bu kültürden gelen. Türkiye’de romanlara böyle bakılmıyor; kimin yazdığının, kimin ne olduğunun çok önemi var.

Benim ismimin önünde bu yüzden çok ciddi bir ön yargı olduğunu düşünüyorum. 500.000’den fazla kitap satışı gerçekleştirmişim. Bunu da 20’li yaşlarımda yapmışım. Bunları yaşamak, sindirmek gerekiyordu ve çok erken yaşta bir popülerlik edinmek, popüler kültürün merkezinde yer almak kendi kimliğimi kurmak, toplum içinde konumlanmak açısından beni çok zorladı. Kendime ne demeliydim? “Genç bir yazar” mı? “Romancı” mı? “Denemeci” mi? Bugün, 28 yaşında bir yazar olarak, kendime disiplinler ve kültürler arası gözlüklerle dünyaya bakan, yazıyla, metinle ilgilenen bir yazar diyebiliyorum. Son on yılda en çok bunlar değişti; yazıyla ne yapacağım, kim olacağım ve kendimi nasıl göreceğim, göstereceğim.

Çağdaş bir yazar olarak toplumsal dinamikleri kurgulaştırırken dikkat etmek zorunda kaldığın şeyler oluyor mu?

Dediğin gibi, günümüzü anlatan bir yazarım. Yazılarım bugüne dair, şu ana dair. Çünkü ben gözlerimizin önünde olanı görmenin çok zor olduğunu düşünüyorum, Wittgenstein’ın dediği gibi. İnsanlar her şeyi bildiklerini, çözdüklerini zannedebiliyorlar; hiçbir şey görmezken ve bilmezken bile. Böyle bir durum söz konusuyken gözümüzün önünde gerçekleşen hadiseleri görmek gerektiğine inanıyorum.

Ama ne yazık ki toplumsal dinamikleri romanda kurgulaştırırken, kendime sansür uygulamadığımı söylemek çok zor olur. Özellikle konu iktidar, devlet gibi politik kelimelere geldiğinde, Türkiye’de ciddi bir sansür mekanizması olduğunu gözlemliyorum yayıncılık dünyasında. Burada hem yayıncı, hem de yazar kendisini korumak istiyor iktidara, tahakküme karşı. Tabii ben bunu hiç onaylamasam ve benim sanatımı etkilediğini bilsem de, farklı kelimelerle vermek istediğim anlamı okurlara vermeye çalışıyorum. Çünkü kelimelerin dünyasının, Türkçenin çok zengin bir dil olduğunu düşünüyorum. Yazmak, bu anlamda bir direniş, bir çıkış, bir ses arayışı, bir protesto oluyor benim için.

Bunları düşündüğümde aklımda işin sektörel kısmı da geliyor elbette: Yayıncılık deneyimi nasıl gidiyor? LGBTİ+ özneleri yazarken—özellikle ana akımda—nasıl zorluklarla karşılaşıyorsun?

Biliyorsun, “kuir” ve “politik” kelimeleriyle nitelendirdiğim bir romanım var: Annemin Bilmediği Her Şey. Bu romanın ilk baskısı 30.000 adet basıldı. Bence Türkiye’de yayınlanan en yüksek tirajlı LGBTİ+ romanlardan biriydi ve çok değerliydi.

Yazarken değil ama yayınlanma sürecinde, PR kısmında elbette zorluklarla karşılaştım. Ama ben bu romanımı ticari kaygılarla değil, Türkiye’de edebiyata, bu toplumun her kesimine seslenen, tarihe bir not, edebiyatımıza bir kazanım bırakmak için yazdım. Aslında bunu bir sorumluluk olarak gördüm de diyebilirim; homofobi, baskı, tahakküm ve düşmanlık bu denli artmışken, romanımın tarihe somut bir iz bıraktığımı düşünüyorum.

Annemin Bilmediği Her Şey’de hafızaya odaklanıyordun. Senin Hakkında Bir Hikâye’de yas süreçlerine odaklanıyorsun. Yalnızca romantik bir ilişkilenmenin kaybıyla gelen bir tanesinden de değil; ekonomik küçülmenin yarattığı bir yas anlatısı da var kitapta. Yas süreçlerini anlatma ihtiyacın nasıl gelişti? Odağına aldığın yas süreçlerini kendi açından detaylandırabilir misin?

Romanı yazmaya başladığımda, sadece âşk acısının yarattığı ayrılık acısını yazmak istiyordum. Ama bir insan hikâyesini yazmak, bazen gelişigüzel, hiç bilmediğimiz alanlara da açılmak demek benim için. Bu yüzden yas konusunu ele alırken, romanımda kadın karakterimin karşılaştığı herkesin birden onunla beraber yas duygusuna girdiğini; kadının hep böyle insanlarla karşılaştığını yazmak istedim. Ama bu, yazarken gelişti; öncesinde planladığım bir şey değildi.

Yası sadece ölümden, bir kayıptan bahsederek anlatıyor tüm romanlar ve psikoloji camiası. Oysa ben bir hayal kırıklığının da yas sürecini başlattığını düşünüyorum. Mesela iki yıldır babamla konuşmuyorum. Babam hayatta, diri, canlı. Ancak görüşmüyoruz. Ben, bana yaşattığı bir hayal kırıklığı yüzünden onunla görüşmüyorum. Bu da bir yas süreci benim için. Onu kaybetmedim ama yaşattığı hayal kırıklığı benim yas sürecimi başlattı. Eski bir sevgilim babamın yaşattığı hayal kırıklığı hakkında bana şöyle demişti: “Bunun yasını tutmak zorundasın.”

Bu yüzden romanımdaki yasın çemberi çok geniş bir çember; sadece ayrılığı değil; ekonomik anlamda küçülmenin, yer değişikliğinin, kürtajın, ayrılığın, ölümün, bir şehrin topraklarının tuttuğu yası, hepsini beraber yazdım. Mesela Türkiye’de Kars şehrinin tarihinde yaşadıkları yüzünden ne kadar yaslı bir şehir olduğunu yazdım. Çünkü hepsinde acı gördüm; acıyan ve benzer yerden gelen bir zemin gördüm. Ve tüm bu duyguların yeterince görünmediğini düşündüğümden böyle bir hikâye yazmak istedim.

Merak ediyorum, son kitabını yazman için bir romantik ilişki mi ilham oldu sana? Bir katharsis olarak ele alabilir misin son kurgunu?

Evet, bu romanı ilk yazmaya başladığımda uzun bir ilişkim sonlanmıştı. Yas sürecimin başlangıcında yazmaya başlamıştım bu hikâyeyi, yani acı duygusu çok yakınımda, benimleydi. Ama romanlarımın otobiyografik metinlere dönüşmesini roman türü tercih etmediğimden, karakterlerimi her zaman kendimden ayırırım. Bilinçdışım kendimden bahsetmeye çalışsa da, buna dikkat ederek, karakterlerimin bana benzememelerini isterim.

Bu yüzden karakterlerimle benzer duyguları paylaşmak, beni onlara yakın hissettirse de, onları bana hiç benzemeyen karakterler olarak kurguluyorum genelde. Böylece hayal gücümle, yaşanmışlık birleşiyor ve romana taşınabiliyor diye inanıyorum.

Çok ilginç bir şey de oldu. Romanı yazarken, yani roman bitmeye yakınken başka bir ilişkim başlamıştı. O kişiye de böyle bir roman yazdığımı, konusunun ayrılık olduğunu söylemiştim. Ardından, onunla beraberken de terk edildim. Yas ve acı bu yüzden yaklaşık iki sene benimle beraber yaşayan duygulardı. Kurgu ve gerçek birbirine girdi bile diyebilirim.

Katharsis de dediğin gibi olabilir tabii ki. Aslında çoğu yazı, bir katharsistir bence. Senin Hakkında Bir Hikâye romanımdaki karakterle ortak duygular paylaşıyorum. Ama o benden çok daha cesur, çok daha gözü kara ve umursamaz. Bu yüzden ondan ayrışıyorum. Onun bazı cümleleri, mesela ayrılık betimlemeleri ve acısı, benimkiyle ortaklıklar barındırdı sanırım.

Son kitabının baş kahramanı kendi arzularını rahatça betimleyebiliyor. Arzu meselesini kaleme alırken kendi arzularından yola çıkıyor musun? Öyleyse bunu yansıttığın bir betimlemeyi öğrenebilir miyim?

Kadın arzusu ve queer arzu, çok politik bulduğum bir konu. Arzuyu yazmayı kesinlikle çok politik görüyorum. Yazamamayı da politik buluyorum bu yüzden. Ataerkinin bakışı, arzuyu baskılamamı, onu yazmamamı, hatta ayıplamamı istiyor. Seks, cinsellik, arzu yokmuş gibi hikâyeler yazmamızı istiyorlar bizden. Yani aşkı da sınırlandırmamızı istiyorlar; yalnızca cinselliksiz bir aşkı kurgulamamızı.

Bir okurum bana, romanımdaki karakterin sevdiği kişinin sperminden bahsettiğini okuduğunda “bunu yazmaya utanıp utanmadığımı” sordu mesela. Bu yaklaşımı, bu yaklaşımda seçilen “utanç” gibi bir kelimeyi, tamamen patriyarkal bakışla, kadın arzusuna bakışla ilişkilendiriyorum. Bir erkeğin arzusunu yazmak çok daha rahat yazılabiliyor mesela; bu kadar “utanç” kelimesiyle ilişkilendirilerek görülmüyor. Ama kadınınki direkt “utanç” meselesiyle ilişkilendiriliyor. Ben tabii ki utanmıyorum bunları yazmaktan; aksine mutluyum yazabilecek bir dünya görüşüne sahip olduğum, kendimi bu yönde geliştirdiğim, yetiştirdiğim için.

Romanımdaki kadın, arzularının çok farkında ve onları önemseyen bir kadın. Ben arzu meselesine Audre Lorde ve Gilles Deleuze okuduktan sonra çok farklı bakmaya başladım. Erotik arzu, sahip çıkılması gereken bir arzu. Ancak bugün, biliyoruz ki birçok kadın erotik arzusundan haberdar bile değil çünkü onu baskılamak zorunda kalıyor.

Ben, sevdiğim birini arzulamayı çok seviyorum; aynı romanımdaki karakterim gibi onunla sevişmeyi düşünebiliyorum tüm gün. Çünkü neden düşünmeyeyim ki? Birini seviyorsam onunla sevişmek isteyebilirsin; arzulanmayı ve arzulamayı da. Benim için sevişmeyi düşünmediğin aşk, yeterince güçlü değildir.

Toplumsal algıda romantik konuların (veya romantik komedilerin) kadınlara ait görüldüğünü biliyoruz. Bu ikincil (low-brow) edebiyat etiketini de peşinde getiriyor. Jane Austen da romantik ilişkilenmeler üzerinden zamanının toplumsal konularını yansıtıyordu esasen. Bu etiketleme üretimlerini nasıl etkiliyor? Jenerasyonunu kurguda temsil etmek bu bağlamda nasıl gidiyor?

Günümüze dair bir roman yazmak, hayal kırıklığını, teknolojiyi, date uygulamalarının toplumsal anlamını ve etkisini, neoliberalizmi, artan yoksulluğu, eşitsizliği, aşırı sağın yükselişini, artan aynılaştırma arzusunu, patolojik narsisizmi, mükemmelliyetçiliği yazmak demek benim için. Çünkü bunlar, bugünün meseleleri ve çok yaygın meseleler her biri. Ben hiçbir bireysel hikâyeyi, toplumun dışında konumlandırmıyorum. Mesela romanımdaki karakter, sevdiği adamın ayrılık kararını ondan bağımsız almasını “Tek adam rejimi her yerde, farkında mısın?” diyerek yorumluyor. Çünkü tek adam rejimi, yükselen otoriterlik, sadece siyasal zeminde değil, aynı zamanda toplumsal, bireysel alanlarımızda da var. İnsanlar ilişkilerini çok özel bir yerden yaşadıkları yanılgısını taşıyorlar.

Öbür taraftan mesela sağlıklı ilişki takıntısında, çok ciddi bir mükemmeliyetçilik talebi yükseliyor. Bu, toplumsal gidişatla ilişkili; derinliği politikaya, teknolojiye kadar uzanıyor. Ben tüm bunları yazı dünyamda hafızamda diri tutarken, didaktik olmamaya da çok önem veriyorum. Ancak bazen, didaktik olan romanlarda, yani mesela bilgi veren meselelerden de faydalanabileceğimizi; bir romanın bize kendi hayatlarımızda yolunda gitmeyen meselelere cevap verebileceğine çok inanıyorum.

Romanın dünyasında, biz varız, hikâyelerimizle, baş ettiğimiz bugünün sorunlarıyla her birimiz romanlardayız. Ancak kendi jenarasyonum da, birçok diğer insan da, daha çok hap bilgiler veren, uzun vadede hiçbir şeyi değiştirmeyen, neoliberalizmin istediği ve öğütlediği kitapları tercih ediyor. Bir yazar, bir romancı olarak bunu üzücü buluyorum. Daha çok hikâyeler okuyan, hikâyelere önem veren bir kültürde ve dünyada olmak isterdim.

Genç bir kadının ağzından yazmak nasıl bir deneyimdi, ilham aldığın şeyler neler oldu?

Bu benim üçüncü kadın hikâyemdi. Ben, annemle büyüdüm. Babamla da büyüdüm ancak annem daha çok etkindi benim hayatımda. Çocukluğuma bakınca her ikisini de görüyorum ama annemin etkisi daha büyük üstümde. Annem ve iki teyzem, çok yakınımda olan insanlardı. Aslında bazı kadınların hayatına, duygularına, yaklaşımlarına hâkim olmam bu yüzden. Bir erkeği bir kadının büyütmesi, empatiyle büyümek demek, diğer cinsiyeti anlamak ve sezmek demek; en azından, ben annemle bunu öğrendim. Eğer bugün kadın hikâyeleri yazabiliyorsam, bunda annemin cinsiyetler arası dünyayı göstermesinin büyük bir etkisi olduğuna inanıyorum. Bu arada bunu annesel bir özdeşleşimim olduğundan değil, annemin duygularını rahatlıkla yaşayan, gösteren, öğreten bir kadın olmasıyla ilişkisi olduğuna inanıyorum.

İlham konusuna gelirsek, ilham çok tuhaf ve mistik bulduğum bir konu benim için. Aslında ilham, benim yaşamımdaki her şey. Ve ben etkilendiğim ilhamları, aylar sonra yazarken fark edebiliyorum. Yazmak, hafızayla çok yakından ilişkili. Benim için yazmak, hafızayı işlemek, onu yazıya dökmek demek. Bu yüzden kadın hikâyelerindeki ilhamım, yaşamım, çevrem, gördüklerim, geçmişim ve şimdiki zamanım diyebilirim.

Acaba kadınlık deneyimine sahip okurlarından nasıl dönüşler aldın?

Okurlarımdan çok güzel dönüşler aldım. Bu hikâye özellikle bugünün dünyasında yolunda gitmeyen ilişkiler yaşayan, kendisini yalnız ve kırık hissedenlere daha çok iyi geldiğini gördüm. Çünkü daha çok onlara hitap ediyor; kalbi kırıklara, başka bir dünyayı hayal edenlere, terk edilenlere, yalnız hissedenlere, yas duygusunda olanlara.

İlham konusuna gelirsek, ilham çok tuhaf ve mistik bulduğum bir konu benim için. Aslında ilham, benim yaşamımdaki her şey. Ve ben etkilendiğim ilhamları, aylar sonra yazarken fark edebiliyorum. Yazmak, hafızayla çok yakından ilişkili. Benim için yazmak, hafızayı işlemek, onu yazıya dökmek demek. Bu yüzden kadın hikâyelerindeki ilhamım, yaşamım, çevrem, gördüklerim, geçmişim ve şimdiki zamanım diyebilirim.

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et